24 Aralık 2006

Dansınız Karakterinizdir

Gün geçmiyor ki bir dans etkinliğine katılmayayım sayın izleyiciler. Bir aktivite bir aktivite sormayın gitsin! Bu haftasonunun kısmeti de böyleymiş, Cuma Tango Pasion, Cumartesi Dansınız Karakterinizdir, bugün Pazar, dans dersime gitmek için evden çıkmadan önce hemen Tuncay Vural’ın dün akşam izlediğim stand up şovu hakkında birkaç satır yazayım, tam olsun.

Öncelikle bütün dans etkinliklerinden haberdar eden ve bu etkinlikleri cömertçe biz okurlarıyla paylaşan ve asla spam göndermeyen –bu devirde o da önemli- sevgili dancentrum.com'a teşekkür ediyorum. Nitekim dün akşamki gösteriyi onların davetlisi olarak izledik ve pek beğendik.



Tuncay Vural, net iki saat süren dolu dolu bir gösteri hazırlamış. 22 yıllık dans hayatında ki bu bilgi görüntüsüyle tam bir çelişki oluşturuyor, eğer bahsettiği dans hayatı 3 yaşında başlamadıysa, dansa bakışımıza dair gözlemlediği ve keşfettiği bulguları bizimle paylaşarak, dans ederek ve ettirerek geçen şov bittiğinde salonda bu kadarcık mıydı anlamında bir aaa sesi yükseldi. Gösteri boyunca topluma ayna olduğu anekdotlarda gülmekten yıkılanların sesi daha yüksekti gerçi ya… Şişli Belediyesi Kültür Merkezinin, küçük, samimi salonu mekan olunca gayet interaktif geçen bir şovdu ve tadı damağımızda kaldı diyebilirim. Kapanıştan hemen önce gösterdiği, kaslarımızı çalıştıracak ve oturduğumuz yerde yapabileceğimiz hareketler de yanımıza kar kaldı. Az önce araştırma yaparken rastladım, bununla ilgili bir vcd’si varmış hatta. Buradaki örneklerini izledim, pek eğlenceli görünüyor…

23 Aralık 2006

Tango Pasion

Arjantin ruhunun Broadway sihri ile buluştuğu yer!



Tango grubunun buradaki resmi sitesini açtığınızda başlıkta yazan cümlenin ta kendisi olur bu açılış cümlemiz. Eğer Cuma akşamı gösterilerini izlememiş olsam ben söyleyenlerin yalancısıyım diyerek aktarırdım. Ancak o iki saatlik muhteşem şovdan sonra… Konuşmakta bile güçlük çekiyorum desem yeridir.

Neyse ki konuşma güçlüğü kalıcı olmadı. Gösteriden sonra nette bir miktar araştırma yapabildim, Türkiye turundaki gösterilerini yazım hatalarıyla geçtiklerini gördüm, sizi şirin şeyler, diye ona bile sevindim. Pul kadar da olsa aşağıdaki fotoları buldum. Daha ne olsun derken sitelerindeki videoyu izledim. Tavsiye ediyorum, meraklısı varsa mutlaka izlesin. Hakkında yazılacak bir şey değil bu, yaşanacak bir şey!



Tangocu değilim ben, Latin öğreniyorum şu sıralar. Eğlenceli, neşeli, herkesle yapılabilecek sosyal bir dans olduğu için. Tangonun imajı da içeriği de daha ağır, derin anlamlar içeriyor. Denememiş olmama rağmen öyle herkesle tango yapılmaz gibi geliyor. Ancak bu grubun gösterisini izlerken öncesinde beton bir duvar oluşturan bu önyargılar tül bir perdeye dönüştü ve bütün bunların sadece bahane olabileceğini kesinleştirdi. Sanırım profesyonelliğin anlamı burada belli oluyor.

İlk yarıda renkli kostümler ve bir tango kulübü dekorunda dans eden dansçılar ikinci yarıda bayanlar siyah, erkekler smokin giymişlerdi. Toplam altı çift vardı ve senkronize yapılan gösteriler çok azdı. Onun yerine teatral ambians korunmuş, her çiftin hikayesini ayrı ayrı anlatmasına izin veren bir koreografi oluşturulmuştu. Dönemin modasını yansıtan kostümler bayanlarda hep zarifti. Renkli ya da siyah, bacaklar rahat hareket etsin diye bir yandan derin bir yırtmaç bütün elbiselerin ortak yönüydü. Bir tek ilk yarıda erkeklerin kavuniçi renginde ya da çubukları bir karış aralı tafta takım elbiseleri iyi ki erkek modası diye bir şey icat edilmiş diye düşünmeme neden oldu o kadar. Detaycı bir kişilik olarak oturduğum yerden bayanların ayakkabılarına kadar inceledim ve en çok hayran kaldığım yer de orası oldu. O topukları ve kopçaları lame kendisi siyah olan ayakkabılar bir geceliğine dahi olsa hayallerimi süslemedi desem yalan olur. Bir de o ayakkabıları giymek o hatun gibi dans etmemi sağlasaydı, başka ne isterdim?!

Aklıma gelmişken hemen bahsedeyim. Bir süredir cumartesi öğlenleri bbc prime’da Strictly Come Dancing’i izliyorum. Tesadüfe bakın ki bugünkü programın sonunda tüm yarışmacıların katıldığı bir tango şovu vardı. Önce vtrleri sonra da bir şarkılık şovu izledikten sonra Tango Pasion’un ne kadar tutkulu ve akıcı olduğunu idrak ettim. Kostümler, koreografi yine üzerinde profesyonellerin çalıştığı konulardı üstelik her çiftin bir eşinin dans öğretmeniydi ancak bütün bunlar ne kadar yolun başında oldukları gerçeğini değiştirememişti. Belirtmeden geçemedim…



Bu kadar yazmışken arama motorlarını şaşırtmak için dansçıların ve koreografın ve yapımcının isimlerini de geçelim. Dansçılar;
Julia Hiriat Urruty & Juan Corvalan
Graciela Garcia & Osvaldo Ciliento
Claudia Diaz & Alberto Morra
Viviana Fortino & Omar Mazzei
Carla Chimento & Claudio Orso
Mariela Cerrezuela & Jesus Velazquez

Koreografi; Hector Zaraspe ve Osvaldo Ciliento. Osvaldo Bey aynı zamanda sanat yönetmenliğini yapmış. O pek beğendiğim ayakkabıların ve kostümlerin müsebbibi Emmylou Latour’u yazmasam olmaz. Bir de Mel Howard var ki o da bütün bu şaheserin yaratıcısı olarak anılıyor, elleri dert görmesin!



Buraya kadar dans kısmıydı. İşin bir de müzik kısmı var ki, onun için de ayrı bir mesaj yazmak gerekir. Böyle bir şovda canlı müzik tabii ki fark yaratırdı. Ancak bu canlı müziği başarısı en iyi tango orkestrası ödülü ile tescillenmiş Sextete Mayor orkestrası yapıyor olunca fark müthiş boyutlara ulaşıyor. Bir de yukarıda fotoğrafını gördüğünüz solist Guillermo Galvé’nin söylediği şarkılar vardı ki tek kelimesini anlamadım, ancak bütün duyguları hissettim. Kulağımıza tanıdık gelen tango parçalarıyla iyice artan ritmin ardından şovun bittiğini belirten selamlamaya geçildiğinde tek bir şey düşündüm: Bize müziği ve dansı verdiğin için teşekkürler!

17 Aralık 2006

Yuri Denisyuk Kimdir Bilir misiniz?

Bugün size biraz ondan bahsedeceğim… Hologram tarihine 1962’de beyaz ışıkta da görünen ilk hologramı yaparak giren Denisyuk amca 1927’de Soçi’de gözlerini açmış ve bu yılın 14 Mayıs’ında aramızdan ayrılmış. Literatürde white light transmission holography olarak geçen, Türkçeye, günışığında görünen bildiğin hologram olarak aktarabileceğim buluşunu bir şema yardımıyla incelemeden önce Gabor’un şemasını hatırlayalım.



Daha önceki bir mesajda –lütfen beni aratmayın şimdi- bu tarz bir hologramın (laser transmission) holografik plakada, önünde duran objeye çarpıp ulaşan lazer ışınıyla (obje ışını), direkt giden lazer ışınının (referans ışın) oluşturduğu girişim deseninin, referans ışın ile aydınlatıldığında izlenebilen 3 boyutlu görüntü olduğunu anlatmıştık.

Denisyuk’un şemasında ışınların izlediği yol aynı olmakla birlikte düzeneğin 90 derece kayarak objenin plakanın altında (Gabor’un şemasına göre arkasında kalıyor) sabit bir düzlem üzerinde uzandığını görüyoruz. Hologramın da, iğne deliğinden geçirilip çoğaltılan ışın (referans ışın) ile aynı ışının objenin her noktasından yansıyıp (sinyal ışını) plakaya ulaşan ışın ile birlikte oluşturdukları girişim deseninden oluştuğunu görüyoruz. Bu sistemi uygulayabilmek için kullandığımız holografik plakanın önceki örneklerinden çok daha yüksek çözünürlüğe sahip ve şeffaf olması gerektiğini ekleyip gün ışığında istediğimiz açıdan bakarak göreceğimiz hologramların tadını çıkarabiliriz.



Buraya kadarki işin basit kısmıydı. Bir de hologram tarihinde geçen, ‘Denisyuk, Lippmann fotoğrafçılığını holograma uyarladı’ kısmı var ki sadece bu cümle bile sırada yenecek birkaç fırın daha ekmeğe karşılık geliyor. Gerçi fotoğrafla uğraştığım yıllardan hatırlamıyor değilim, Lippmann, fotoğraf henüz doğmakta ve ışığı tek bir noktada toplayacak mercekler kullanılmasına yıllar var iken ışığı iğne deliğinden geçirerek fotoğraf yapmasıyla 1908 yılının Nobel fizik ödülünü kaptı. Elimizde bunun hologramla ilgisini kuran güzel bir makale de var, başını sonunu güzel güzel holograma da bağlamış. Hadi bakalım, meraklısı varsa okusun, anlasın, bize de anlatsın. Bunun için beni bekliyorsanız, birazcık daha bekleyeceksiniz…



Son olarak burada yazılanların şu ve şu sayfalarda yer alan bilgilerin bir özet/ çeviri/ derlemesi olduğunu belirtmeyi ve Denisyuk amcanın elinde TEHLİKE tabelasıyla ‘sonunda kızlar beni fark edecek’ diyerek gülümsediği bir fotoğrafını forumdan araklayıp buraya koymayı bir borç bilirim. Gülüşüne bakılırsa ardından yazıldığı gibi matrak bir kişiliğe sahipmiş, toprağı bol olsun diyorum.

16 Aralık 2006

Bir Hologram Kursu Daha…

Bir hologram kursu daha buldum inanmazsınız! Benim inanamadığım ise bu siteyi neden daha önce bulmamış olduğum. New York’un göbeğinde bir Hologram Stüdyosunun olduğunu biliyordum. Gabor’un o stüdyoyu açarken çekilmiş bir fotosuna rastladığımı çok net hatırlıyorum. –gezmeye biraz ara verip nereden hatırladığımı bulup buraya da koysam hiç fena olmaz- Ancak o stüdyonun yıllardır beleş bir galeriyi hologram meraklıları için açık tuttuğu yetmezmiş gibi bir de portre hologram yapımı, hologram sınıfları gibi birçok fasiliteyi daha barındırdığını bilmiyordum. Dün öğrendim…

Evet dün, size biraz Denisyuk’dan bahsetmek için tırım tırım aranırken rastladım holographer.com’a. Üstelik giriş sayfam Jason Sapan’ın dünyanın bir dolu ünlüsüyle –içlerinden birinin Yuri Denisyuk olduğunu belirtmeme gerek var mı?- çekilmiş fotolarının olduğu albümüydü! Sen tut onca yıl yok hologram yapıyorum, yok titreşim ölçüyorum diye kendini labratuarlara kapat ve sosyal bir varlık olduğunu inkar et! Hiç olacak şey mi? Hologramın bu kadar gözünü çıkarıp da hologram forumuna üye olmamak aklımın aldığı şey değil. Dünya üzerinde on tane forum yok ki, hepi topu bir tane var zaten… -evet haber görünümlü reklamları izlediniz, bu reklamın amacı eğer hologram forumuna üye olsaydı biliyor olurdum mesajını yayarak kalbimizi bir nebze olsun rahatlatmak, işe yarıyor mu derseniz, eh işte-

Gerçi böyle bir domaini ilk elden –olduğunu varsayıyoruz- alabilmiş olmak zaten bu işlerde ne kadar eski olduğunu anlamak için yeter. Ben hala ilgiliyim sanıp bu işlerin kilit adamlarına yeni rastlıyor olmama esef ediyorum. Kendimize haksızlık etmeyelim yine de, dünyanın yüzde 98’ine göre hologram konusuna ilgiliyim, ben sadece yüzde 99’una göre ilgili ve bilgili sanıyordum kendimi. Öyle olmadığım gerçeğiyle yüzleşmem şaşkınlık yarattı, o kadar.

