24 Aralık 2007

Spiritüel Filmler Sitesi: Sinematin

Son zamanlarda izlediğim en güzel spiritüel film Otoyol 60 –Interstate 60- idi. Dileklerimiz ve bunların gerçekleşme prosedürü hakkında muzip bir bakış açısından çekilmiş, klasik olmayı hak eden bir filmdi. Yapım yılı 2000, çok eski değil, üstelik ilgi alanıma giren bir film ancak ya vizyonda çok kısa süre kaldığı veya buralara hiç uğramadığı için kaçırmışım.

Bir diğer film, Gizli Bahçe –secret garden- Aynı isimde sanırım bir bağımsız film de izlemiştim, Natali Portman’ın başrolünde oynadığı. Bu ondan tamamen bağımsız, hayattaki en önemli şeyleri bir çocuğun nasıl öğrendiğini anlatan, ağızda şeker tadı bırakan bir filmdi. Ekilen tohumların bir bahçeyi canlandırdığı, bütün çiçeklerin hızlı çekimle bir anda açtığı ve yeni doğmuş kuzunun yürümeyi öğrendiği sahnelerini tekrar tekrar izledim!

Bir de Chronos var son zamanlarda izlediğim ve pek beğendiğim. Belgesel desem değil, bağımsız desem değil. Imax için çekildiğinden olsa gerek hedef kitlesi iyice dar ve doğal olarak bize ulaşmamış. Filmde binlerce yıldır duran heykellerin üzerinden uçan bulutları unutmam mümkün değil. Metro istasyonlarından karıncalar misali geçip gittiklerimizi de… Hayattan da böyle geçip gidiyoruz, bu bulunması çok zor film sayesinde hatırladım.

Bir –one- adında bir Amerikan bağımsızını geçmemeli. Bir gün hepimiz kadar normal, sıradan bir insan tutup da bir olmak üzerine bir film çekmeye karar veriyor. Yine kendisi gibi film çekmekle o ana kadar işi olmamış iki arkadaşı da ona yardım ediyor. O kadar festival kuşu bilirim kendimi, bağımsız ya da değil hiçbir film festivalinde denk gelmedim şimdiye kadar iyi mi?!

The Secret ilk çıktığında ortalığı kavurdu ve bir piyasa oluşturmuş oldu. Yapımcıları sağ olsun kuantum fiziği alanındaki gelişmeler hava durumu öngörüleri gibi ortalığa döküldü, herhangi bir insanın genel kültürüne girdi. Peki ya her şeyi açıklaması umulan teorinin –theory of everything- tarihçesi ve şu anki durumunu bilen var mı? Artık M Teorisi –M-Theory- adını almış olan İpçik Teorisini –String Theory- ben üç cdlik Zarif Evren –Elegant Univerce- adlı filmden öğrendim. Bu filmi –ve tabii diğerlerini- nasıl bulduğuma gelince… Tabii ki vizyonda izlemedim, Sinematin sayesinde buldum!

Şimdiye kadar spiritüel filmleri izlemek isteyip de bu kaynağı bilmeyenlere anlatmak bir görevdir. Efendim, sinematin, benim de yazarı olduğum derki’nin editörünün diğer faydalı uğraşlarından biridir. Hasan, kendi ilgi alanına giren fakat az bulunan filmleri bulup, izlemekle yetinmemiş, bunlara Türkçe altyazı oluşturup bir güzel derlemektedir. Sitede bahsettiğim ve bahsetmediğim birbirinden güzel birçok filme dair bilgileri görebilir, filmlere nasıl ulaşacağınızı öğrenebilirsiniz.

19 Aralık 2007

Mahşer-i Cümbüş

Bir grup tiyatro sporcusunun resmi adı. Hadi grup ve tiyatroyu aynı cümle içinde kullanmakta bir yanlış yok. Sporcuyu eklemenin de bir o kadar doğru olduğunu canlı performanslarını izledikten sonra anladım. Duyanlar duymayanlara söylesin: onları mutlaka izleyin!

