27 Mart 2008

Kuş Pisliği

Sabah bir kuş -martı?- tam alnımın ortasını nişan almış ama yükseklik hesabını iyi yapamadığından mıdır yoksa benim çevik adımlarımı hesaba katmadığından mıdır bilmem ıskalayıp nişanını sırtıma, iki kürek kemiğimin tam ortasına bırakmış...

İşyerine geldiğimde Cemile fark etti, ‘dön bakayım arkanı’ dediğinde sabah özenle ördüğüm saçlarıma bakacak sandım, şöyle endamlıca döndüm. Ceketimdeki kuş pisliğiymiş baktığı! Hay Allah!

Kuş pislemiş işte, ne uzatıyorum, di mi?! Yok, alengirli bir şekilde yazmazsam, naif gözlemlerime duygu katmazsam olmaz, bana yakışmaz... Halbuki ben mizah yazarı olmak istiyorum, büyüyünce yani… Gerçi büyününce mi olunuyor mizah yazarı, yoksa büyümeyince mi? Ben küçüğüm ya şimdi, bilmiyorum. Ama ya büyüyünce öğrenirsem büyümeyince mizah yazarı olunacağını?! O zaman n’apcam, onu da bilmiyorum…

Hah! Tam bu cümleyi yazarken başka bir kuş, bu sefer güvercin olduğundan emin olduğum bir kuş, uçarak geldi, yanımdaki cama çarptı ve hemen toparlayıp uçarak devam etti. O da dershane çocukları gibi film kaplı camda kendi güzelliğine mi bakıyordu acaba?

Dershane çocukları öyle. Bir bakıyorum, gençten bir delikanlı bana çapkın çapkın bakıyor. Elini cebine koyuyor, ağırlığını diğer ayağına veriyor, bir de profilden kaçak bakış atıyor, diğer eliyle saçını düzeltirken. Ben n’oluyoruz diye yerimden doğrulurken, hop, yürüyüp gidiyor. Ya da kızlar… Daha geçen gün, uydurmuyorum, bir hatun, yanları dore çizgili mor adidas eşofmanaltının üzerine cart sarı bir hırka giymiş. Saçlar yapay sarı, uzun ve fönlü. Kolunda da son moda, kendisinin bile sığabileceği büyüklükte ve çimen yeşili (!) bir çanta. Atmden parasını çekip camın önünde yürürken kendisini öyle bir baştan ayağa süzdü ki, kendi yansımasını bile rakibi olarak gördüğünü düşündüm

Bu kuşlar şaşkın oluyorlar, anladım. Benden bile şaşkın. Yoksa ne diye koca cama uçan tekme, kafa, kanat atsın ki?! Gerçi ben de az şaşkın değilim. Dün akşam ağabeyimle konuştum, bana iyi haberler vermedi. Üzgünüm aynı zamanda. Hahaha, ağabeymle yazıyorum, word ağabeym olarak düzeltiyor. Yau ne karışıyorsun yazdığıma?! Bırak, altını kırmızı çiz, yeter. Hayret bişey!

Neyse, Cemile ceketi sildi, sağolsun, iz kalmadı. Ama n’apcam şimdi ben? Arkadaşlar bilet alın diyor. Alayım. Kaliforniyaya uçak bileti alayım olur mu? KLMden 306 euroya gidiş dönüş. Gerçi vergisi masrafı ekleniyor. Euro kuru ne olacak belli değil üstelik. Nasıl da özledim oradaki arkadaşımı. Havalar hep ılıkmış orada, okyanusa girerdim mesela, evi yakınmış… Ama burada işler karışık. Ah ağabeycim –bak yine değiştirdi- ah, n’olcak bu haller?! Evlenmekle bitmiyor, evliliği sürdürmek ayrı zor. Halbuki evlenmekle bitse, sonrası sonsuza dek mutlu olsa?

Hah, ben yazacaklarımı bitirmeden bir müşteri masama oturdu ve sorun neydi diye sormamla ağlamaya başladı. Allahım sen bana sabır ver, güç ver, akıl ver, fikir ver yarabbim nokta.

Sağlık da ver, en büyük zenginlik sağlık şimdi nokta.

25 Mart 2008

Kazanın Bile...