11 Aralık 2006

3. Salsa Cumhuriyet Kupası

Dansı, bakıyorum, profilimde beni enterese eden şeylerin ilki olarak yazmışım. Peki nasıl oldu da şimdiye kadar hologram yapmamanın yollarından biri, hatta en keyiflisi olarak dansla ilgili tek bir mesaj bile yazmadım ben de hayret ediyorum. Sanırım bunun için dün akşam gerçekleşen 3. Salsa Cumhuriyet Kupası gibi bir olayın gerçekleşmesini bekliyordum!



Kupanın gerçekleştiği Maslak Venue sanırım artık tamamen kapalı Refresh Venue adında bir yer olmuş. Ölçek bakımından düşününce kupanın popülasyonunu kaldıran başarılı bir seçim olmuş. Genel olarak yarışmanın programda yer aldığından daha geç başlaması dışında bir aksaklık yoktu.

Profesyonel çiftler, show çiftleri ve show grupları sırayla yarıştılar. Profesyonellerde ve show gruplarında birinciliği Antalyalılar (Esin Teke- Emre Çay) kaptı. Show çiftlerde ise aşağıda fotoğrafını gördüğünüz grup birinci oldu. Okullu dansçılardan olan iki delikanlıdan (Ümit Yumlu- Osman Aydın) oluşan bu grup yöresini bilmemekle beraber halk oyunlarından biri olduğunu bildiğim, fi tarihinde muhtemelen trt 2 de gördüğüm bu türü salsaya uyarlamışlar. Orijinal olmasına orjinaldi ancak ikinci grup olarak çıkan lastik gibi bir kız ve erkekten oluşan ve gecenin en enerjik showunu sunan Bursalı grubu (Sevgi Nur Bayraktar- İlker Gülcan) tartışmasız birinci olacağını düşündüğüm için birinciliği kapmalarına şaşırdım. İsimleri Hülya ve bişey diyesim geliyor, -kupa hakkında yazacağın belli, yanında kağıt kalem var, insan unutmamak için not alır değil mi- olan o çift hatırladığım kadarıyla çakmaktaşlardan (Esra Aydın- Hazım Muzaffer Gür Ankara) sonra gelip üçüncü oldu.



Profesyonel kısımda da benim favorim başkaydı. Antalyalı grubun performansını beğenmekle birlikte birinci olmalarına şaşırdım. Belki dansçıların vücut kütle endeksinin 18 civarında olmasını kıskanmışımdır, belki de dansı nasıl değerlendirmek gerektiği konusunda öğreneceğim şeyler vardır, belki ikisi de geçerlidir. Puanlama sistemi daha önce karşılaşmadığımız bir sistem olduğu için açık puanlama yapılmasına rağmen onlar da şaşırdı. Üçüncülüğü yine Antalya’dan katılan bir başka çift (Gülşen Karatoprak- Volkan Akkaya) aldı. Birinci ve üçüncü olan bu çiftlerin oluşturduğu show grubu (Los Diablos) bu alanda yine birinci oldu. Show gruplarında yarışan zaten dört grup vardı. İkinciliği hababam sınıfı koreografisi (Salsa a la Turca İstanbul), üçüncülüğü gördüğüm en fırlama delikanlının başını çektiği fat boy slim isimli dört kişilik grup, dördüncülüğü ise rueda yapan Kocaeli grubu aldı.

Yarışmalar ve ödül törenleri bittiğinde saat onikiye geliyordu. İzlenen onca güzel dansa rağmen aklımın bir köşesinde pek methedilen showlar vardı. Show yapacak çiftlerin ikisi de aynı zamanda jüride yer alıyordu: 2005 ve 2006 da dünya şampiyonu olan İtalyan çift Stefania Ressia ve Giorgio Bocca ile show salsa dalında kısa sürede dünya çapında ünlü olan İspanyol çift Roi Vasquez ve Talia Alvarez. Jüride adını özellikle anmamız gereken bir de Carlos Paz vardı ki kendisi Türkiye’ye salsayı getiren, ilk hocaları yetiştiren isim olarak biliniyor.

Buraya kadar gelmişken showlardan bahsetmek istiyorum, anlatacak kelime bulamıyorum. Süperdi! Stefania ve Giorgio iki showunda da aksesuar kullanımına dayalı koreografiler oluşturmuşlar ve bunda da çok başarılıydılar. Şampiyon olmaları boşuna değil yani. Düşününce teknik olarak zaten bütün detaylarını ustalıkla halletmiş dansçılar söz konusu olduğundan işe aksesuarları katmak fark yaratmak için etkili bir yöntem olmuş. Aksesuarlardan biri kendilerinden büyük bir plaj şemsiyesiydi dersem belki gözünüzün önünde canlanabilir…

Türkiye’ye ilk kez gelen Roi ve Talia da akrobatik salsanın tam anlamıyla gözünü çıkardılar. Onların showunda aksesuar kendi bedenleriydi. Öyle şekilden şekle girdiler ki Roi’nin bir tek Talia’yı top gibi sektirip basket atmadığı kaldı diyebilirim. Talia’nın o en zor, esneklik gerektiren figürlerde tüm mimiklerini kullanması, ben böyle de rahatım havaları tam bir profesyonellik ürünüydü sanırım.

Showların aralarında ve sonrasında gördüğüm en büyük Latin parti başladı. Tüm yarışmacılar, organizasyonda çalışanlar ve o zamana kadar dans etmek için yerinde zor bekleyen biz izleyiciler kendimizi piste attık. Neyse ki pist hepimizi alacak kadar büyüktü. Parti başlayınca duman üreten ve elinde kadehle dolaşan insanlar da eklendi ancak genel görünüm tam bir festival karnaval kutlama havasındaydı. Öyle ki sevgili hocamız Cihat Can ile katıldığımız Murphys gecelerinden sonra salsa ateşinin battal boyu böyle oluyormuş diye düşündüm.

07 Aralık 2006

Ne bulmuşuz ne?!

Kasımın sonlarıydı çarşaf çarşaf ilanlarla çıktı erke. Basın toplantısından, internet sitesinden, türlü türlü haberlerden bir yumurta çıkmasını bekliyor, lazerleri, fotonları, atomaltı tanecikleri okuduğum gibi okuyabileceğim, anlayabileceğim bir dokümanı hala bulamıyorum.

İşte kendi resmi sitesi, forumu, Türkçe vikideki başlığı (buluşlar/ sözde bilim kategorisinin altında olması pek manidar ancak işler böyle gelişiyor, galileoyu da afaroz etmişlerdi zamanında) burada. Gazetelerden bloglara kadar yer alan milyon çeşit haberi yorumu saymıyorum bile. Açıklanan kısa ve net:

…çevreye zarar vermeyen, istenilen güç ve sürati sağlayabilen, doğrudan hareketin elde edilebildiği, yakıt gerektirmeyen bir kuvvet makinesi…

Üstelik;

…bu buluşun bilimsel açıklaması mevcut bilgiler ile yapılamamaktadır. Buluşun dayandığı bilimsel esaslar bilinen fizik kaidelerinin bazılarını içine almakla birlikte bu kaideleri genişletmektedir. Doğada var olan ancak mevcut sistemler ile faydalanılamayan bir enerji kaynağı, Erke dönergeci metodunda maddenin atalet özelliği kullanılarak güç alınabilir bir hale getirilmektedir…

Ve de;

Erke dönergeci sistemi ile çalışan ilk ürün olarak seçtiğimiz ve herhangi bir yakıt gerektirmeyen elektrik üreteci 2007 yılında halkımızın kullanımına sunulacaktır.

E güzel diyorum… Şuncacık bilgiyle kayda değer birkaç laf etme yeteneğimiz sınırlıdır. Öyle, bu kesin kanser yapar, biz bi halt ettik üçüncü dünya savaşı kapıdadır, olur mu canım öyle şey, biz Türkler neyi bulmuşuz ki, kopyadır bu kesin… gibi geyikleri ve daha fazlasını başkalarının yaptığını üzülerek fark ediyorum.

O cihetten yine orijinal olmayı tercih ederek tamamen imgesel ve simgesel boyutta içimden geleni yazıyorum. Sevdiğim bir söz vardı, okuduğum halini ve kimin söylediğini hatırlamıyorum ancak ‘birşeyin imkansız olduğunu bilmeyerek gerçekleştirmen mümkündür’ anlamına geliyordu ve çocuklarla ilgili bir örnekle devam ediyordu. Benim de belirgin bir çocuksu yönüm olduğu için böyle olmasını, olabilmesini çok sıcak karşılamış ve bir ara mottom haline getirmiştim. Sonra cehaleti yüceltmenin pratik bir yararını göremeyip unutmuştum ki yine hatırladım bu naif yaklaşımı…

Fizik hakkında okuduğum iki satırlık bilgi döne döne bildiklerimizin bilmediklerimizin yanında çok çok az olduğunu söylediği için öyle fizik kaidelerini genişleterek ancak açıklanacak şeyler karşısında hadi canım sende şeklinde bir tavır almaktansa kabaran iştahımı gözlüyorum. Tamam ikisi farklı şeyler ancak yine de Nasrettin Hoca gibi ya tutarsa diyesim geliyor.

Bu gibi bilgiler insanın kafasını karıştırıyor, doğrudur. En basitinden, her gün haşır neşir olduğumuz para konusu var. Yenidünya anlayışında dünyada herkese yetecek kadar para olduğu, bunun aksinin geçerli olmasının ise tamamen bir bilinç meselesi olduğunu okuduğumda şaşırmıştım. Gelir tüketim dengesizliğinin bir tarafta açlıktan kırılan, diğer tarafta obeziteden çatlayan kıtalar yaratması falan hep hikayeymiş. Kaydi uygulamalardan fizikiye geçmiş bir bankacı olarak yüzde yüz eminlikle söyleyebilirim ki zaten insanlara istedikleri kadar parayı fiziksel olarak verseler kimse daha mutlu, sağlıklı, kısacası iyi olmaz. Kaydi olarak zaten o uçuk görünen yeniçağ anlayışı geçerli: Fiziki 1 lirayı bankacılık sistemine soktuğunda onunla çok 1 lira alım, ödeme takas teminat vs yapabilir ve onu çoğaltabilirsin. Bankacılık sistemi bunun için vardır ve Allah kuranlardan razı olsundur. Sivil toplum kuruluşu olarak geçinen uluslar arası kurumların yok dünya barışı, yok doğayı koruma, açlıkla savaş gibi manşetlerin ardında kendi keselerini doldurmak üzerine çalıştıklarını bilince –kar amacı gütmeyen kurumlar nasıl oluyorsa kendileri için gayet karlı işler yapıyorlar- bu işler insanın gözüne bambaşka görünüyor. Bu nedenle kendi adıma hiçbir popüler uygulamaya/ felsefeye değil sadece eğitime, bilime, bilinci yükseltecek şeylere destek verir oluyorum. O da başkasından önce kendime tabii ki, herkesin aklı kendine diyerek…

Konuyu döndürüp dolaştırıp yine kendime bağladım, helal olsun diyorum. Zaten çok değil, iki üç yıl önce düşünce gücüyle dünyayı kurtarabileceğine inanmış hatta birkaç kişiyi de inandırmış bir insanım, erke dönergeci merakımı şöyle bir ürpertiyor, o kadar. Benim şu an asıl merak ettiğim konu bunun bizim ve tüm insanlığın bilincini nasıl etkileyeceği konusudur, onu da yaşayıp göreceğiz anlaşılan.

01 Aralık 2006

Derki’nin Aralık Sayısı

Evet evet! Bir ay su gibi geldi geçti, yeni ayın ilk günüyle birlikte derki’nin yeni sayısı çıktı. Bilin bakalım bu sayıda neler var? Açıkçası detaylı okuma fırsatım henüz olmadı ancak birbirinden ilginç ve güncel konular içinde benim yazdığım bir yazı olduğunu biliyorum ve özellikle hologram hakkında olması nedeniyle bunu buradan ilan etmekte bir sakınca görmüyorum: buradan direkt olarak hologramcılık başlığına, buradan da 19. sayıya ulaşabilirsiniz. Keyifli okumalar…

27 Kasım 2006

Leonardo’nun Dehası



Şehre böyle bir serginin gelip de bir bilim tutkunu olarak ziyaret etmemem düşünülemezdi kanımca. Serginin aralık sonuna kadar süreceğini bilmeme rağmen boş bulduğum ilk pazarımı sütlüceye gidip Rahmi Koç Müzesinde sergiyi gezmeye ayırdım. Biz gittiğimizde saat on ikiyi biraz geçiyordu ve o hali bile bana fazlasıyla kalabalık gelmişti. Çıktığımızda saat iki civarıydı ve kuyruk binanın dışına doğru epey uzamıştı. Otobüsler dolusu gelen öğrenciler ve öğretmenlerinin yanı sıra sergiye katılım beklediğimden yüksekti.