Mahşeri Cümbüşle tanışmamız nasıl oldu hatırlamıyorum. Hafta sonu, misal cumartesi evdeysem o saatte uyuyorumdur, dışarıdaysam da dışarıdayımdır, TV başında değil. Ancak her nasılsa cumartesileri Fox Tv’de gece yarısı başlayan programlarını bir şekilde keşfettim ve o günden sonra mahşer-i cümbüş, cumartesi geceleri uykumun katili oldu resmen!



Buraya kadar bir şey değil. Olanlar bir Cuma akşamı taksimdeki Hayalhane’de canlı olarak izledikten sonra oldu! Beyin Fırtınası performansı toplam 1.5 saat sürdü. Biraz daha uzun sürseydi ben ve diğer izleyiciler aralıksız gülmekten kaynaklanan sağlık sorunları yaşayabilirdik. Olanların komikliği o derece yani! Üstelik beyin fırtınasının etkileri sonrasında da devam etti. Hala aklıma geldikçe güldüğüm yetmezmiş gibi –etrafımdakiler gülme konusunda cömert bir insan olduğumu bilirler ancak bunu durup dururken yapmama alışık değillerdir, dolayısıyla imajımda hafif bir sarsıntı yaratmadı değil, durumu bilmeyip vah vah pek de gençmiş diye acıyanlar da cabası!- izleyecek canlı performans seçme konusunda diğer seçeneklere karşı ciddi bir beğenemezlik yarattı!

Bu kadar beğendiğin, gülmekten öleyazdığın performans ne ola ki diye soranlara ne desem boş: gidin izleyin. Tv’de izlemek –programın adı Anında Görüntü Osman Tan bişey sunuyor- fikir verebilir, canlı izledikten sonra ancak bir parmak bal kadar olduğunu siz de anlayacaksınız. Şahsen ben İstanbul’daki tüm arkadaşlarımla bir mahşeri cümbüş Beyin Fırtınası ya da Tiyatro Sporu performansında buluşmak üzere sözleştim. Ankara’daki bütün arkadaşlarıma da kendileri ve sevdiklerine hediye edecekleri en keyifli 90 dakika olduğunu anlattım.

Sitelerinden öğrendiğimiz kadarıyla İzmir’de de programları oluyor. İstanbul’da daha büyük salonlarda –BKM biletleri satışta- çıkacaklarmış, Hayalhanedeki gösterileri devam edecekmiş, TV programları eminim artacaktır… 5 yıl önce kurulduğunu öğrenince kendime esef ettim. Bence bildiğimiz tiyatro ve komedi anlayışını kökten değiştiren bir devrimdir mahşeri cümbüşün yaptığı. Bu özelliği ile bilet fiyatının her kuruşunu fazlasıyla hak eden tek canlı performans benim gözümde. Bana sorarsanız daha önce izleyen izlemeyen gitsin izlesin. Mahşer-i Cümbüş de bize tanıttıkları bu sporu iyice geliştirsin ve o, performans sonunda bize teşekkürler ederek kapıdan uğurladıkları samimiyetlerini korusun.

05 Aralık 2007

Big Break



Ve çocukluğumuzun tuğla oyununun yeni versiyonu diyebileceğimiz Big Break. Topa vurarak tuğlaları kırıyoruz ve süre bitmeden duvara ulaşmaya gayret ediyoruz. En eski haliyle bile nasıl eğlendiğimizi hatırlıyorum, bunda çeşit çeşit toplarla etkinliğini arttırabiliyoruz üstelik.