Bir anne oğul geliyor. 50lerinde bir kadın ve 15 yaşlarında bir delikanlı. Delikanlının başında türkselin reklam kampanyasındaki selocan kasketi var. Ancak kasketin normalde dik duran iki anteni, annesinin zoruyla mı bilmem, aşağı yatırılmış. Capcanlı sarı, üstelik iki anteni olan o kasketin antenlerini istediğin kadar bük, ne kadar normale yaklaşabilir ki?!

Annesi işlemini yaparken çocuğun dikkati hemen önündeki bankoda atm kartlarını sıralayan memura kayıyor ve görünen yaşının çok altında bir çıkışla ‘ben de istiyorum’ diyor. Onlar başka insanların kendi hesapları için talep ettikleri kartlar, nasıl verelim? Çocuk bunu anlamıyor, ısrar ediyor. Durumunu bilen memurlar başka ikna yolları deniyorlar, iyi çocuk olursan, annenin sözünü dinlersenler işe yaramıyor. Boyluca, düzgün giyinmiş ve çok düzgün konuşan delikanlı, kasketi dışında gayet normal görünen imajının aksine, nuh diyor peygamber demiyor. Öyle ki, memur onu mutlu etmek için unutulmuş, süresi dolmuş, kaybedilip alınmamış bir kart olsa da versek diyor, onun duymayacağı şekilde. Tabii ki o da yok.

Çocuğun çocuksu ısrarları eşliğinde, hepimizin gözü onda işleminin tamamlanmasını takip ediyoruz. Her türlü şeyi yapabilecekmiş, bir anda bankonun arkasına uzanıp, el çabukluğuyla bir kartı alabilecekmiş gibi görünüyor. Gitme vakti geldiğinde isyanı sürüyor. Bana kart vermezseniz bi daha da buraya gelmem diye ünlüyor. Biz tamam deyince demek istediği şeyi diyemediğini fark ediyor, düzeltmeye gayret ettiği başka bir cümle sarfediyor. Bana kart vermezseniz bi daha da buradan çıkmam. Kapıya yönelen annesini görünce bunun da mümkün olmadığını anlıyor ve son cümlesi, ‘kafadan sakat olduğum için vermiyorsunuz, biliyorum’ oluyor.

İki yaşındayken havale geçirmiş. O gittikten sonra öğrendiğim durumu bu. Oysa daha dün gözümün önünde yaşı onun kadar bile olmayan başka bir çocuk vardı. O, ilk iki yılını kazasız atlatmıştı sanırım, yap denileni anlayacak ve yapacak, üstelik cevval bir çocuktu herhalde ki bir büfede siparişleri götürmek üzere çalışıyordu. –robası ayrı bedeni ayrı renk önlüğünden anladım- Onun kazası bisikletten düşmekti. Bisiklet düştüğü yerde kalmış, kendisi hemen o köşedeki eczanenin bir adımlık basamağına çökmüş, başını bir eline dayamış hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gözyaşları sel olmuş, bütün o ben büyüdüm, yapabilirimleri önüne katmış akıyordu. Yoldan geçenler panik içinde koştururken medikal müdahele yapması beklenen eczacı, çocuğun sırtını sıvazlıyordu. Ciddi bir yarası yoktu ama ödü kopmuştu bir kere… Kendisinden büyük ama aynı önlükten giyen bir abisi geldi koşarak. Bir eliyle bisikleti idare edip diğer elini de çocuğun omzuna atmış yürürlerken çocuğun hala iç çektiği için kalkan omuzlarını görebiliyordum oturduğum yerden.

Kazanın bile hayırlısının olduğu doğruymuş…

21 Mart 2008

Çikolata Kaplı Fıstıklı Lokum Kardeşliği

Bu öğlen Kadıköy’ün insanın gözünü doyuran balıkçılar çarşısından yukarı çıktım, en uçta gönül doyuran kitapçısında lezzetli bir mola verdim ve bir alt sokaktan geri döndüm. Böyle bir kardeşliğin olduğunu almayı düşündüğüm kitaplarla birlikte masalarından birine konuşlandığım kahve dünyasında öğrendim.