Sergi hakkında buradaki resmi sitesinde söylenenden başka bir şey söylemeye gerek yok sanırım. Müzenin büyük bir salonu ve asma katı Leonardo’dan kalan çizimlere dayanarak yapılmış maketlere ayrılmış. Hepsinin yanında açıklaması ve çizimlerinin bir örneği bulunuyordu. Eğer öyle olmasa çok fazla şey ifade etmeyebilirdi. Çünkü uzaktan baktığım ve bir şeye benzettiğim her alet istisnasız başka bir şey çıktı. Bana eşlik eden mühendis arkadaşım sağolsun, okusam da anlayamayacağım mekanizmaların hangi makinelerde kullanıldığını ve birçoğunun hala aynı prensiplerle çalıştığını anlatarak Leonardo’nun dehasına duyduğum hayreti artırdı. Adamın yaşadığı yılların koşullarını düşününce müthiş bir bilgi ve hayal gücüne sahip olduğunu çıkarıyorum. Çok zor bir hayat olsa gerek…Neyse, aşağıya sergide çekilmiş bir fotoğraf iliştirdim. Gördüğünüz alet bir içbükey ayna yapıcısı.



Oraya kadar gitmişken müzenin her tarafını gezdik. Dört sene önceki ziyaretimden hatırladığım kadarıyla pek bir şey değişmemiş. Açık havada uçağın bulunduğu yere bir de helikopter getirmişler. Arabalar, bisikletler, gemiler, tekneler, dükkânlar, atölyeler, kesiti çıkarılmış makineler aynen duruyordu. Bir tek gemici düğümü atmasını öğreten bir amcayı kaçırdığımızı hatırlıyorum belli saatlerde geldiği için. Denizcilikle ilgili kısımda ona dair bir iz aradım, bulamadım… Onun yerine muhtemelen akşam gerçekleşecek düğün için yapılan hazırlıklara denk geldik. Eskiden arabaların durduğu camekanlı salonu bu iş için boşaltmışlar, masa düzenlemesi yapılıyordu. Masa süsü olarak seçtikleri lilyumlar mis gibi kokuyordu…

25 Kasım 2006

84 Polonyum 210

Son haberlerle bu Ruslar beni korkutmaya başladı. Politikadan pek anlamam, olanları insani düzeyde değerlendirmeye gayret ederim. Bugün okuduğum bu haber beni isyanlara sevk etti. Tamam adam eskiden ajanmış, bir şeyler öğrenmiş, neyse ne! Ne biliyor olabilir ki açıklaması ya da sadece bilmesi hayatına malolsun?! Ve bunu yaptığı iddia edilen otoriteler… Yahu hiç mi başka yol yok? Sen tut güzide bilim insanlarının bambaşka şeyler için bulduğu şeyleri insanları zehirlemek için kullan. İnsan bir kaza falan ayarlar değil mi? Sanki suşi yedikten sonra kısacık süre içinde ölmek trafik kazası gibi sık görülen bir şey, bir de yok biz yapmadık diyorlar… Öyle olsa Japonya’da ve Amerika’da –onlar da tüm mutfakları amerikanlaştırıp marketlerde satılacak yaygınlığa ulaştırırlar ya- yaşayan adam kalmamış olması gerekiyordu. Böyle olunca bilgiyi böyle bir zihniyetin mevcut olduğu diyarlarda aramak şart mıdır diye sormadan edemiyor insan?!

Tabii ki cevap anında geliyor: İşte başka bir kıta başka bir hologram kursu! Hem de otuzda, ellide bir fiyatına! Dediğine göre Frank Defreitas amca, 20 küsur yıldır hayatını bu şekilde kazanıyormuş. Fiyatlama politikasına bakılırsa işini yaptığı sırada pek eğlendiğini söyleyebilirim. Yani hologramın temellerini anlatıp 4x5 inçlik hologramını da birlikte yaptığı iki saatlik bir workshopa 99 dolar biçip malzemeler için de sadece 20 dolar istiyorsa bu işi çok sevdiği içindir bu diye fikir yürütüyorum. Onun dışında festival festival gezerim, dilerseniz ayağınıza gelirim, hele bir sunum izleyin, benden olsun dediğini görünce bu sefer atlayıp batıya gidesim, Frank amcayı alnından öpesim geldi. Keşke herkes bilgiyi paylaşmada bu kadar cömert olsa, bileni öldürmek yerine yüceltse, ne güzel olur, değil mi?

Bu noktada aklıma bir komik anım geliyor aynı hizmete biçilen fiyat farklarıyla ilgili. Kısa saça ve havalı görünmeye meraklı olduğum zamanlarda yeni şehir değiştirmiş olmanın etkisiyle yeni bir kuaför edineyim diye aranırken arkadaş tavsiyesiyle yolum fiyatlar konusunda en başta olmaya iddialı bir salona düşmüştü. O zamanın parasıyla epey bir miktar bayılıp saçlarımı kestirmiştim. Asortik bir yer ya, adam üstüne para verseler razı gelmeyeceğin asimetrik bir kesimi bol iltifatlar eşliğinde yapıp beni mutlu göndermeyi başarmıştı. Fakat hem yeri sapa olduğundan hem de bütçemi sarsacağından bir sonraki kesim zamanı daha yakında ve yine kalburüstü bir salonu denemeye karar vermiştim. Koltuğa oturup saçlarımı incelerken salon sahibi kuaförümüz saçlarımın kesimini anlamaya çalışarak nerede kestirdiğimi sordu. Söyledim, o salonun ününü bildiği için bu sefer fiyatını sordu. Onu da söyledim ve adam hayretle bir cümle sarfetti ki durumu çok güzel özetliyordu: üh! Ne yaptı da o kadar para aldı? Guş mu gondurdu?!!! Hologram kurslarında da aynı hesap, yapılan iş, kullanılan malzeme ve bilgi malum. Ne yapıyor bu Ruslar? Kuş mu konduruyorlar acaba diye merak ediyoruz doğal olarak…

20 Kasım 2006

Hologram Kursu Buldum!

Evet evet, gerçekten! Sanki bir önceki mesajımı okumuş utanmış gibi az önce mesaj adresime Moskova’daki hologram stüdyosundan Sergey’in resmi bir dille yazılmış fakat bir o kadar da içten mesajı geldi. Gösterdiğim ilgiden ötürü teşekkür etmiş ve sabırla sorularımı yanıtlamış ve bir de dosya eklemiş. Gizli bir şey değildir, sitelerinin bir yerinde bağlantısı bile olabilir. Yine de mesajla gelmiş bir tabloyu burada ifşa etmek yerine kısaca bahsedeyim.

Stüdyonun başlıca hizmetinin hologram yapımı olduğunu biliyordum. Fakat 28x40 a kadarki boyutları için 200 euro istediklerini bilmiyordum. Her ek kanal için, yani farklı açılardan görülecek başka görüntüleri de aynı plakaya kaydetmek için 100er eurocuk daha talep ediyorlar. Biraz pahalı mı geldi? Yaygınlaşmamış bir teknolojinin dünya üzerindeki en iyi örneklerinden bahsediyoruz, ne pahalısı?!!

Beni asıl ilgilendiren ise hologram yapımını öğrenme kısmı oldu. Sağ olsunlar benim gibi meraklı bünyeleri de düşünüp bir haftalık hologram prensipleri eğitimi, 1-3 haftalık hologram yapımı eğitimi ve 1-2 aylık hologram yapımının ileri teknikleri eğitimi olmak üzere anladığım kadarıyla birbirini tamamlayan üç eğitim programları varmış. Fiyatları, sıkı durun, 3,5 ve 7 biner avro! Tabii ki bunlara ulaşım, konaklama ya da kullanılan malzemeler dahil değil.

Şimdi bununla ilgili bir anekdot anlatmazsam olmaz: Elimde işe yaramaz plakalarla, bitmeyen bir sabırla denemeler yaptığım sıralarda bir arkadaşımın bir arkadaşı ile tanışmış ve yine heyecanla anlatmaya başlamıştım. Öyle ki kız benim bu konuda epey bir şey bildiğimi düşünüp, ‘Peki nerede öğrendin bunları? Kursuna falan mı gittin?’ diye sormuştu. Ben de pişkin pişkin ‘Yok güzelim, Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik?’ diye cevaplamıştım. Gelen mesajla, Urfa’da değilse bile Moskova’da olduğunu öğreniyoruz ama ne fayda…

Gerçi sakin kafayla programa bir kez daha baktığımda kendimi daha iyi hissetmek için hemen bir neden buluyorum. Bir haftalık hologram prensipleri hmm? Kursa ne hacet?! Ben anlatayım. Yeter ki karşımda dinleyecek adam olsun. Kaç aydır ne yapıyoruz burada değil mi?! Demek ki bu bilgileri onların fiyatlarıyla 4 kişiye pazarlasam benim pratik derslerimin kaynağı hazır demektir. Evet, bakalım istatistiklere; birkaç meraklı müşterimiz var, her satırı onlarca öyro değerinde olduğu tescillenmiş blogumuzda saatlerini geçiren. Ip adreslerini verebilirim. O kadar kampanya var haydi kızlar okula diye, bu da haydi Pınar okula kampanyası olur, fena mı?

12 Kasım 2006

Bakar mısınız Elin Ruslarına?

Evet evet doğru okudunuz… İşte yeni bir hologram sitesi: holography.ru Hologram forumundan çıkan bir tavşan daha. Her ne kadar kendi forumlarında ya da Colin Caminsky’nin forumunda hala bir cevap alamamış olsam da sitelerine bayıldım. Galeride yaptıkları hologramları, 25 derslik hologram teknolojisini –bu da içinde bir miktar ironi barındırmıyor değil, biz amerikan sisteminde her şeyin tek hadi bilemedin üç basit adımda gerçekleşmesine alışığız ya- ve Moskovadaki hologram stüdyo ve sergi salonlarını görünce oralara gidesim geldi. İpucu yok! Bu kesinleşince kutlanacak hayallerden henüz. Şimdilik biz siteyi satır satır hatmedelim, zamanı gelince ‘bir zamanlar forumda mesajlarını cevaplamayı geciktirdiğiniz fakir ancak meraklı bir genç vardı’ diyerek dayanırız kapılarına, matrak olur! Ve tabii ki hologram bağlantılarında komşumuza sıcak bir yer vermeyi ihmal etmeyelim.

İçinden Kuantum Geçen Filmler II

Derki'deki yazımın linkini daha önce vermiştim, yine veriyorum. Ancak loglarda çıkış sayfalarında görmediğim için –evvet, biri bizi gözetliyor- ve konusu tamamen burada çiziktirdiklerimle ilgili olduğu için ve de yeni bir mesaj yazacak vaktim olmadığı için –hemen de nasıl sallarım- açık ve seçik olarak buraya da kopyalıyorum. Afiyet olsun…

Tavşan Deliğinden Aşağıya (Down The Rabbit Hole) (2006)

2004 de spritüel film piyasasını sallayan ‘Ne Biliyoruz ki?’nin devam filmi olduğunu umarak izlediğim Tavşan Deliğinden Aşağıya hakkında yazarak başlıyorum derki’deki yazılarıma. Dvdsi bir aya kadar raflarda yerini alacağı ilan edilen film elime mucizevî bir şekilde geldi desem yalan olmaz. Ben de bu önceliği değerlendirerek izleyicisi bol olacağını tahmin ettiğim film hakkında ilk ahkâm kesenlerden olma ayrıcalığını kullanmayı tercih ettim. –filmde öğrendiğimiz gibi, bu tercihimi yapana kadar izlemek, izlememek, izleyip yazmak, yazmamak ve daha bir dolu başka olasılık söz konusuyken gözlemimi bu eylem üzerinde yoğunlaştırarak bu olasılıklardan birini gerçekleştirmiş oldum-

Hakkında yazmaya karar verdiğim için olaya ciddiyetle yaklaştım ve film başlamadan yanımda kalem ve defterimi hazır ettim. İlk filmi izlemeyen kalmadığını düşünerek bakalım notlara girecek denli dikkatimi çeken bilgileri paylaşayım... Yok, izlemedik, filmde görmek istiyoruz diyenler italiklerin altından okumaya devam edebilir.