Oyunlara dair şu an söyleyebileceğim şey hepsinin güzel göründüğü. İnternet oyun piyasası aslında çok çeşitli zevklere hitap ediyor. Ders çalışmak yerine bilgisayar oyunlarının başına oturup kalkamayan genç nesilden anladığım kadarıyla işin ucu bucağı yok. Bu oyunlar bazılarına göre fazla basit gelebilir. -Bir arkadaşım bunları kendisine önermekle ona hakaret ettiğimi bile söyledi- Bunu bir kenara bırakırsak, şu kadarlık haliyle görsel olarak üç boyutlu, renkli, güzel tasarımlı yani çekici oyunlar olduğunu düşünüyorum. Hepsinin nasıl oynandığı ve kuralları güzel güzel anlatılmış. Dolayısıyla bilgisayarın başına yeni geçmiş insanların bile kısa sürede anlayıp oynamaya başlayabileceği cinsten oyunlar... Kaldı ki internette eğlence için geçirdiğimiz sürenin iş için geçirdiğimizden fazla olduğunu hepimiz biliyoruz. uVme hali hazırdaki ve çıkacak olan oyunlarıyla 5 dakikalık molalarımıza göz dikmişdurumda! Söylemedi demeyin! Üye olmak için isim, soyisim, mail adresi ve doğrulama kodunu yazıyorsunuz. Haydi tembellik etmeyin, nasılsa bir gün bu eğlencenin dışında kalamayacak ve üye olacaksın. Beni dinle, gel şimdi ol:)

Mystic Sudoku



İşte benim favori oyunum Sudoku! Kurallar aynı, 1den 9a kadar sayıların yer aldığı 3x3 lük 9 tane matrisin birleşiminden oluşan dev matrisi süre dolmadan doğru şekilde çözmek. Geçmişi çok fazla olmayan bu oyun beyin jimnastiğinin belki de en eğlenceli yolu olduğu için tüm dünyada seviliyor ve bir sürü bağımlısı demeyelim, tutkunu tarafından zevkle oynanıyor. Sadece sudoku içeren bulmaca kitaplarını internet siteleri gırla giderken uVme'de olmaması düşünülemezdi. Basit görünen bu oyunun zamanla öğrenilen yöntemleri vardır çözümsüzmüş gibi duran kısımlarını kısa sürede çözmeye yarayan, ve ben bunların hepsini biliyorum. Baştan söyleyeyim, yenilince ağlamayın!

Jumper Darts



Bu oyun nişan alma becerimizi kullanacağımız ve geliştireceğimiz bir oyun. Okumuzu yanıp sönen dilime isabet ettirmeyi deniyoruz. İnce kısımlarına atarsak daha yüksek puan alıyoruz. Yine zamana karşı yarışıyoruz ve finalde okumuzu ortadaki minik yuvarlağa denk getirdik mi öyle bir puan alıyoruz ki karşımızda kimse duramıyor!

Fruit Frenzy



Oyunlar giderek iştah açıcı olmaya başlıyor! Hazır gözlerimizi çalıştırmaya başlamışken durmuyoruz ve beynimizi de çalıştırdığımız bir oyuna geliyor sıra. Amacımız bir meyveden aynı sırada üç veya daha fazlasının yer aldığı şekilde düzenlemek. Ancak bunu yapmak için zamanımız kısa!

Arcade Ducks



Bu oyunda karşımıza çıkan hedefleri vuruyoruz. Hedefin herhangi bir yeri değil işaretli yerini isabet ettirmek bize daha fazla puan kazandırıyor. Ancak negatif değerli hedefleri vurmamak gerek. Oyunu henüz oynamadığım halde iyi bir göz jimnastiği olduğundan ve oynadıkça algılama hızını arttırdığından eminim!

Ball



Zevkli bir bilardo oynamaya ne dersiniz? Açıyı ve gücü ayarlayıp vuruş yapıyoruz. Sonra amaç sırayla yanan toplara vurarak süre dolmadan önce 9 topu deliğe göndermek. Eğer ışığı yanmayan toplara vurursak puan kaybediyoruz ona göre... Streetball'dan sonra ileri düzey kinetik için birebir!

Martian Ball



Bu oyunda da topu önce fırlatıp sonra vurmayı amaçlıyoruz. On hakkımını en etkin şekilde kullanan oyunun galibi oluyor.

Jigsaw War



Keskin gözler ve hızlı parmaklar bozulmuş bir yap-bozu ne kadar sürede tamamlayabilir? Sizce?