Efendim, bu kardeşliğin üyeleri birbirini hemen tanır. Oradaki kardeşim, kahve dünyası üniforması içinde olduğu için giyimine dair ayırt edici bir tanımlamada bulunamıyorum. Orta boylu, esmerce normal bir delikanlı görünümündeydi ancak ilk kez görmesine rağmen beni hemen tanıdı. İçeceğimin yanında her zamanki bitter çikolatadan kaşık yerine çikolata kaplı fıstıklı lokum istememden… Beklediğim gibi bir değil iki tane muhteşem lokmanın geldiğini görünce sevincime dair bir cümle ağzımdan kaçırdım: heyy, hem de iki tane! Sanırım bunu duyunca emin oldu…

Böylece birini hemen, birini de en son yiyebilecektim. Bir hayat için küçük olabilir ancak bir öğle tatili için büyük bir sevinç! Ben hesabı istemeden bir peçetenin üzerinde iki tanesini daha ve hesapla birlikte bir paket de tek fincanlık fındıklı kahveyi ‘müessesenin ikramı’ olarak sundu. Öğle tatilim bitmeden seçtiğim kitapları alıp işyerine yollanacağım için kardeşime ‘öğleden sonra kahveyi içerken kardeşliğimizin hikayesini yazıyor olacağım’ diyemeden kalktım. O anlamıştır…

20 Mart 2008

Sevgi Soyut Bir Kavramdır

Bankta bir kız çocuğu ve bir kadın oturuyor. Kız büyüyünce güzel bir kadın olacak belli. Al yanaklarından sağlık fışkırıyor. Ay gibi yüzünü leylak rengi elbisesiyle aynı renk bir türban çevreliyor. Başörtüsü falan değil taktığı, ensesini boynunu örtecek şekilde yakasında elbisesine uygun renkte çiçekler aplik edilmiş hırkasının içine soktuğu büyükçe bir örtü. Kız çocuklarına özgü zevkini şeker pembesi çorapları ve ayakkabılarında görüyoruz. Biraz sıkılgan biraz haşarı bir havası var. Türbanından sıkılıyor çenesinin altında açıp açıp iki ucunu tekrar yanağında birbirine dolarken örtünün altında saçlarını muhafaza eden ten rengi gergin başlığı görünüyor. Tam teşekküllü türban takmış sutyen takmasına 3-4 yılı daha varken.

Yanındaki kadının annesi olup olmadığını anlayamıyorum, çünkü göremiyorum. Hatta kadın olduğunu bile bilemiyorum, varsayıyorum. Kadın siyah çarşaflı. Yüzünde gözlerinin, kaşlarının ve burnunun sığdığı bir üçgen dışında hiçbir yeri görünmüyor; elleri dahil. Bir elindeki numaraya bakıyor bir de içeride sırası gelen numarayı gösteren panoya. Yanında renkli elbiseler giyme ve onlara uygun türbanlar takma lüksünün ne zamana kadar devam edeceğini bilmediğimiz kız ağzına attığı sakızın ambalajıyla oynuyor.

Onlar fark etmiyor ancak önlerinden benim dikkatimi çeken üç kişi geçiyor. En önde 3 yaşında bir kız, ardında kardeşi olduğu belli olan 2 yaşında bir kız ve 1 metre yanlarında gözünü onlardan ayırmayan bir adam. Kız çocukları çocuklara özgü neşeleriyle oyun yapıyorlar, zaman zaman insanların dikkat etmeyip düşmelerine neden olan basamağın hemen yanından yürüyorlar; önden abla, ardından düşe kalka da olsa onu taklit etmeye kararlı kardeşi. İki çocuk da gerçeküstü bir güzelliğe sahip, yapma bebekler gibiler, yürüyüp hareket etmeseler canlı olduklarından şüphe edeceğim. Porselen gibi bir ten, zeytin gözler, kiraz dudaklar ve gözleri gibi kara kıvır kıvır saçlar. Onların da üzerinde şeker pembesi ve ona uyan tonlarda eşofmanlar var. Büyük olanın saçları uzamış, bir tokayla tutturulmaya çalışılmış ama ne fayda. Gür saçları inanılmaz düzgün bukleler halinde başından fışkırmış ve toka falan dinlemiyor. Küçük kızın, yani kardeşinin saçları toplanacak kadar uzamamış, alnından ensesinden düşen bukleler yürüdükçe onunla birlikte yaylanıyor.