Beynimizin saniyede 400 milyar bitlik bilgi aldığı ancak bunun 2000’inin farkında olduğumuzu. Buradan da mevcut bütün olasılıkların beynimizde yer aldığı, realitemizi oluşturan kısmının düşüncelerimizle şekillendiği

Kuantum mekaniğinin dört özelliği
-aynı anda birden çok yerde olabilme olarak açıklanan süper pozisyon
-dalga gibi davranan parçacık olarak açıklanan dalga/ parçacık ikiliği
-uzak mesafelerden iletişim kurma becerisi olarak açıklanan bağlılık
-bir dalga fonksiyonu ile çevrelenmiş kuantum durumları olarak açıklanan- bose-einstein yoğunluğu

Kuantum mekaniğinin dünyayı, elektronlar dünyası olarak değil, potansiyel elektronlar dünyası olarak tanımlaması

Somut dünya olarak algıladığımız maddelerin moleküllerden, moleküllerin atomlardan, atomların ise çoğunlukla boşluktan oluştuğu

Çok küçük alanların çok kısa zamanlarda inanılmaz büyük enerjiler çıkardığı, bir big bang yaratmanın problem olmadığı

Hiçbir şeyin hiçbir şeye gerçekte dokunmadığı, yaklaştığında elektronların birbirini ittiği

Beynin gördüğü şeyle hatırladığı şey arasında ayrım yapmadığı

Beynin arkasındaki hipotalamusun görevinin peptitler üretip yaymak olduğu. Peptitlerin ise her duyguya karşılık gelen proteinler olduğu ve kan dolaşımıyla vücuda yayılıp kendisini kabul eden hücrelere ulaştığı, hücrelerin algılayıcılarıyla buluştuğunda hücreyi aktive ettiği ve aktive olan hücrelerin de ihtiyaçlarını karşılamak için beyine seslendiği ve beynin de bu çağrıya kulak verip ihtiyaç duyulan kimyasalları salgılayacak durumlar/ deneyimler yarattığı… Belli duyguları günlük olarak ne kadar sık hissediyorsak o duyguların kalıplaştığı, ne kadar uzun süre hissetmiyorsak da o kalıpların yok olduğu…

Olumsuz duyguların hücrelerdeki algılayıcıları kapattığı, hücreleri bölünmeye zorladığı ve oluşan yeni hücrelerin çok daha az algılayıcıya sahip olduğu, dolayısıyla yemeklerden alınan kimyasalları algılayamayacak hücreleri besinlerle tedavi etmenin imkânsızlığı

Bağımlılığın kimyasallara ya da duygusal durumlara karşı olabileceği ve en basit tanımının duygusal durumu kontrol edemediğimiz şeylere bağımlı olduğumuz olduğu ve biz o durumlara bağımlı olduğumuz sürece beynimizin bunu tatmin edecek deneyimler hazırladığı

Zihnimizi değiştirirsek seçimlerimizi, seçimlerimizi değiştirirsek de hayatımızın değişeceği

Dr Kuantumun dalga parçacık ikiliği ve gözlemcinin farkını çift yarık deneyi ile anlatması. Maddenin gözlemlendiği zaman parçacık, gözlemlenmediği zaman dalga özelliği göstermesi…

Dr Kuantum’un iki boyutlu ve üç boyutlu yaşayanların farkını göstermesi ve bilinç sıçramasını deneyimleyenlerin geriye dönemediğini anlatması

Kısa cümleler halinde bir a4 ü geçmeyen bu notlar ve filmin kendisi sizce de çok tanıdık değil mi? Görev bilincim bastıran uykuma galip geldi ve farkı neymiş diyerek bir de 2004’de çıkan ilk filmi izledim. Yine defterim kalemim elimde… O da nesi? Aynı konular aynı sırayla aynı şekilde yer alıyor. Ve anlıyoruz ki iki film arasındaki yaklaşık yarım saatlik fark sadece iki ayrı yerde görünen Dr. Kuantum animasyonları!

Şimdi benim bu satırları yazıyor ve derki okurlarına ulaştırıyor olmam bile filmde karşılık bulan gerçeklik yaratma konusu ile açıklanabilir. Ya da düşüncelerimizin geleceği yarattığı mekanizma ki filmdeki favorim bu olmuştur. Bundan sonra laf çok icraat yok saldırısına karşı kullanabileceğim en sağlam savunma. Düşünüyoruz ya kardeşim, geçiniz sen yanmazsan, ben yanmazsamları, düşüncelerimizle değiştiriyoruz dünyayı… Şimdi moda bu! Derken yine duraksıyoruz, düşünüp düşünüp vazgeçerek düşüncelerimizle dünyayı/ hayatımızı değiştiremeyeceğimize inandığımızı ve böylece de bunu deneyimlediğimizi açıkladığı bölüm aklımıza geliyor… Bir an filmin her soruya cevap, her derde deva olacak her şeyi içinde barındırdığı hissine kapılıyorum.

Velhasıl, kuantum mekaniği karışık bir şey. Toplumun medyadan, popüler kültürden ve bunların dayattığı şartlanmalardan yeteri kadar nasibini almış herhangi bir üyesi olarak ben de materyalist, keskin sınırlara sahip bir hayat kurmuştum. Kuantum fiziği ile tanışıp, algıladıklarımızın sandığımız gibi olmayabileceğine, her şeyin mümkün olabileceğine bir şekilde ikna olduktan sonra biraz daha hafif moda geçiş yapabildim ve hayatım daha az stresli ve daha çok keyifli anlardan oluşmaya başladı. Ve evet, filmde dediği gibi hiç eskisi gibi olmadı. Yine de bunlar bir öneri değil, özetle hazır bünyelerde bazı devreleri ateşleme etkisi gösterebilecek bu filmi ya da öncekini isteyen istediği dozda alsın. Ben üzerime düşen görevi –tabi eğer varsa öyle bir şey- düşüncelerimi ve hayatımı gözlemleyerek yapıyorum.

05 Kasım 2006

Festival Kuşu Yine İşbaşında

Perşembe günü biten Komedi Filmleri Festivalinde izlediğim son filmler Kraliçeler -Reinas ve Kahrolsun Sevgililer Günü -Deadpan Valentine idi.

Kraliçeler, uzunca olmasına rağmen izlerken hiç sıkılmadığım bir aile komedisiydi. Homofobiklere göre olmadığını konusunu okuyan herkes anlamıştır sanıyorum. Tarafsız olmayı başaran izleyicilerin filmin aslında kadın gücüne dair olduğunu keşfetmekte zorlanmayacağını düşünüyorum. Kişisel düşüncem; insan söz konusu olduğunda her şey mümkündür, kadınlar söz konusunda olduğunda buna mucize olarak tanımlanabilecek şeyler de dahildir. Erkekler lütfen alınmasın bu yazdığıma, zira içtenlikle söyleyebilirim ki onlar olmadan hayat bu kadar keyifli olmazdı.


Kahrolsun Sevgililer Günü
beni açıklamasında yer alan anti romantik komedi tanımlamasıyla tavladı. Sinema konusunda, -aslında hiçbir konuda- öyle elit bir zevkim yoktur. Öyle romantik komedi neyin izlemem, nerde Almadovar, hani Lars Von Trier diye tutturmuşluğum yoktur. Her şeyde olduğu gibi, film seçerkenki başlıca kıstasım, hoşuma gitmesidir ve birbirinin kopyası, kadınların yalnız güçsüz olduğunu dikte eden alt mesajlar içeren amerikan romantik komedileri bu kategoriye girmediği için genellikle izlemem. Aslında çok film de izlemem ya, olsun, serbest kürsüde içimi döküyorum işte…


Neyse, anti romantik komedi nasıl oluyormuş merakıyla Fransız Kültür’e gittim ve bana çok daha uzunmuş gibi gelen ilk 15 dakika boyunca filmde bir şeyler olmasını bekledim. Tam çıkmaya niyetlenmiştim ki o kendini hayattan izole etmiş delikanlının sinir bozucu sessizliği yerini filmlerde pek görmediğimiz, rom-comlarda hiç göremeyeceğimiz bir özeleştiriyle bozuldu. Toplumu, hayatlarımızı, tercihlerimizi, rollerimizi, rol kesmelerimizi sakin ses tonunu hiç değiştirmeden sorgulasa da bendeki etkisi biri bana dan dun girişiyormuş şeklindeydi. Bu arbedeyi sağ sağlim atlatanları sütliman bir son bekliyormuş. Hayat sandığımızdan çok daha kötü olabilirmiş ancak en berbat hayatı bile düzeltmek mümkünmüş şeklinde gerilen sinirlerimizi gevşeten ana fikir benim de gayet anti bulduğum filme yakışmıştı.

02 Kasım 2006

İki Haber

Size bir iyi, bir de daha iyi haberim var!

Önce iyi haber: Hologramcı, blogcu, hologram blogcusu Pınar etki alanını genişletti, hologram bloguna ek olarak derki.com da yazıyor. Ve işte yeni yayımlanmaya değer bulunarak bir özgüven cilası atan ilk yazısı da burada!

Daha iyi haber ise, yan sütunda ifade ettiğim dileklerim gerçekleşiyor. Biliyorum bu biraz genel bir ifade oldu. Ancak şimdilik verebileceğim tek ipucu bu!

29 Ekim 2006

Favori Film Festivalim Başladı!

Bugün Cumhuriyetimizin 83. doğum günü. Kutlu olsun! Sabah yürüyen öğrencilerle caddede kutladık, akşam da Cumhuriyet Balosu’nda kutlayacağız.

Ancak bugünkü mesajın asıl konusu başlıktan da anlaşılacağı gibi bir film festivali. Bu sene 5. kez düzenlenen, İstanbul’a geldiğimden beri takip edip müptelası olduğum ve yapmayı en çok sevdiğim şeylerden birine hizmet eden bir festival: Komedi Filmleri Festivali! Ve bu da festival sponsorlarından Garanti Bonus’un izleyicilere yaptığı bir hoşluk!


Diğer seneleri hatırlamıyorum, ancak bu senenin afişlerini beğenmiştim. Biletimi aldığım gibi koluma giren şarlo kılığındaki pandomimciye direnmedim ve kendimi birden hatıra panosunun önünde poz verirken buldum. Sonrasında çekilen poloroidi buzdolabına iliştirmemizi sağlayacak çerçeve şeklinde bir mıknatısla birlikte elime tutuşturdular ve bir kez daha kalbimi kazandılar…

Festival açılışını Cuma akşamı 2005 yapımı bir İspanyol yapımı olan Tapas ile yaptık. Film hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadan gittik ve festivalin film seçimine güvenimizi tazeleyerek çıktık. İspanya’da –sanırım Barcelona- kenarda bir mahallede yaşayan insanların birbirinin içine geçen öykülerinin –bu da bir film eleştirisi klişesidir ancak buraya cuk oturuyor- anlatıldığı film ruhumu okşadı, kadife gibi yaptı. Conchi idolüm oldu, Don Mariano ile arasındaki sevgi idealim, Mao’ya, Cesar’a bayıldım ve Raquel’i hiç ayıplamadım! Keşke Conchi ile Don Mariano’nun o son gecelerine dair bir görsel bulabilseydim. Onun yerine filmdeki tek meşelik kişilik olan –ama o da insan- Lolo’nun yer aldığı bir kare koyuyorum ve filme on üzerinden on, beş üzerinden beş yıldız verdiğimi beyan ediyorum.


Dün akşamki film ise 2006 Fransız Belçika yapımı Dikkenek idi. Ukala anlamına gelen ismi film hakkındaki en başarılı tanımı yapıyor aynı zamanda. Belçikalıların zengini ortalaması, kadını erkeği nasıl da topluca kafayı yediklerini gayet ironik ve muzip bir şekilde ortaya koyuyor. Sapık mezbaha müdürü, alkolik mirasyedi, adapte olamamış azınlık, bitirim serseri, lezbiyen polis, ne yapacağını şaşırmış zengin çıtır, uyuşturucu kullanan öğretmen, sürekli dayak yiyen ukala, hiçbir konuda dikiş tutturamamış kaybeden… hepsi bu filmde! Böyle anlatınca kulağa pek hoş gelmiyor belki ancak film hepsinin aslında senin benim gibi insan olduğuna ikna ederek bitiyor ve geride bütün bunların arasında aşkın yeşerebileceğine dair hoş bir umut bırakıyor.

Filmde Stef’i oynayan Dominique Pinon’u nereden hatırladığımı da buldum. Yıllar öncesinin Kayıp Çocuklar Şehri’nden. Yedi tane mi sekiz tane mi klonlanmıştı ve aynı sarkık dudaklarla ortalıkta koşturuyordu. Sonra Amelie’de gördük, bu üç filmde de oyunculuğunu beğendik. Aşağıdaki afişinde kendisini alt sırada sağdan üçüncü olarak diğer renkli kişiliklerle birlikte görüyoruz.