Bubble Trouble



Bu oyunda denizin derinliklerinden yüzeyine ulaşmaya çalışan bir balonu yönetiyoruz. Birşeylerden kaçmalı, bazı şeyleri ise toplamalı ve canlı olarak yüzeye ulaşmalıyız. Sevimli bir bilgisayar oyunu!

uVme oyunları

Buradaki mesajları aslında uVme oyunlarının görsellerinin internette bir adresi olsun diye hazırlıyorum. Ancak arama motorlarından en güzel, basit, beceri isteyen ve geliştiren, web tabanlı, flash ya da değil, bilgisayar oyunlarını arayıp gelenleri kısaca bilgilendirelim: oyunların piyasaya çıkış tarihi 21 ocak 2008. Eğer o tarihten önce beta teste katılmak isterseniz buradan ücretsiz üye olabilirsiniz. Yok ben detaylı açıklama isterim diyorsanız sizi www.internetpararehberi.com'a alalım.



Street Basketball basit bir oyun. Topun yerini, açısını ve fırlatma gücünü ayarlayıp atış yapıyoruz. Süre dolmadan 21 sayı yapmak amaç. Böylece çok fazla zaman almadığı gibi farkettirmeden kinetik çalıştırıyor.

28 Kasım 2007

Hayatımdaki Diğer Şeyler

Merak etmeyin durduk yerde günlük hayatımdaki alışkanlıklarımdan ya da yüz yıl düşünseniz merak etmeyeceğiniz başka detaylarımdan bahsetmeyeceğim. Son zamanlarda fazla mesaj yazmamamın bu seferki nedeni konu darlığı değil, başka işlerle uğraşıyor olmam…

Kısaca bir süredir bununla uğraşıyorum. O uzun yazının birazını bile okuyanlar içeriğin benim kalemimden döküldüğünü anlayabilir. Durum aynen orada yazılanlardan ibaret ve doğal olarak bu sitenin tanıtımını yapmaktayım. Blogda da bahsetmeyi, burayı bir kar kapısı olarak görmediğimden olsa gerek, düşünmemiştim. Ancak bunun kendimle çeliştiğine karar verip bahsetmeye karar verdim. Aksi takdirde insanları, bunlar internetten yırtmaya çalışanlar, bunlar benim cici okurlarım şeklinde kategorize etmiş olacaktım, ki hiç normalde yaptığım bir şey değildir! Hem benim okurlarımın cümle alemden ne eksiği var ki olanları en son onlar duysun?! Hiç işte…

Buraya kadar yazdıklarımda bol bol işaret sıfatı kullandığımı fark ettim, ki bu ancak google’da bununla, orada, bunlar gibi kelimeler aratanları –eğer varsa diyeceğim, ama neler aratmıyorlar ki?- buraya yönlendirecek anahtar kelimeler. O nedenle durumu açıkça anlatayım:

Efendim, uvme diye bir şey var. Online oyun, sosyal ağ ve ağ pazarlamasını (mlm de diyebiliriz, multi level marketing kısaltması olarak) birleştirip hepimizi gönüllü bağımlısı yapacaklarını iddia ettikleri oyunları ve zengin edecek sistemiyle gümbür gümbür geliyorlar. Ortada henüz bir şey olmadığı için ‘iddia ettikleri’ diyorum ve bunun gerçekleşme olasılığın %50 olduğunun farkında olarak devam ediyorum. Bu durumda ne yapılır? Ya ‘eee? Yani?’ der geçilir, ya da üye olunur. Ben ikinciyi tercih ettim, ve şimdiden başıma bir sürü güzel şey geldi. Sponsorum Türk çıktı, bu konularda benden bile deneyimli olduğunu öğrendim, bana bir dolu yol yordam öğretiyor ve evet, O da uVme’de benim gördüğüm gibi büyük bir potansiyel görüyor.