Bu iki kız çocuğunun böyle geçtiğini daha önce de görmüştüm ve merak etmiştim. Dışarıya yalnız çıkabilecek yaşta değiller. Onları tekrar görünce dikkat ettim ve dediğim gibi gözünü onlardan ayırmadan 1 metre yanlarında yürüyen adamı fark ettim ve şaşırdım. Uzunca boylu, esmer, kadeti çıkmış gibi zayıf ve imkanlarının sınırı giysilerine yansımış adamı o güzel kız çocukları ile ilişkilendirebileceğim hiçbir veri yoktu, gözlerinden onlara akan sevgi dışında. Her adımlarını izliyor, bir yandan da muhtemel rotalarını kolaçan ediyor, ufak olan düşse de müdahele etmiyor o da zaten ağlamıyor ve kendi kendine kalkıyor... Çocukların dedesi mi, babası mı, bir yakını mı çıkaramıyorum. Adam hakkında tek bildiğim o iki kız çocuğunu çok sevdiği.

Hoş, sevgi soyut bir kavramdır. Çarşaflı kadına da sorsan kızını daha az sevmiyordur…

18 Mart 2008

Anriyetta

Sütlü neskafe içiyorum. Günde bir kere, sakin günlerin kutlaması olarak sessizce yaptığım bir keyif. Bugün türk kahvesi de içmediğime göre gönül rahatlığıyla içebilirim. Fakat her zamankinden daha keyifli kahvem, çünkü yanında Anriyetta’nın getirdiği çikolata var.

Anriyetta gayrimüslim bir müşterimizmiş, dün bankamatik kartını almaya geldi. Geçtiğimiz hafta telefonla arayıp sormuştu gelip gelmediğini. Çok nazik fakat kırık bir Türkçeyle konuşuyordu. Dün geldiğinde aradığını, kartının geldiğini söylediğimi anlatmaya başladığında ilk kelimelerinde hemen hatırladım. Yine de anlatmasını bitirmesini bekledim. Formunu doldururken tam da telefondaki ses gibi olduğunu düşünüyordum. Sarışın, mavi gözlü bir hanımefendi. Saçlarına şekil vermek için akşamdan sarmış, kulağının hizasında iki yandan tutturduğu tokalarının altında düzgün bukleler düşüyor omzuna. Gözleri ise henüz ağlamış gibi kızarmıştı. O kadar tatlı gülümsüyordu ki ağlamış olabileceğine ihtimal vermedim, herhalde göz nezlesi gibi bir rahatsızlığı var diye düşündüm ilk önce. Formunu doldurmaya başlamadan önce Baylan pastanesinden aldığı bir paketi nazikçe verdi.

Benim için zor bir durum. Müşterilerin bize hediye vermemesi gerekiyor. Diğer bir deyişle müşterilerden hediye kabul etmememiz gerekiyor. Daha detaylı bir genelgesi vardır bir yerlerde. Ancak bazı müşterilerimiz bundan habersiz böyle paketler getiriyorlar zaman zaman ve almayı reddedince kırılıyorlar. Ben de bir daha böyle bir zahmete girmemelerini söyleyerek kabul ediyorum. Sonuçta hem kuralları çiğniyorum hem de muhtemelen bir beklentisi olmadan hediye sunan birine minnettarlık göstermemiş oluyorum. İki kere kötü…

Anriyetta formunu sesi gibi titrek harflerle doldurdu. Telefon olarak nereyi yazacağını sordu, artık Atina’da oturuyormuş. Burada Kurtuluşta oturan bir arkadaşına gelmiş, geçtiğimiz hafta gelip kartını alsa işi bitmiş olacakmış ama arkadaşı kal deyince kalmış derken gözleri dolunca göz nezlesi falan olmadığını anladım. Teselli etmek için oralar da güzeldir değil mi diye onaylama bekleyen saçma bir cümle kurdum. Benim vatanım burası dedi tereddütsüz. Burada doğdum, büyüdüm. Orası bambaşka, bu yaştan sonra alışamıyorum, buradan gidenlerle arkadaşlık ediyoruz dedi kederle…

Düşününce, söyleyeceğim hiçbir şey onu teselli edemezdi zaten. Sadece dün akşam paketini açıp çikolatasını diğer arkadaşlara ikram ederken ondan bahsettim. Bir de hikâyesine onun -anlamını bilmediğim- ismini verdim. Şimdi getirdiği çikolatalardan kalan bir taneyi yerken onun Baylan Pastanesine uğradığında kup griye yiyip yemediğini düşünüyorum.