Programa bakınca
21:30 seansındaki In a Day- Bir Günde’yi de izlemek üzere seçmiştim. Ancak ona bilet kalmamıştı. G-mall’ın hemen yanındaki Küçükçiftlik Eğlence Parkı da açık olunca çok dertlenmedim. Rezervasyondan alınmayan bilet var mı diye bakmadan çocukluğumuzdan bir anı tazelemek için ışıkları yanan ancak müşterisi olmayan parka gittik, bir seans çarpışan arabalara binip çocuklarla birlikte onlar gibi şenlendik…

27 Ekim 2006

Hologram Yarışması Sonuçları

Madem söz vermişiz, sözümüzde duralım. Festivallerden biri bitmiş, bir diğeri yoldaymış, araya bayram tatili girmişmiş. Üç gün değil beş gün süren bayramda hologramın h siyle ilgili tek satır okumamış, safi ders çalışmışım. Bitmesine üç sayfa kalmış kitabımı bile bitirmemişim, yorgun argın gelmiş, bir iyi bayramlar mesajı bile yazamamışım gibi bahaneler üretmeyelim!

Blogu en çok hologram nedir ve hologram nasıl yapılır diye merak edenler buluyor ve halen hologramın ne olduğunu ve nasıl yapıldığını bireysel imkan ve deneyimlerimizle gösterememekteyim. Neyse ki dünyada hologram hobiciliği bana gelene kadar almış başını gitmiş, yarışmaları düzenlenir hale gelmiş durumda. Daha önce burada duyurduğum yarışmanın sonuçlarını gecikmeli olsa da aşağıda görüyorsunuz.

Inaki Beguiristain nasıl olup da animasyona benzettiğini anlayamadığım –bu konuda yalnız değilim neyse ki- bu hologramıyla birinciliği kaptı. Bu yetmezmiş gibi gayet sportmence bir davranış ile hem kazandığı ödüllerin bir kısmını diğer yarışmacılara hem de eşi benzeri bulunmayan bu hologramını gelecek yılın ödülü olmak üzere hologram yarışmasına bağışladı.


Tom Burgess bu hologramıyla ikinci oldu.


Dave Battin üçüncülüğü elde etti. Kendisi benim yardım çığlığıma acilen cevap vermiş ve elindeki holografik filmlerden göndermeyi teklif etmiş bir amca olarak hologram camiasında yere göğe koyamayacağım bir şahsiyet oluvermiştir. Belirtmeden geçemedim…


Ve Michael Harrison da pek beğendiğim snopy hologramıyla dördüncü oldu. Forumu takip ettiğim kadarıyla kendisi hologram camiasının eski ve aktif üyelerindendir.


Toplamda sekiz hologramın yarıştığı 2006 Hologram Yarışması böylece başka hiçbir yerde görmediğim bir olgunluk içinde tamamlandı. Hazır hologramların nasıl olduğundan bahsediyorken yine forumda yer alan bir bağlantıyı paylaşmak istiyorum. Oradakiler forumda reklam yapıyor diye biraz bozuk atsalar da buradaki bağlantıda gördüğüm gibi vurulduğum müthiş kalitede iki hologram yer alıyor. Evet evet, dikkatli bakın! Bir düzlemin üzerinde yer almasına rağmen süper çözünürlükte, renkli hologramlar başka bir gerçekliğe açılan pencereler gibi değil mi?! İşte ben bunlardan yapmak istiyorum, böyle biline! Hem eşek yüküyle de para ediyormuş. Gerçi yaptıktan sonra satmaya kıyabilir miyim emin değilim ancak, onu yaptıktan sonra düşünürüm…

19 Ekim 2006

Film Ekimi Devam…

Salı günü, alttaki mesajı yazarken elimde dün akşam için iki filme biletim ve aklımda ardından hemen bu filmler hakkında bir mesaj daha yazmak vardı. Bunu engelleyen bir şey yok tabii ki ancak iki günde benim için o kadar büyük bir değişiklik oldu ki film ekiminin birbirinden güzel filmleri yanında sönük kaldı.

Ne olduğunu burada anlatmalı mı? Bilmem… Belki birkaç ipucu verebilirim. Bu değişikliği büyük olarak nitelendirme nedenim pratik yaşamımda bir sürü değişiklik yaratıyor olması diyebilirim. Onun dışında son iki yıl içinde olabilecekken belirgin bir talebim hatta haberim bile olmadan bir günde gerçekleştiğini söyleyebilirim. Başka başka? Benim için iyi, ilerlediğim anlamına gelen bir şey olduğunu da eklersem sanırım tahmine yer bırakmayacak şekilde açıklamış olurum.

Bendeki etkisi ise, düşününce sadece iki günden bahsettiğimiz halde bana iki aylık deneyimmiş gibi gelmesi. Hazır olduğunda değişim bir anda olur deyişini daha önce duymuştum. Teoride inanırdım da. Ancak pratikte de gerçekten öyle olduğunu görmek bugüne kısmetmiş…



Neyse, fonda Leonard Cohen amca güzel güzel söylerken şarkılarını, hayatı hakkında yapılmış güzel bir belgesel olan filminden bahsetmezsem olmaz. Açıkçası filmi izleyene kadar Leonard amca hakkında sesini ve şarkılarını beğenmekten öte bir fikrim yoktu. Şairliği, şarkı sözü yazarlığı bir yana bir Budist keşiş olduğunu film sayesinde öğrendim. Sizler benim gibi müzik cahili olmayıp bunları zaten biliyor olabilirsiniz ancak bu Coheni kendi sözlerinden dinlemek ve şarkılarının muhtemelen birbirinden iyi sanatçılar tarafından –ben aralarında sadece Nick Cave’i biliyordum, cehaletimiz sadece Coheni kapsamıyor yani- yapılan yorumlarını dinlemek için bile gidilesi bir film. Bir albümünün punkçular tarafından beğenilmesini başarısızlık olarak nitelendirdiği üstelik akımın adını da bir süre hatırlayamadığı kısımda gerçekten keşiş olduğuna ikna oldum ben.


I’m your man ile başlayıp aynı şarkıyla biten filmden sonra Kim Ki-duk amcanın dialoglarıyla bizi koparttığı ‘Zaman’ vardı sırada. Kim Ki-duk amca Güney Korenin ünü parlayan bir yönetmeni. Bir an ünü parlayan diyorsun, say bakalım filmlerini dedim ve aklıma sanırım bu hafta cnbc-e de de yayımlanan Boş Ev’den başkası gelmedi. Hemen Imdb den baktım, zaten diğer filmlerini bilemezmişim. Sanırım bana göre ünlü olması sadece güney Koreli olup da isminin kolay okunup akılda çok yer kaplamayacak kadar kısa olmasından kaynaklanıyor. Öyle ya da böyle yine buradaki yazılara rağmen gittiğim filmde beklediğimin aksine çok eğlendim. İlişkiler konusunda öyle dialoglar geçiyor ki tıkabasa dolu olan salonun tamamından sitcomlarda efekt olarak kullanılan kahkahalar aynı anda yükseliyordu. Üstelik bir iki yerde değil, filmin neredeyse tamamında! Muhtemelen vizyona girecek olan filme ilişkilerin dünyanın her yerinde kaotik olabileceğine dair matrak bir film izlemek isteyenler gönül rahatlığıyla gidebilir derim.

Şimdilik bu kadar… Hologram forumundaki gelişmelerle pek yakında burada olacağım…

17 Ekim 2006

Yardım Beklerken Film Ekimi

Sadece beklemeyi her zaman zor, gereksiz ve sıkıcı bulmuşumdur. Tamam, siz hazır olabilirsiniz ancak o hazır değildir. Eninde sonunda olacağını umarak bir şey yapmamak benim gibi kurtlu birinin yapacağı şey değildir…

Tamam, bekleyerek geçirdiğimiz zamanı hayatımızın en unutulmaz anları yapalım haydi şeklinde hayalci bir teklifte bulunmayacağım. Yine de tercihim öncelikle beklediğim şeye hazır olmak, ardından da beklediğim zaman dilimini bir şekilde eğlenceli geçirmektir.

Ben de hala gelmeyen yardımı beklerken kendimi film ekiminden iki filme götürdüm. Üstelik yarım günlüğüne işi kırarak! (en eğlenceli kısmı buydu zaten!)

İlk filmimiz, Keanu Amcanın güzel yüzü hatırına öğlen öğlen yetiştiğim, A Scanner Darkly. İksv’nin ilgili sayfasında filme dair bilgiler ve sinopsis yer alıyor. Çok güvenmemek gerektiğini belirterek iletiyorum. Çünkü orada yazılanları okuyup filme katlanacağımı düşünerek gitmiştim, ancak gayet insancıl ve mantıklı bir şekilde bitti. Kullanılan değişik teknikten bahsetmiyorum bile. Meraklısı zaten benim söyleyeceklerimden fazlasını bilir…

İkinci filmimiz ise Habana Blues. Çok eğlendiğim, biraz ağladığım ve kesinlikle izlediğime pişman olmadığım bir film oldu. Coğrafyamıza uzak diyarlarda özümüze yakın insanların öyküsü, bolca güzel müzik ve biraz da dram.


Geçen seneki rekorum üst üste üç film izlemekti. İksv gündüz seanslarını gitmemeye pişman edecek şekilde fiyatladığı için tam gün izin alıp soğuğa aldırmadan limitlerimi zorlayan bir performans göstermiş ve bunun o kadar da gerekli olmadığı kanaatine varmıştım. Üst üste izlenecekse, iki film idealdir. Devamı Çarşamba akşamına…

(Kozmik ışınlarla yıkanırken bir de beni festival festival gezdirecek bir iş dilesem mi diye düşünmeden edemiyorum. İşim bu olmasın ancak şu, pek içlenip de gidemediğim açılış konserleri, galalar, festivallere gani gani gidebileceğim zaman ve kaynak sağlayan ve zevkli ve çok başarılı olduğum ve iyi ve bana trafik sorunu yaşatmayacak bir iş olsa tek kelimeyle süpper olur!)

16 Ekim 2006

Deney #5

Ekipman: Mevcut Hologram Seti ve 8mWlık yepisyeni lazer diyotum
Pozlama: 10+3 ve 15+5 dakika
Sonuç: Kendimi akıl sağlığımı sorgularken bulmam

Bir Cumartesi daha hologram deneyi ile geçti. Bu sefer bir öncekinden farklı olarak yaptığım ışın ayırıcıyı da olaya dahil etmem. Obje olarak da –nasıl olsa görünen bir şey yok- değişiklik olsun bari diyerek boyadığım deniz kabuklarından birini kullandım.

Yeni lazer daha geniş olduğu için onu ışın ayırıcının hizasında sabitlemek, ışını odaklayıp tam ışın ayırıcı denen o minik merceğin içinden geçecek şekilde ayarlamak zaten akıllı insanların uğraşmayacağı cinsten bir faaliyetti. Bir de uzun sürelerde pozlamak ve pozlama boyunca sessiz, hareketsiz, nefesimi bile yavaşlatarak geçirmek de sabır taşı olsa çatlardı durumları yaratıyor.

Ama ben? Gördüğünüz gibi hala hayattayım! Bir miktar motivasyon güçlüğü çekmiyor değilim. Ancak düştüğüm her yerden bir avuç toprakla kalkmayı ilke edinmiş inatçı –yok yok kararlı diyelim- kişilik olarak o gerçekte 20 dakika olan bana bir ömür gibi gelen süreyi gayet meditatif ve cool bir şekilde hayatın gizemine benliğimin derinliklerinde rastlayarak geçirdim.

Neyse, bu kadar uhrevi muhabbetten sonra dünyaya dönüp dünyevi işlerimizi tamamlayalım. Nitekim burada bulunma nedenimiz budur zaten. Pazar günü, bu böyle olmayacak bir yardım almak gerek diye düşünüp bir bilene sormak için foruma girdim. Tabii ki soru sormak için üye olmak gerekiyormuş. Hesaba katmadığım konu, üye olmak için de üyelik talebinin onaylanması gerekiyormuş! Hologram camiasına girmek bile öyle ben geldim şeklinde olmuyormuş meğer… Pazar akşama kadar bekledim ancak üyeliğimi kabul eden maili bu sabah okudum. Üstelik onda da üyeliğimin bir de aktive edilmesi gerekiyormuş, aktive olunca bir mail daha gelecekmiş şeklinde okuyunca hiç hoşuma gitmeyen şeyler yazıyordu. Oysa dünyanın -onlara göre- doğu koordinatlarında bir can, ‘abiler ablalar, ben bu allahın cezası litiholoyu aldım, onunla nasıl hologram yaparım?’ diye sormak için yanıp tutuşuyor, umurlarında mı? Değil tabii ki!