Şu ana kadar öğrendiğim tüm spiritüel şeylerin doğrulaması gibi, aynı frekansta olduğum kişiyi mıknatıs gibi çekmişim ve öyle olmaya devam etmesini diliyorum. İnternetten yırtma gayreti işin şaka tarafı. Açıkçası hiç de zengin olacağım diye vicdanımı bir kenara koyduğum bir iş için kendimi paralayacak değilim. Aksine, her anından keyif aldığım bir süreç başladı, benim takımıma katılanlar için de öyle olacak, dolayısıyla bu katlanarak artsın! Fark ediyorum ki hayatın her anını kendime meydan okuma seremonisine çevirmekte ustayım. “Hah, hem etik ol ve daima tok. E nasıl kitleleri takacaksın peşine?” diye soruyor içsesim, ben cevaplıyorum “Olur oluuur, endişe etme sen, var bizim gibi insanlar…”

Özetin özeti, şu anda daha önceki yazılarımda bahsettiğim bolluk bilincine giden doğru yolda olduğumu düşünüyorum. Aksi çıkarsa neden öyle olmadığını da yazarım tabi…

Bir de, üyelik şimdi parasız. Üye olunca sponsorumun bana aktardıklarına ek olarak kendi bildiğim her şeyi yine parasız olarak aktarmaya başlıyoruz. Oyunlar açılınca, yani 21 Ocak 2008’de, oyun oynamak tercihinize göre ücretsiz veya ücretli+daha çok kazanma imkanlı olacak, üye olmak ise ücretli olacak. Bunu söylemeyip kandıranlardan yeterince dilim yandığı için özellikle belirtiyorum. Ve açıkçası ücretli olmasını garipsemiyorum. Hayatta ne kadar ekmek verirsen o kadar köfte alıyorsun, bizzat test ettim ve ekmek vermeden köfte alana rastlamadım!

24 Kasım 2007

6. Uluslararası Komedi Filmleri Festivali

Başladı!
Açılışı büyük bir iştahla cuma günü yaptım. İlk filmi izledikten sonra sevinçten şakıyordum desem yalan olmaz. Nasıl da özlemişim bu güldüren, sonu mutlu biten ve dahası içinde en sevdiğin şarkıların olduğu filmler izlemeyi.



Şarkıyla ilgili anekdotu anlatayım ve şaşırın. Geçtiğimiz günlerde bir öğle tatilinde kadıköy çarşısında -muhtemelen yemekten dönerken- oradaki kitapevlerinden birinin dışarıya yöneltilmiş kolonundan daha önce duyduğumdan emin olduğum, insanı ilk anda kavrayan ve kanını kaynatan bir latin melodisi üzerine bir kadın vokal sesi gelmekdeydi. Şarkının bitmesini bekleyip içeri girdim bu çalan ne diyerek. Nostaljik karışık bir albümmüş. Yok yok, az önce çalan parçayı öğrenmek istiyorum deyince albümden baktık. Yma Sumac'ın 'Gopher' adlı parçası imiş! Bu yaptığım internetin paylaşmayı seven üyelerinden şarkının bulunduğu albüm -The Mambo- indirilerek aynı gün tamamlanan operasyonun sadece başıydı.

Perulu bir afet olan Yma Sumac'ın 1954 tarihli bu albümündeki aynı parçanın izlediğim ilk festival filmi olan Fırıncı'da karşıma çıkmasına ne demeli peki?! Daha fazla detay vermek istemiyorum. Sadece, eğer şimdi haberdar oluyorsanız Perşembe'ye kadar sürecek bu sinema ziyafetinin tadını çıkarın derim.

Gecenin ikinci filmi Bıktım Bu Veletlerden'di. Çocukların insanı ne hale getirebileceğini hiç sulandırmadan anlatmışlar. Filmden anladığım çocuklarla birlikte anne babaları da büyüyor ancak bu hiç de kolay olmuyor.