17 Mart 2008

Dünyanın Sonu Henüz Gelmedi

Tam görüş açımdaki bankta oturan 50lerindeki çifti fark ediyorum. Kısa boylu, hafif topluca, düzgün giyimli insanlar. Kadın artık beyazlamış olması gereken saçlarını siyaha boyamış, makyajını yapmış, siyahlarını giymiş. Adam neredeyse hiç siyah kalmamış ancak yaşına göre hala gür saçlarını öne doğru taramış, kot pantolonu ve yeleğiyle daha spor ancak daha yaşlı görünüyor. O yaştaki insanlar için görmeye alışık olmadığımız bir yakınlık içindeler. Kadın elini adamın kolunun altından geçirip adamın avucuna bırakmış, başını da omzuna yaslamış. Adam başı ona dönük bir şeyler anlatıyor ancak kadın üzgün, kendisini dünyadan soyutlamış, dinleme belirtisi de göstermiyor.

Onları izlemeye devam ediyorum. Eğer videoya çeksek görüntülerini adamın davranışları beden dilinde bir insanı nasıl yüreklendirirsiniz konusuna esaslı bir örnek olur. Kadını hayata döndürmek için sabırla konuşuyor, ara ara yanağını kadının alnına dayıyor, elini iki eliyle tutup sıvazlıyor. Kadın bütün bu çabanın bir yerinde başını kaldırıp umut arayan gözlerle adama bakıyor. Adam konuşmaya devam ediyor. Onu dinlemeye başlayan kadının gamzelerini ilk kez görüyoruz. Onu üzen her ne ise evet, sonunda ikna oldu, dünyanın sonu değilmiş. Kadının gamzeleri güldükçe görünüyor, morali düzeldi ancak ara ara bu yumuşak tesellinin tadını çıkarmak için başını dayıyor yine adamın omzuna. Adam bu cesaretlendirme işini yüksünmeden ve başarıyla yapmaya devam ediyor. Normalde böyle bir yakınlığı evde kimse görmezken bile sık yaşayan, ihtiyaç duyan bir insan gibi görünmüyor oysa.

Aynı anda az geride, fotokopicinin önünde bir delikanlıyla bir genç kız buluşuyor. Delikanlı kızı iki yanağından öptükten sonra devam ediyor, başını iki eliyle tutup şakağından, alnından, burnundan, tekrar yanağından öpüyor da öpüyor. Sanki bugün evden onu öpmek üzere çıkmış, bugün sevgilimi yüz kere öpeceğim; eğer öperken unutursam kaç kere öptüğümü, baştan başlayıp tekrar sayacağım diye karar vermiş gibi… Kız bu sevgi gösterisine direnmiyor, hatta çocuk öpmeyi bıraksa o yüzünde öpülmedik bir noktayı gösterip, burayı öpmedin diye şımaracakmış gibi duruyor. Üçüncü bir arkadaşları geliyor ve sanırım onlara buraya gelme nedenlerinin fotokopi –ders notu?- çektirmek olduğunu hatırlatıyor.

Banktaki teselli seansı iyi gidiyor. Kadının gülmekten güzelleşen yüzü adamda gözle görülür bir rahatlama yaratıyor. Ayağa kalkıp yola koyulduklarında hala konuşan adamı dinlerken bir çocuk gibi seviniyor, ikinci adımda adamın yanında sallanan elini tutuyor.