Özetle, bildiğim bütün yolları denedim, olmuyor. Yardım bekliyorum…

11 Ekim 2006

Blogger Betayı Test Ediyorum

Evet, gördüğünüz gibi blogger betaya geçtim, test ediyorum. Şimdilik herşey kolay görünüyor. Betaya geçmekten daha çok, mesaj sütununun daha geniş olduğu -şimdiki gibi- bir stil istiyordum. Beyaz sayfadan memnundum ancak sevdiğim renkleri de göz yormadan kullanabilmek istiyordum. Betaya geçişi bahane edip yeni stilime de kavuşmuş oldum.

Bakıyorum, başlık, mesajın paragraf yapısı, mesajdaki monokrom yapı hoşuma gitti. Eski halleri bilen okuyucu, sen ne dersin?

08 Ekim 2006

Holografik Obje(lerim)

Hologramı yapılacak objeler hakkında atıp tutmayı ve kendi objelerimi sergilemeyi ne zamandır istiyordum. Deney ve konu yokluğundaki şu hafta bunun için ideal görünüyor.

Hologramın her detayında olduğu gibi hologramı çekilecek objeler de hologramda iyi çıkmak için bir takım alengirli özellikler taşımak zorunda. Böyle olduğunu setim gelip de kutuyu açtığımda öğrendim. Öneri mahiyetinde de olsa iyi çıkmasını sağlamak için ya parlak kırmızı renkli veya gümüş ya da altın gibi ışığı yansıtan cinsten olması gerektiğini yazıyordu. Aşağıda gördüğünüz prenses leia heykelciği (ortada) ve oyuncak otobüs (sol önde, hahaha çok eğleniyorum burada) setin içinden çıkan objeler olarak bu özellikleri taşıyorlar. Bir de işi bilen bir hologramcıya rastlasalar ne güzel çıkacaklar, oysa garibanlar geceler boyu poz verdikleriyle kaldılar… Aynı fotoğrafta solda arkada yarışmaya göndermek için gelen biraz irice bir dalmaçyalı ve sağ arkada ise parlak olması itibariyle denemeye değer bulduğum fil şeklindeki tütsülük yer alıyor. Evet, doğru okudunuz, o minik porselen fil, tütsülük olarak geçirdiği ömrü yeterince çileli değilmiş gibi bir de holojenik mi (bunu da şimdi uydurdum, fotojenik’e muadil olması bakımından, o kadar çalışıyoruz, literatüre katkımız olsun değil mi?) diye denenmek üzere sırasını bekliyor.


Bu fotoğrafımızda zamanında denizden ya da kumsaldan topladığım deniz kabukları var. Orijinal materyalleri lazer ışığını yansıtmaz da soğurursa diye birer tanesini yaldızla boyadım.


Ve bu fotoğrafımızda da yine zamanında ormandan topladığım kozalaklar ve at kestanelerini görüyoruz. At kestanelerinden biri açık havada kahvaltı yaparken ağaçtan tak diye masamıza düştü, sekti, ortalığı devirdi. Ben de bu saldırısını kınadığımı onu yaldıza bulayarak ifade ettim. Red kit’de suçluları önce katrana sonra kuştüyüne bularlardı ya, onun gibi…


Ve son olarak, hologramla hiç ilgisi olmayan bir mor kuvars görüyoruz. Doğal parlak olması nedeniyle ve tamamen deneysel takıldığım için onu da sıraya koyuyorum…


Sonuçta monokrom çalıştığımız için –şu an için- ya parlak olması nedeniyle ya da rengi nedeniyle bizim kırmızı lazer ışınımızı yansıtacak objeler holojenik olacaktır. (hala bir tanecik yapamadık ya, olacaktır cektir demek zorunda kalıyoruz, pek gücümüze gidiyor, öyle ki birinci tekil değil birinci çoğul zaman kullanarak genele yansıtıyoruz aklımız sıra, o da komik oluyor) Olur da renkli hologram yapmaya geçersek o zaman bu konuda daha az sorun yaşayacağızdır. Hele bir de pulsed lazer geçerse elimize, o zaman objelerden portrelere terfi ederiz ki, artık o lazeri yer miyiz, yanında mı yatarız bilemiyorum.

01 Ekim 2006

Carlsberg ve Bilim

… Bunlar 1900-1930 yıllarıydı, fizikte en önemli keşifler Bohr, Sommerfield, De Broglie, Einstein, Planck, Dirac, Heisenberg ve diğerleri tarafından yapılmıştır. Her hamleden sonra bu bilim adamları bir araya toplanır ve bir Danimarka birası olan Carlsberg eşliğinde, Carlsberg Sarayında bunu kutlarlardı. Bu bira fabrikasının kurucusu, yapıcı eylemlere yatkın, döneminin bilim insanlarına yardım etmiş bir hayırseverdi. Şirketinin kazançlarını bilimin gelişmesi için kullanılmak üzere Danimarka Kraliyet Akademisi’ne bağışlamıştı. Mirasında kendi muhteşem evinin dönemin en ünlü Danimarkalı bilim adamının hizmetine sunulmasını özellikle belirtmişti ve Bohr buraya taşınmıştı. Bohr Enstitüsü, Kuvantum Fiziği dünyasının merkezi oldu. İnsanlığın bir bira fabrikası sahibinin eylemleri aracılığıyla bilgide bu denli dev bir aşama yapacağını kim hayal edebilirdi?

Ruhun Fiziği, Fabio Marchesi, Goa Yayınları, 2006, sayfa 25, 26

Bu satırları okumuş, ilginç deyip geçmiştim. Daha sonra sadık okurumuz Metin Beyin ısrarıyla bulup buraya da aktarmaya niyet etmiştim. Bu sabah yatakta daha çok kalmaya bahane olması için buna rastlamış olabileceğim kitapları sayfa sayfa karıştırıp hangisinde yer aldığını buldum. Tabii ki baktığım son kitaptan çıktı!

Klasik bir titiz başak eğilimiyle bu kadarıyla yetinmedim ve bunun hakkında rastlayabileceğim başka kaynaklar için gugıla başvurdum ve o da bana kanıtları bir bir sundu.


İlk olarak Bohr (sağdaki amca) ve Heisenberg’i (o da soldaki yakışıklı) bir masada bahsi geçen seanslardan birinde görüyoruz. Fotoğrafın sağındaki Carlsberg şişelerine dikkatinizi çekerim.


Ve burada da Carlsberg bira fabrikasının sonradan Bohr’un emrine amade edilen binası. Yeşillikler içinde taş bina tek kelimeyle süper! Evet, ben de düşündüm, karar verdim, ben hologram yaparken böyle bir sponsorum olması benim için de hiç fena olmaz… Aynen bunun gibi bir mekan, ancak içinde parke bir salonu da olsun isterim, dans etmek için. Yediğin önünde yemediğin ardında, sen kafana göre takıl modeli bir sponsor diliyorum! Zaten öyle boğazlı biri değilimdir, otla çöple doyarım. Kimseye zararım da yoktur, normal insanların öldüresiye sıkıcı buldukları anlamsız rutinleri bıkmaksızın tekrarlayabilirim, deney güncelerimden şimdiye kadar anlamış olmanız gerekir. Hem, belli mi olur, böyle bir sponsorum olur da tüm mesaimi hologram yapmaya ayırırsam bir Nobelcik de ben kaparım! Lab dışındaki zamanlarda da öyle çimenlerin üzerinde yatar yuvarlanır, yüzümde bir tebessümle huzur meleği şeklinde takılırım. Yurdumuzun gelişecek alanlarında destekleyecek adam arayanlar, beni bir düşünün diyorum!

Hikayeyi özetlemek gerekirse, J. Carl Jacobsen adındaki biracı hayırsever bir amca, -ismi Bohr ve Carlsberg arattığımızda ilk sayfada çıkan sonuçların sadece birinde yer alıyor. Sadece onun adını arattığımızda ise karşımıza daha çok Danca sonuçlar çıkıyor- yaptığı biraları ve kazandığı paraları dönemin bilim insanlarına hibe etmiş, miras bırakmış. Ancak yatırımları da karşılıksız kalmamış, Neils Bohr, muzip kişiliği, alçak gönüllülüğü ile İleri Araştırmalar Enstitüsünü bilim adamlarını mıknatıs gibi çeken bir hale getirmiş. Daha sonra enstitü kendi ismini almış ve daha sonra bu enstitü de, inanmazsınız Avrupa Parçacık Fiziği Araştırma Merkezi’nin, ki biz onu kısaca CERN diye biliriz, kurulmasına yardım etmiş. Ya, nereden nereye!

Niels Bohr'un altı çocuğu olduğunu -eski topraklar nesli geliştirmek için bizden daha çok çalışmışlar- ve kendisi gibi, oğullarından Aage Bohr’un da fizikçi olup 1975’de Nobel Fizik Ödülü aldığını da buradan öğreniyoruz. İkinci dünya savaşı sırasında Danimarkalıların Nazilerden kaçışına yardım ettiğini, Manhattan Projesinin atom bombasını bulacak çalışmalarından rahatsız olup bu bilgilerin dönemin Sovyetler Birliğine de iletilmesi gerektiğini savunduğunu öğrenince ‘heyt bee, işte heykeli dikilecek adam!’ dememize kalmıyor, zaten yaptıklarını görüyoruz. Eh, peynirleri, gemileri ve masalcı Andersen’iyle birlikte Danimarka’nın simgesi olmak böyle bir şey demek ki!



Tarihin tozlu yapraklarında çıktığımız bu keyifli yolculuktan –nasıl bir klişedir bu da- dönerken rastladığım üç Türkçe bilim sitesinden bahsetmek istiyorum. Biri, elektromania.net; diğeri, atominsan.com; ve sonuncusu da, bilim.biz. Şimdilik burada yerlerini alsınlar, detaylı olarak kurcaladıktan sonra belki kalıcı olarak bağlanırız onlara da.

28 Eylül 2006

Deney #4

Ekipman: Mevcut Hologram Seti ve 8mWlık yepisyeni lazer diyotum
Pozlama: 5+2 dakika
Sonuç: Ne sonucu? Ne sonucuu?! Böyle sonuç odaklı işleri methedip beni dellendirmeyin diyorum!!!

Yukarıdaki iki satırdan anlaşılacağı gibi hologram yarışmasına yetiştirme umuduyla Salı günü apar topar değiştirdiğim lazerimle yaptığım ilk denemeler de herhangi sevindirici bir sonuca ulaşmadı. Ne umutluyum oysa ki… Lazerin gücünü arttırdık ya, şıppadanak yapacağım sanmıştım, bir önceki gün iyice dinlenip –uyuyakalmanın nazikçe ifadesi olur bu da- dün de gezmelerden erken dönmüştüm. Hele bir de dün öğledensonra birden bire karşıma çıkan projeyle ilgili daldığım hayallerden sonra bu mesajı yazarken nasıl utanıyorum, bilemezsiniz.

Olsun, moralimizi bozmayalım. Sanki hologram yapamadığım ilk deney, hah! Ben böyle hologram yapamaya yapamaya, yaptığım ilk anın coşkusuna yatırım yapıyorum bikerem! Züğürt tesellisi fonda çaladursun dün akşam lazerle yaşadığım münasebeti anlatayım, bu hakikaten komik!

Efendim, -bir kitlemiz var ya, öyle kendi kendine konuşmak modundan kalabalıklara seslenmek moduna geçtiğimizin resmidir- daha şık olduğunu daha önceki yazılarda müjdelediğim yeni lazerimiz, 8 mWlık güçte ışın yaymanın yanında biraz daha alengirli bir yapıya sahip. Çapı ve boyu biraz daha büyük ve önündeki merceği vidalı olması sayesinde ileri geri hareket edebiliyor. Bunu yapan vida da mikronlarla ölçülecek boyutuyla gövdenin üzerine gömülü halde duruyor.

Lazeri alırken bütün özelliklerini gösteren bir demo yaptık, merceği uzaklaştırdık, yakınlaştırdık, çıkardık. Bu fasilite ışını nokta şeklinde odaklamakla ilgili ve odaklamak istediğiniz yere olan uzaklıkla değişiyor. Neyse, merceği uzaklaştırdıkça odak dağılıyor ve benim sette tam ışın ayırıcı denen zımbırtının yaptığı şeyi yapıyor olduğunu farkettim ve bir kez daha sevindim. Merceği üzerinde, hiza ayarlama işinden yırttık diye sevinirken büyüteç etkisinin mercek üzerinde birkaç noktayı görünür hale getirdiğine şahit olduk. Tozdur, temizlenir deyip geçtik.