20 Kasım 2007

4. Salsa Cumhuriyet Kupası

Hevesli bir danssever olarak geçtiğimiz yıl da izlediğim cumhuriyet kupasını izlemesem olmazdı. Tarihi açıklandığı gibi takvimimde işaretlemiş, o günün -17 kasım 2007- gelmesini bekliyordum. Biletleri almak hep aklımdaydı, ancak bunu ertelememin hayırlı bir nedeni olduğunu son hafta anladım. Şansa bakınız ki dancentrum'un ödüllü sorusunun o haftaki ödülü cumhuriyet kupasına iki kişilik davetiyeydi. Kupanın detaylarını okur, arkadaşlarımın yarışmacı olduğu haberlerini alırken 'benim bu kupaya davetli olmam gerekir' diye düşünmemin sonucu olarak mı yoksa bilmediğimiz bir nedenden ötürü talihimin dönmesinden ötürü mü bilmem, davetiyelerden birini ben kazandım! Teşekkürler dancentrum!



Gelelim kupaya… Bu sene gündüz yarıfinallere ek olarak klasman belirleme yarışması yapılmış. Geçtiğimiz senelerden bir diğer farkı da yarışma kategorilerine bachata ve merengue danslarının da eklenmiş olmasıydı. Akşam finallerde merengue izlemediğimize göre bu kategoriye başvuru yapılmadığını çıkarabiliriz sanırım. Ben akşam başlayan finalleri izledim. Biraz geç başlaması dışında organizasyonda herhangi bir kusur yoktu. Eh, o kadarı olur dedik, fazla önemsemedik. Finallere kalan çift sayısı fazla olduğu için ve her çifti kendi seçtikleri müzikle teker teker izlediğimiz için yarışma bittiğinde geceyarısını çoktan geçmiştik. Ancak zerre kadar pişman değildik!

Açılış salsa çiftlerle oldu. 12 çiftle en kalabalık kategoriydi. Yarışmacıları toplu olarak izlediğimizde pek birşey anlamadım ben. Bir dakikalık müzikte hangi çifti izleyeceğini şaşırıyor insan. Şovlarını tek tek izlediğimizde ilk ikiye kimlerin gireceğini anlamıştık zaten. Birinci olan çiftin (Özge Ertem- Alper Gülgeçoğlu) şovu çok yaratıcıydı! Show salsa çiftlerde sadece iki finalist kalmıştı. Birinci olanlar (Esra Aydın- Muzaffer Gür) geçtiğimiz senenin de galibi Ankaralı sempatik çiftti. Şov salsa grup sayısında ise epey bir artış vardı: 8 grup! Gruplardan biri (Danspor Team) Bursadan gelen miniklerden oluşuyordu ve çok tatlılardı. Uykuları gelmeden şovlarını erken izledik. Diğer gruplardan ikisi tanıdığım arkadaşlarımdan (Cihat Can Dance Team ve Dancexpress Dance Team) oluşuyordu. Şovları gayet güzeldi bence ancak dereceleri çok parlak gelmedi. Sanırım hakemler şov deyince mizansene önem veriyorlar. Dediğim gibi merengue izlemedik, ancak bachata yarışması yokluğunu aratmadı. Öyleki her finalisti izledikten sonra kesin birinci olur diye düşündüm ben. Ancak birinci olan genç çift (Damla Tayran- Alkım Korkusuz) apayrı bir şekilde dibimizi düşürdü.

Yarışma dışında da şovlar izledik. Brezilyalı bir çiftin tam olarak ne olduğunu anlamadığım dansı çok enerjikti. Samba gibi görünüyordu ancak bir vuruşta iki adım atmak gibi benim diyen dansçının zorlukla yakalayabileceği bir ritmde dans ediyorlardı. Sonra onlara bir çift daha eklendi ve bir şov daha yaptılar. Sanırım gecenin sonunda boynumda oluşan ağrı onları izlerken pistin tamamını görmek için boynumu uzatırcasına kafamı kaldırmaktan oldu!

O gece hakkında bahsetmem gereken son şey de birbirinden fırlama sunucularımızdı sanırım. Bahadır Efe ve Olgun Baran Kubilay dans etmek dahil olmak üzere türlü eğlenceler hazırlamışlar. Parodiye dayanan sunumların süre uzadığında bayma gibi bir riski olmasına rağmen bu iki arkadaş yedibuçuktan yarıma kadar süren yarışma boyunca bizi gülmekten kırıp geçirdiler.