15 Mart 2008

Giderayak

Dikkatimi çekmesi konuşması rahatsız etmeye başladığında mümkün olabildi. İlgilendiğim pek mühim(!) işten kafamı kaldırıp görevliyle konuşmasını dinledim. Maaşını alırken her zaman iki imza verirmiş, son aldığında dört imza vermiş, nedenmiş. Cüzdanında yatan çekilen bişey bişey yazıyormuş, anlamamış ama cüzdanını da getirmemiş. Bakıyorum, bankonun ardında kısa boylu, karalığı esmerliğinden mi yoksa kirliliğinden mi anlaşılmayan bir delikanlı. Yakışıklı değil, yakşıklı demesi sıcak anılarımı canlandırıyor. Halam da ağabeyimi hala öyle sever… Kazadan önce yakşıklı garsondum, şimdi yakşıklı boyacı oldum cümlesini tekrarlıyor. Görevlinin elin ayağın tam, çalışıyorsun ya önemli olan o deyişini sağlık olsun diyerek onaylaması benim ya da herhangi birinin aynı iki kelimeyi lafın gelişi söylemesinden daha anlamlı geliyor kulağıma. Geçirdiği kaza fiziğinden bir şeyler götürmüş ki sakat maaşı bağlanmış, ancak ruhundakiler tam…

Gitmeden önce boyatmak istediğiniz ayakkabı var mı diye soruyor hafif abartılı bir nezaketle. İki üç seferdir her giydiğimde şunları bir boyayayım dediğim botlarım için fırsat bu fırsat. Hemen mi boyuyorsun diye soruyorum. Botlarımı verirsem giyebileceğim yedek ayakkabım yok. Hemen boyuyormuş, sadece iki liraya. Botlarımı almak için bile zorla giriyor içeri. O geldiğinde uğraştığım işime dönüyorum. Gerçekten kısa bir sürede boyanmış cilalanmış, gıcır gıcır olmuş botlarımı iki eline geçirmiş geliyor. Saçlar uzamış, bağladığı beyaz önlüğü boyadan simsiyah olmuş, dirseklerinden kırdığı kollarının ucunda iki el yerine siyah botlarla nasıl mutlu!

Düşünüyorum, o mutluluğu nasıl yazarım diye… Öğlen yemek yediğimiz kafenin minik Güneş’i kadar mutlu. Güneş henüz bir yaşına girmedi, annesi, teyzesi ve anneannesinin kafesinde uyuyor, uyanıyor, mama yiyor, kucaktan kucağa geziyor ve keyfinin yerinde olduğu her anı kendisi ve çevresindekiler için cennete çeviriyor.

Ya da dün atmden parasını çektikten sonra gördüğüm 40larındaki adam kadar mutlu! Tüm yüzüne yayılan gülümsemesi narçiçeği rengindeki –bir erkek için cesur bir renk- kazağından daha önce çekti dikkatimi. Dün güneşli bir gündü ve o da narçiçeği kazağını giyip, annesini alıp dışarı çıkmış. Beklediği bir para mıydı ki çektiği diye düşünürken onlar da yola yöneldiler ve arkadan neredeyse başının orta hizasına yükselen kamburunu gördüm. Parasını annesine vermesi, annesinin sayıp çantasına koyması o zaman anlam kazandı.

Yeni yakşıklı boyacım da öylesine mutlu benim botlarımı giymemi izledi. Parasını almak istemezken benim ısrarımla alırken, başka ayakkabısını boyatmak isteyen var mı diye sorarken gülümsüyordu. Bense 2 lira için ayakkabıdan olmam inşallah diye düşündüm ve böyle düşündüğüm için utandım. Cemile de bunu hissetmiş gibi kapının önüne bakıp orada boyadığını söyledi. Boyacının gidişini izledim camın ardından, sanırım sol eliydi kazada giden. Çünkü sağ eli görünüyordu, ancak kirli delikli kapüşonlu üstünün sol kolu dirseğinden sallanıyordu. Mutlu mutlu, yaylana yaylana, etrafına baka baka yürüyordu.