İşte evdeki eğlencenin ilk durağı bu toz zerresinde konuşlanmış oluyor. Ben, daha önce fotoğraf makinası, agrandizör gibi başka hassas aletlerin hassas objektiflerle daha önce haşır neşir olmuş, bilinçli –olduğunu iddia edebilecek diyeyim artık- bir insan olarak eve gelince lazeri çalıştırdım, toz zerreciğinin yerinde takıldığından emin oldum, bir kulak temizleme çubuğunu elime aldım ve refleks olarak dilimle ıslatıp merceğe bastırdım! Dakka bir gol bir! Ve hemen yaptığımın ne kadar salakça bir iş olduğunu mercekte bir çiçek gibi açılan izden anladım. Yılmadım, kulak pamuğunun temiz tarafıyla biraz ovaladım ki böylece salyamı merceğin yüzeyine eşit olarak yayabileyim! Şimdi bunları yazarken kahkahamı zor bastırıyorum ancak akşam işler bambaşkaydı. O en az kullanılan kelimeleri kullanmadıysam da isyan ettiğimi hatırlıyorum, vermeyin böyle şeyleri benim elime, ne işim var elimin hamuruyla minnacık mercekleri temizlemeye diye…

Bir derin nefes alıp verdikten sonra aklıma dizüstünü –ve diğer teknolojik oyuncakları- temizlemek için aldığım köpük sprey geldi aklıma. Daha kötü olamaz diye düşünüp onu püskürttüm. Deneyselliğim öyle üzerimdeydi ki, onu bile önce çalkalamadan –çalkalamak gerektiğini biliyordum halbuki- sonra çalkalayarak olmak üzere iki kere uyguladım. Bir süre elimde köpükten görünmeyen merceğe bakıp bu köpük kendi kendine mi eriyecek yoksa kulak pamuğuyla dürtmeye devam mı diye kararsız kaldım, baktım köpüğün eriyeceği yok, bu sefer temiz bir kulak pamuğuyla temizledim.

Lazere tuttuğumda zerreciklerin nurtopu gibi yerli yerinde durduğunu görünce hmm dedim, demek diğer tarafındaymış. İç tarafa toz girmesini aklım kesmemekle birlikte o kadar kurcaladık, orası da eksik kalmasın diyerek köpük işlemini ters tarafına da uyguladım, toz zerreciklerine kulak pamuğunun liflerini ekledim, onları iyice ovalayarak ilk aldığımdan daha temiz olmayan bir şekilde bu ızdıraba son verdim.

Sonra bir de bu vida ne kadar açılıyor acaba diyerek vidayı çıkartmam –düşürmem- onu arayıp, yerine takmaya çalışmam, defalarca takamamam vardı ki bu performansımı görüp, ben yine kek börek, ekmek yapmaya vereyim kendimi, en azından karnım doyar diye düşünmedim değil.

Meşakkatli temizleme faaliyetinden sonra lazeri sabitleme işini şaşılacak bir çabuklukla hallettim ve hemen pozlamaya geçtim. Özellikle belirtmek istiyorum ki, ışın ayırıcı yerine merceği ileride tutarak ışını yaydığım iki –başarısız- deneme yaptım. İlkinde 5+2,5 ikincisinde ise 8+5 dakika pozladım, güçlü ışıkla şokladım. Ve eskisinden bile beter, süper şeffaflıkta iki cam parçam oldu. İlk pakette sanırım sonuncu plaka duruyordu ancak ikisi de böyle çıkınca süreyi arttırmanın bir mantığı olmadığını düşündüm ve henüz erken olmasına rağmen gidip yattım.

Şimdi, bilim önlüğümüzü yine de giyip neden böyle olmuş olabilir sorusuna cevap arayalım: Aklıma ilk olarak, yaptığım en büyük değişiklik olarak ışın ayırıcıyı kullanmamış olmak geliyor. Sonra, eksik pozlama vs, eski bildik hikayeler… Ve daha öncesinden farklı olarak, açtığım kutunun işe yaramaz, bozuk olduğunu, bir üretim hatasının benim başıma patladığını falan düşünüyorum. Forumda benim gibi birinin –bu konuda yeni anlamında- iki zarı üst üste koyup hologramını yaptığını görmesem bu şüphemi genelleştirecek, bu hazır setin plakaları zaten çalışmıyor diyecektim ancak diyemiyorum… Bakalım kısmet diğer kutuya…

Bu arada havlu atmak gibi olmasın ancak hologram yarışmasına yetiştirebileceğim bir hologram yapma olasılığımın epey düşük olduğunu görüyorum. Bir haftadır dengeyi bu tarafa fazla kaydırmış olmanın taktığı bir çelme belki de… O nedenle, dengeyi tekrar kurmak, moralimi düzeltmek, dünyada keyifli başka şeyler olduğunu da hatırlamak adına bu akşam kendimi dansa vuruyorum ve döne döne uçup kelebek oluyorum.

27 Eylül 2006

Uzaylılara Nanik

Forumda dolaşırken yeni bir bilim sitesine rastladım. İlgili konuyu okuduktan sonra ilk yaptığım hologram ve holography kelimelerini aratmak oldu ve bakın karşıma ne çıktı! Bir capon sanatçı amca Afganistan’da yıkıma uğrayan 1600 yıllık heykellerin hologramlarını eskiden bulundukları yere projekte edecek bir proje peşindeymiş!

2005 tarihli bu habere şimdi rastlamış olmak bir miktar utanç duygusu yaratmadı değil. Şimdiki hali ne olmuştur diye hemen ara gugıl bul gugıl yaptım ve Hiro Yamagata amcanın sitesine, oradan haberde bahsi geçen projenin sitesine ve aynı anda tabii ki wiki deki bilgilere ulaştım.


İşte budur diyorum! Hiro Yamagata amca, yaşımı neredeyse ikiye katlayan ömrü boyunca yememiş içmemiş birbirinden görkemli projelere imza atmış. Bir insan bu kadar mı büyük düşünür ve bütün bunları bu kadar mı sistemli bir şekilde hayata geçirir?!!! Kendisini biraz geç keşfettim ancak vizyonuyla bir anda gözüme giren ikinci Japon sanatçı oldu. (ilki bir film festivalinde kendisi hakkında yapılan belgeselini izlediğim Araki Mentari olmuştu. Sen o kadar fotoğrafla ilgilen bu adamı es geç diye epey bir hayıflanmıştım kendi kendime.)

Ben yeni tanıştığım ya da bu yeni hobimi bilmeyen eski tanıştığım kişilere heyecanla anlatırken herşeyin mümkün olduğuna, yaparsak olacağına olan inancımla ve böyle bir vizyonun gerçekleşmesine iştirak etme heyecanıyla konuşuyorum konuşuyorum. –ki normalde konuşkan biri değilimdir- Genellikle ikinci cümleden sonrasını dinleyen olmuyor. Böyle olduğunu görünce başka bir şey deneyeyim dedim ve ‘Hologram mı? Ne iş?’ diye soran son kişiye peşin peşin söyledim: ‘Bak kardeşim, ben son zamanlarda neredeyse bütün boş mesaimi buna ayırıyorum ve çok heyecan duyuyorum. Bu da bana, bu kilit soruları soran birini üç saat aralıksız konuşarak esir alabilme performansı sağlıyor. Bu bilinçle yine aynı soruları sormak istediğinden emin misin?’ dedim, konuyu değiştirdi! Ve ben buna acayip bozulmuş olmalıyım ki, böyle konuşmaya başladığımda duyduğum heyecanın nedeninin yaptığım/ gayret ettiğim/ deneyip durduğum işlerin Bamiyan Budalarının yansıtılması gibi geniş vizyonlara uzanıyor olması olduğundan önce anlattım.

Neyse, gelelim Yamagata amcanın marifetine. Programdan anladığım kadarıyla henüz kaçırdığımız bir şey yok, projenin 2009 ortasında hayata geçeceği öngörülüyor. Yapılan şeyse, Afganistan’ın Bamiyan şehrinde budist rahiplerin 1500-1600 yıl kadar önce yaptığı ve 2001’de tahrip edilen Buda heykellerinin eskiden bulundukları yerde haftada birkaç saatliğine de olsa hologramını yansıtacak bir lazer düzeneği kurulması.

Ve ben bunu okuyunca düşünmeden edemedim. Uzayda, binlerce milyonlarca yıl uzaktaki yerlerden dünyamızı gözleyen uzaylılar varsa ve onlar teleskoplarını tutup da Afganistanın göbeğine doğrultmuşlarsa şaşırmazlar mı; birileri dağları oyup heykel yapıyor, hop, heykeller gidiyor, hop geri geliyor, hop gitti hop geldi…

24 Eylül 2006

Deney #3

Ekipman: Mevcut Hologram Seti ve 1mWlık yeni lazer diyotum
Pozlama: 5+5 dakika

Sonuç: Sayılmaz.


Deneyin ayrıntılarına geçmeden önce yeni (ve en kısa sürede değişecek) lazer diyotumdan bahsedeyim: Dün, yani cumartesi günü, hologram yarışmasının son haftasına girmenin verdiği gazla cebime dolarları koyup koçtaş power’ın Merter’deki mağazasına gittim. Bir önceki hafta gibi olmaması için Cuma akşamı uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımı bir miktar hayal kırıklığına uğratmak pahasına eğlenerek geçirebileceğim saatleri uyumaya ayırdım ve ancak o sayede sabah erkenden kalkıp yola koyulabildim. Google map sağolsun, önceden hazırlığımı yaptığım için daha önce hiç gitmemiş olmama rağmen mağazayı elimle koymuş gibi buldum.


Biraz sıra bekledim ve benimle de ilgilendiler. Yanımda, ismini daha fazla yazarak arama motorlarını yanıltmamak istediğim setin zamazingolarını da götürmüştüm. Niyetim, üç pille çalışan güç kaynağımla kullanabileceğim 8 mW gücünde ışın veren kırmızı nokta lazer almaktı. (bozduğum diyotun üzerinde class 3a yazıyordu, ki bu çıkış gücü 1 ila 5 mW arasında olduğunu gösteriyormuş, lazer pointerın da ondan daha güçlü olmadığını ve önceki deneylerde hologram yapmaya yetmediğini düşünerek 5 mWdan daha güçlü bir lazer arıyordum ve listede 8 mW vardı) Fakat mağazadan çıkarken elimde 1 mWlık bir lazer ve gücünü prizden almasını –dolayısıyla sabit kalmasını- sağlayan bir adaptör vardı ve ikisine beklediğimden çok daha az, 25+15 yani 40 dolar verdim.

Şimdi düşününce sadece boyut bakımından elimdeki setle kullanabileceğim için gücünün yetmeyeceğinden neredeyse emin olduğum bu lazeri almam bana da saçma görünüyor. Ancak 8 mWlık ile değiştirebileceğime garanti verince yine de bir deneyeyim diye düşünmüş olmalıyım. Nitekim denedim ve olmadı. Değiştirmeden önce bozduğum lazerle birlikte bir fotoğrafını çektim. Gördüğünüz gibi ikisi de mini minnacık şeyler ancak Huanic marka yeni lazer (sağdaki) Amerikalı muadilinin yapmadığı şeyi yapmış ve hassas olan –dikkatsiz bünyelerin metal klipslerle kıstırıp kısa devre yaptırabileceği(!!!)- kısmını herhangi bir şeyden zarar görmeyecek şekilde korumuş. Bravo diyorum!


8 mWlık olanı daha da şıktı. Boyutları biraz daha büyüktü –hala serçe parmağım kadar bile değil- ve önündeki merceğini değişik uzaklıklara odaklayabilmek için ileri geri hareket ettirme imkanı veriyordu. Fiyatının 37.5 usd olması gerekiyor ve hatırladığım kadarıyla aldığım adaptörle birlikte kullanılabiliyor ve tabii, yarın değil Salı günü benim almamı bekliyor.

Gelelim üç plakayı daha çöpe dönüştüren deneylere… Obje olarak setin içinden çıkan metal prenses leila heykelciğini kullandım. Aslında hologram yarışmasına göndermek için bir köpek biblom vardı. Ancak yüzeyi mat olduğu için ilk denemede sağlıklı sonuçlar vermeyebileceğini düşündüm. İlkinde 5 dk objeyi 5 dk da boş plakayı pozladım. Biblonun kafasını da alması için plakayı boyuna yerleştirmiştim. Fakat onuncu dakikada plakayı sabitleyememiş olduğumu ve ağırlığına yenik düşüp gözle görülür bir şekilde öne kaydığını fark ettim. Sonuç, sayılmaz!