14 Mart 2008

Beş

Bir delikanlımız var içme suyumuzu getiren… Bekleyen müşterinin sıfır olduğu nadide sabahlardan birinde –bugün- sabahın tadını çıkaran diğerlerinin müziğini duymamaya çalışırken motosikletini kapının önüne park ettiğini görüyorum. Damacanaları devirmeden indirmeye gayret ediyor. Selesinin arkasına üç dolu damacanayı enine koymuş, iki yerinden lastikli iple sabitlemiş. İki tane de ayaklarını koyması gereken yere… Gayreti epey zaman alıyor, bu sırada motorunun eskilikten artık boyasının kalktığı yerlerine, tam burnunda solmuş bir fiyonklu miyonklu nazar boncuğu çıkartmasına dikkat edebileceğim denli uzun. Damacanaları sağ salim motorun yanına koyuyor, sonra da ikişer ikişer kapının içine, hepsini kapının içine taşıyınca bir parti de –yine ikişer ikişer- mutfağa. Mutfağa taşımadan önce hızlı bir hareketle kaskını çıkarıp gençlerin taktığı cinsten siperliği uzunca ve kıvrık bir kasket geçiriyor başına. En son bana uğradığında kaç tane diye soruyorum. Artık öğrendim, emekli olamayacak genç, öğrenci olamayacak kadar kavruk bu delikanlı suyumuz bittikçe bize su getiriyor ve suları taşıdıktan sonra sessizce içeri girip gayet mesafeli bir noktada ellerini önünde birleştirip gözlerini dikip efendi efendi bekliyor. Ben de kaç damacana getirdiğini sorup bir yaprak küp kâğıda şu kadar damacana su alınmıştır diye yazıp tarih atıp kaşe basıp bir de imza çakıp çocuğa veriyorum. Kulağından çıkardığı kulaklıkları iki omzundan sallanıyor ve onlardan ta benim kulağıma bir sezen şarkısı geliyor. 5 derken sesi neredeyse müzikten daha az çıkıyor. Kâğıdını veriyorum içimden de şaşırıyorum. 4 saydım hâlbuki. Bir dolu damacana ayak kısmında duruyor hala. Pencereden gidişini izliyorum. Doluları taşırken boşları da çıkarmış, 5 boş damacanayı aynı şekilde sabitlemeye gayret ediyor. İçleri boş fakat hacimli olduğu için indirirken olduğu kadar da bu sefer uğraşıyor. En son yerine kuruluyor, motoru çalıştırıyor. Kasketini çıkarıp kaskını takarken başı öne eğildiğinde tepesinde neredeyse hiç saç kalmadığını gördüğümde anlıyorum içeride kasketini takarkenki çevikliğini…

O gittikten sonra mutfağa gidiyorum ve kaç damacana getirdi diye soruyorum. 5 dolu damacanayı Cemileyle birlikte sayıyoruz. Eğer önceden bir dolu yoksa gerçekten 5!

13 Mart 2008

Bir Taşla İki Kuş

Halitağa Caddesi Kıvanç Sokakta bugün…

Bir delikanlı giriyor içeri, ilk dikkat çeken yeri civciv sarısına boyadığı saçları. 4-5 günlük sakalları diplerindeki siyahlarla aynı renk. Delikanlıyı ikinci kez sırası geldiğinde bankoda görüyorum. Hata olasılığına karşın işlemini incelerken kimliğinde, deniz kuvvetlerinden emekli ikramiyesi ödenecek kişiyle aynı ismin yazdığını görüyorum. Doğum tarihine bakıyorum 1978. Kimliğindeki fotoğrafı şimdikinden çok daha kısa ve kendi renginde saçlarıyla çekilmiş. Vesikalık olmasına rağmen objektife değil de uzaklara bir yerlere bakmış.

1978 doğumlu olup nasıl emekli olunuyor diye soruyorum. Kolu bacağı tam, sakince sırasını beklemiş, herhangi bir maluliyet belirtisi yok... Ayrıldım diyor.

Ordudan kendi isteğinle ayrılınabiliyor mu artık diye soruyorum. Atıldım aslında derken duraksamıyor ancak yamuk bir gülümseme beliriyor yüzünde. Atıldığına seviniyor mu, bunu açıklamak zorunda kaldığına üzülüyor mu bilemiyorum. Ondörtbin küsur ödeniyor. Cüzdanına sığmayan paracıkları ile ilk olarak ne yapacak acaba? Dip boyasına gider mi? Hazır berbere gitmişken bir de saç sakal kestirir mi?


Bunları yazmayı düşünürken masamda oturan bayanın imar bankasının off shore hesaplarında kaybettiği milyarlarını geri alma ihtimali olup olmadığına dair monologunu dinliyorum. Yeşil gözlerinin etrafını yeşil boyamış, yeşil de bir hırka giymiş. Fönlü saçlarının dip boyası yeni yapılmış, sözü uzattıkça uzatıyor. İsteksizce pencereye çevirdiğimde başımı, iki türbanlı kadının ortasında, birinin elini tutan ve muhtemelen 3 ya da 4 yaşındaki bir kız çocuğunun pembe yünden örülmüş eşarbının geçişini görüyorum. Annesi ya da ninesi ya da herkimse, kızın muhtemelen en sevdiği renk olan canlı mı canlı bir şeker pembesi yünden, bere değil üçgen bir parça örmüş ve o güzelim bebek başına eşarp gibi, çenesinin altından bağlamış. Bir taşla iki kuş!


Tekrar yeşilli müşteriye dönüyorum. Söylediklerinin ilgili yerlerinde başımı sallayarak, onaylayıcı sesler çıkararak süren iletişimimiz, nasıl yaşımı gösteriyor muyum diye soruşuna kesinlikle göstermiyorsunuz dememle sonlanabiliyor ancak. Doğum tarihini gözlüğünü yanına almadığı için formuna ben yazmıştım ve gerçekten 1940 doğumlu oluşuna içimden şaşırmıştım. Kartlarının olduğu cüzdanını kaybettiği için gelmiş, kartları için yeniden başvuru yapması gerektiğini söylediğimde cevap olarak alakasız bir şekilde cüzdanımı çaldırdım mı bir yerde mi unuttum bilmiyorum, süslenmeyi biliyorum ama gibi bir cümle kurmuştu. O da süslenmeyi bildiği için ne kadar şanslı olduğunu bilmiyordu sanırım ki monologunun bir yerinde, acaba örtünsem tayyip batan paralarımı öder mi gibi başka ilginç cümleler de sarf etmişti...

Öyle işte...

Kokolojiden nereye

Fırından reçelli bir çörek aldınız. Ama eve gelip bir ısırık alınca en önemli malzemenin eksik olduğunu gördünüz: reçel. Bu kötü şansa nasıl tepki verirsiniz?

1. Halkalı çöreği fırına geri götürür yenisini alırsınız.

2. Kendi kendinize 'olur böyle şeyler' der ve çöreği yersiniz.

3. Başka birşey yersiniz.

4. Sade çöreği balla veya reçelle doldurup daha lezzetli hale getirmeye çalışırsınız.

Haftasonu bu kokoloji sorusunu ve seçenekleri okurken daha dördüncüye gelmeden çöreği bal ve cevizle yediğim gözümün önüne geldi. Bu soru kötü sürprizler sözkonusu olduğunda arkadaşlarımız arasındaki rolümüzü ortaya çıkarıyormuş. Benim gibi 4. şıkkı seçenler hakkında şöyle diyor kitap: Yaratıcı çözümleriniz sizi grubun parlak fikirler üreticisi yapıyor. Herkesin sağduyusu vardır ancak sizde biraz solduyu da var. Böylece diğerlerinin sadece sorun gördüğü noktada siz çözümler de görüyorsunuz.

Konuyu buradan nereye bağlayacağım. Bu blogda işimden bahsetmiyorum. Bahsetmeyeceğim de. Ancak son görev yerimde hergün ilginç insanlarla ilginç deneyimler yaşıyorum, bu bir.

İkincisi üç ay önce ilginç bir keşfedilme macerası yaşadım. Bu hayatıma sanki o zamana kadar beni sevmek, onaylamak ve cesaretlendirmek için beklemiş gibi davranan birbirinden güzel bir çok güzel insan ve onlarla iletişim sağladığımız, günlük mesaj sayısı 100leri bulan hatta aşan bir grup kazandırdı.

Ben de yukarıdaki kokoloji sorusunda çıktığı gibi baktığım her yerde keyifli birşey gören bir cin olduğum için işyerimdeki maceralarımı gruba yazmaya başladım. Yine o gruptan bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine yazdıklarım kaybolmasın diye birşeyler yapayım, onları blog arşivime ekleyeyim dedim.

Bu mesajımı takip eden ve öyküler kategorisinde yer alan yazılar onlardır.