Eh, her denemede bir hata payı vardır, önce görüntüyü oluşturalım isterse kellesi çıkmasın diyerek bir sonraki denemede plakayı yatay koydum ve 10+5 dk pozladım. Süre bitince de daha önce hologram forumunda okuduğum gibi halojen lambanın en açık ışığına tutarak şokladım. I ıh! Yine görüntü yok!

Üçüncü ve son olarak pozlama süresini 15+10 dakikaya çıkardım, aynı şekilde şokladım ve hala görüntü olmayınca normalde kullanmadığım kelimeleri sayıp dökerek deneylere son verdim.

Pozlama sırasında ilginç bir şey fark ettim. Yeni lazeri adaptöre ve onu da uzatma kablosuna bağlayabilmek için düzeneğin açısını değiştirmiştim ve bu sayede lazerin ışığı önce ışın ayırması beklenen minik mercekten objeye ve oradan da plakaya ulaştıktan sonra arkasındaki duvara yansıyordu ve mercek büyüteç etkisi yarattığı için normalde göremeyeceğim ayrıntıları ortaya çıkarıyordu. Bir anda duvarda girişim deseni görünce heyecanlandım ve tam işte bu diyecekken plakayı kaldırmak geldi aklıma. Benim girişim deseni sandığım şey meğer ışın ayırıcıdan kaynaklanıyormuş. Bunun normal olup olmadığını bilemiyorum ancak o anki hissiyatım elimdeki şeylerin sandığımdan da uyduruk olduğu yönündeydi.

Bütün bunların sonucunda ilk olarak lazeri değiştiriyoruz. Daha sonra da foruma soruyoruz. Bir yandan hologramını yapacağımız objelerimizi allayıp pulluyoruz –bkz holografik objelerle ilgili gelecek mesaj- ve eğer şanslıysak bütün bunları bu hafta içinde yapıp hevesli bir taze olarak ilk hologramımızı yapmış ve süresi bitmeden hologram yarışmasına yetiştirmiş oluyoruz.

Lafı bu kadar uzatmışken oldu olacak birden hologram yarışmasına ilgi duymamın nedenini de yazayım: Birincisi, hologramın kendisini göndermiyoruz, en azından katılmak ve yarışmak için. İkincisi zaten çok az kişi katılıyor, geçen sene dört kişiymiş, bu sene sanırım onu ya bulacak ya da bulmayacak. Üçüncüsü katılmak için deneyimli olmak gerekmiyor, yenileri de özendiriyorlar ve tabii son olarak ödüller, sponsor firmalardan indirim çekleri, hologramlar vs. Tam da carlsberg gibi bir sponsorum olsa derken iyi bir başlangıç olurdu… Denemeye devam. Bu gidişle yeni lazerlerle yapamadığım hologramı iman gücüyle yapacağım, o olacak!

23 Eylül 2006

Arif 2006 – Gidemediğim Festival

Araştırma ve İnovasyon Festivali 2006

Geçtiğimiz Çarşamba iki arkadaşımla Beyoğlu’na, bir konsere giderken metroda afişini gördüm. Netten bir bakayım dedim ve tabii ki anında unuttum. Hatırladığımda Cuma öğleden sonra olmuştu ve program yapmak için çok geçti. Ben de şu anda açılmayan sitesinde neler kaçırdığıma bakıp iç geçirdim.

Ufkumuzu açacak bin türlü projenin içinde Momentum AŞ nin üç boyutlu film ve bilgisayar oyunu demosu, doğal olarak ilgimi çekti. Üç boyutu okuyunca kalp atışlarım hızlandı tabi. Ancak açıklamasında bilgisayar teknolojisi ile fotoğraflara derinlik verilip animasyonunun yapılması gibi bir şey yazıyordu ve bunu okuyunca kalbim normal hızına geri döndü. Medyalab’in yaptığı sitede bu teknolojiyi kullanarak yaptıkları bir tv programının demosunu izledim; Adile Teyze ve kuzucuklarım –yeni değil anladığım kadarıyla, yayımlanıp kalkmış bile olabilir, tv izlemediğim için ancak şimdi haberim oluyor- tek kelime ile korkutucu idi! Bana göre tabi :o

İnternette 3 boyutlu film çeken video kameralara rastlamıştım. Anladığım kadarıyla derinlik katma bakımından benzer bir iş yapıyorlar ancak bana sorarsanız hologramın yanından yöresinden geçemezler. -gerçi dün bir arkadaşıma hologram yaptığımdan bahsedince o da hologramları korkutucu bulduğunu söyledi- Üstelik görüntü de dijital yolla oluşturulduğunda sonuç gerçeğin kötü bir taklidinden ibaret oluyor ve beni isyanlara sevk ediyor. Gerçeğine benzeyenini yapamıyorsanız yaratıcılığınızı koyun, benzemeyenini yapın, karikatür yapın, animasyon yapın kardeşim!

Neyse, festivalde bir de zihni sinir procelerinin demoları varmış ki asıl kaçırdığıma üzüldüğüm kısım bu oldu. Akşam da konser dinlenip araştırmacı ve inovasyoncuların kafa dağıtma gecesi olarak geçirilecekti.

İnovasyon konusunda söyleyeceğim son şey eklediğim son bağlantıyı tanıştırmak hakkında. inovasyon.com a daha önce rastlamıştım ancak aktif görünmediği için bağlantılara eklememiştim. Festival inovasyon konusunu hatırlatınca tekrar bir baktım, görmeyeli hareketlenmiş. Ben de başlıktaki alıntıya tamamen katıldığımı belirtiyorum ve yeni aldığım lazerimle hologram yapmaya geçiyorum.

20 Eylül 2006

İçinden Kuantum Geçen Filmler I

Ne #@√! Biliyoruz Ki!? (2004)

Bu filmi ilk kez film festivalinde, (ifistanbul’muş, basın bülteninden okuyup hatırladım) ikinci kez de geçtiğimiz hafta dvd’den izledim. İçinde açık olarak hologram geçmese de hakkında ahkam kesmeyi kafama koymuş, bunları kelimeye dökmeden önce şöyle bir araştırma yapayım diye bakarken yazılabilecek herşeyin zaten yazılmış olduğunu gördüm. Türkçe resmi sitesi bile olan film hakkında istemediğniz kadar çok bilgiye wiki den ulaşabilirsiniz.




Bendeki etkilerine gelince… Zaten bildiğim şeyleri hatırlatıyordu diyemeyeceğim bu sefer. Festivalde izlediğimde hologram konusuna bu kadar derinlemesine dalmamış, şimdi tanıdık gelen atomaltı parçacık dünyasıyla haşır neşir olmamıştım. Geçen hafta ise bütün bunların üzerine, son zamanlarda kafa yorduğum konularda, başta dalga-parçacık ikilemi olmak üzere verilen bilgileri farklı bir idrakle izlemiş oldum. Gerçek bilgiyle karşılaştığımda, o konuya ilgi duymuş olsam da olmasam da sanki uzun bir aradan sonra sevdiğim birine rastlamış gibi seviniyorum. Daha doğrusu, tamamını anlamamış olsam da, bende yarattığı hoşluk duygusunu filmde yer alan bilgilerin öğrenilme sırası gelmiş eski hatıralar olduğuna yoruyorum, kendi kendime mutlu oluyorum işte.

Darısı Alice’in Harikalar Diyarı’na gönderme yaptığı devam filmine… Ekim’de Türkiye’deymiş…

17 Eylül 2006

Bağlandım Bağlandın Bağlandı

Zihnimiz güçlenedursun, yan sütuna yeni eklemeler yaptım, hemen onları tanıtayım.

Sinan Canan’ın sitesinin bağlantısını bir önceki mesajda vermiştim, şimdi bunu kalıcı hale getiriyorum. Bu siteyle sanırım birkaç yıl önce fraktal sanatla ilgili arama yaparken rastlamıştım. Fraktallara bayılıp, yapanın bizden olmasından dolayı gurur duymuştum. Şimdi biraz daha karıştırdım, o zaman ismini cismini duymadığım birçok konuda benzer bir ilgi geliştirmiş olduğumu fark edip hayret ettim. Her köşesi okunası sitelere ekliyorum ben de…

Efendim, yaşamayı severim diye mottomuzu yazmıştık, yaşamı sevenlerin kulübü varmış!

Çizer-yazar tayfasından bahsederken ufak bir yanlış yapmışım: married to the sea, drew’le nathali’nin ortak sitesiymiş, nathalinin sitesi burasıymış. Çizgileri pek minimal, çok basit ve çok esprili, ancak kalemi biraz sivri ablanın, aman dikkat diyorum.

Altı üstü tasarımı nasıl unutmuşum? Mehmet Doğan’ın kullanıcı deneyimi ile ilgili yazılarını ve hoş üslubunu eskiden beri severek okurum. Ancak aynı ismi taşımaması nedeniyle açık adresini ezberleyememişimdir…

Son bağlantı ise dünyayı kazan kendisini kepçe ilan etmiş, bulduğu her fırsatta gezerken bloglamayı da ihmal etmeyen arkadaşımın adresi. Kendisi renkli bir kişiliktir ve blogu olan tek arkadaşımdır.

Bağlantılar kısmı aklıma geldiği kadarıyla bu kadar. Hologramı pratiğe dökme konusu pratik engeller yüzünden ertelenip durdu. Bu hafta bir lazer almış ve yeni denemelere başlamış olmayı umuyorum. Bu arada İstanbul’da lazer diyot satan yer bilen var mı? Ben buradan 650 nm dalgaboyunda 9 mW gücünde ışın veren ve üç pille çalışan bir tanesini seçtim sanırım ancak tek bir yer bulabildiğim için fiyat ya da marka bakımından karşılaştırma yapamıyorum ve aldıktan sonra daha uygunuyla karşılaşmamak için sayısı bini geçen ziyaretçilere de bir danışayım dedim…

14 Eylül 2006

Zaman Enerjisi

Son okuduklarım kısmında yerini almadan ayrıntılı bir yazı yazmama eğilimindeydim. Ancak dün okuduğum cümleyi buraya da yazmadan edemeyeceğim. Beynimde bir ampulün çaktığı an oldu.

Efendim, kitabımızın uzun adı, Dinlerde, Bilimde ve Metafizikte Zaman Enerjisi. Murry Hope’un yazdığı, Mehmet İsmail’in çevirdiği, Ruh ve Madde Yayınları’nın bastığı kitabı son partide sipariş etmiş, tatilde okumak üzere yanıma almış ancak Politika adlı o son derece gereksiz kitaba, hafif bir tatil kitabı olduğunu düşünerek öncelik tanıyıp sonra da aylaklığa teslim olup konsantrasyon gerektiren herhangi bir işe girişememe halinden ötürü başlamakla birlikte ciddiyetle düşmemiştim. Ne büyük hata!


Şimdi kitabı tekrar karıştırıyorum, bölümlerden bahsedeyim diye, ucundan köşesinden tutulur tarafı olmadığını görüyorum:
Zaman Nedir?
Zaman ve Evren
Paralel Evrenler mi?
Zaman Eğimleri, Düğümleri, Kaymaları ve Kapsülleri diye uzayıp gidiyor. Sanırım kitabı okumaya hemen bölüm birden başladım. İşyerinde enselenmeden ve lafı fazla uzatmadan hemen bendeki ampülün yandığı yere geliyorum.

Zamanın Psikolojisi/ Telepati bölümünde düşüncelerin ‘şeyler’ olduğunu, bazılarının belirsiz bazılarının da belirli olduğu zamanlar olduğundan bahsediyor. Medyum ya da telepat diyebileceğimiz insanların ise bunları okuyabildiğini ekleyip o meşum soruyu soruyor. Bir medyumun sizde okuduğu düşüncelerin ne kadarı öylesine seyreden hayallerdir, ne kadarı gerçekleşecek şeylerin şimdide belirgin özellik gösteren tohumlarıdır? Cevabı sayfa 192’deki orijinal haliyle aktarıyorum: Basit bir dille bunun anlamı, herşeyin zihnin içinde olduğudur ve bazılarımız, diğerlerinden daha güçlü bir zihne sahiptirler!

Şimdiye kadar zihnimi anlamak üzerine çalışmıştım, ekranda bunları yazarken dejavu yaşadığım bu an, aynı zamanda, artık zihnimi geliştirmek üzerinde çalışmam gerektiğini idrak ettiğim an oldu. Hayırlı uğurlu olsun!

Ha, bütün bunların hologram yapmayla ne ilgisi var diye soracak olanlara cevabım hazır: Madem zihnimiz güçlenince hayatımız kolaylaşacak –ben öyle algılıyorum ve amaçlıyorum- demek ki hologram yapışımız da kolaylaşacak. İşte bu nedenle yan sütundaki son son sonlara bir ek yaptım. Öğrendiğim herşeyin toplamı olarak diyebilirim ki, dileğim Allah’tan ve istemeyi de bilmek gerek.