Ödül töreni süre ilerlediği için hafif karambol havasında geçti. Birinci olan çift ayakkabıları ve Haziran 2008 de İngiltere'de gerçekleşecek olan World Salsa Federation'un düzenleyeceği Dunya Kupasi Salsa Sampiyonasına (World Cup Salsa Championship)katılma hakkını kaptı. Ben ayrılırken hala enerjisi olanlar için parti başlamak üzereydi. Sanırım anons edildiği gibi sabaha kadar sürdü, çünkü pazar akşamı geleneksel latin gecesinde çok az dansçı vardı.

29 Ekim 2007

Hiç Yoktan Evsahibi Olmak

İki önceki yazımda bir dileğimden bahsediyordum hatta gayet emin bir şekilde bundan evrene sipariş olarak dile getirmiştim. Bu konuda doğru yolu izlediğimden olsa gerek siparişim belirttiğim süre içinde gerçekleşti! 16 Mayıs'ta evimi aldım, 19 Mayıs'ta da taşındım! Evim, olmasını istediğim özelliklerin %80'ini taşıyor. Üstelik benim aklıma gelmediği için belirtmediğim birkaç artı özelliği de var…

Gelelim bunun nasıl olduğuna… Yöntem olarak daha önce okuduğum ve işe yarayacağı söylenen birkaç uygulamayı kullandım. Beynimizin halihazırda çok küçük bir kısmı açıklanabiliyor. Büyük bölümünün nasıl çalıştığı hala koca bir bilinmez. Bu konu uzmanlık alanım olmadığı, araştırmalarım da popüler bilimin ötesine geçmediği için kullandığım yöntemin bilimsel bir açıklaması olup olmadığını bilmiyorum. Bilinçaltına hitap eden bir çalışma olduğu için bu konuda yaptıklarımı ‘Bilinçaltı Programlama’ olarak adlandırırsam kimsenin itirazı olacağını sanmıyorum.

Şimdi iki ayda hiç yoktan beni ev sahibi yapan yöntemi adım adım anlatayım:

1- Ne istediğime karar verdim. Bu konuda bir dileği olup da henüz gerçekleşmemiş insanların çoğunluğunun aslında ne istediğini bilmediğini iddia ederek çarpıcı bir başlangıç yapayım. Bir ev istiyorsan ev istiyorsundur, ne var bunda canım? Diye sorduğunuzu görür gibiyim. Sizi en yakın emlakçı ile görüştükten sonra bir daha dinlemek isterdim. Söz konusu bir ev olunca milyon milyon yeni liralarınız olsa bile bir evi satın alma aşamasına gelmenin epey bir enerji ve emek gerektirdiğini bu deneyimin bonus derslerinden biri olarak öğrendim. Ben pazara çıkmadan önce sahibi olacağım evin özelliklerini; yaşadığım evin sürmesini istediğim artıları, gelişmesini istediğim artıları ve azalmasını istediğim eksileri ile oluşturup, arkadaşlarım ve okurlarımla (!) paylaşıp, onların önerileriyle geliştirip, eklemeler yapıp sonunda daha fazla ekleme yapamayacağım kadar detaylı, hiçbir çıkarma yapılamayacak kadar da net bir şekilde ifade ettiğim bir şekilde yazıya döktüm.

a) Evimin özelliklerini saydığım bu metni yüksek sesle okuyup, sesimi kaydettim. Bunu yaparken ses kayıt özelliği olan bir mp3 çalar ziyadesiyle işimi gördü. Bu metnin daima pozitif cümlelerden oluşmasına dikkat ettiğim gibi dinlemeyi keyifli hale getirmesi için hoşlandığım meditatif bir müzik ekledim. Bu noktada işin niteliğine ters düşmediği gibi sağlığıma da iyi gelmesi için Doç. Dr. Oruç Güvenç’in fonda kuş cıvıltıları, akarsu sesleri yer alan, türk müzik aletleri ile yaptığı şifa müziğini tercih ettim. Ve geceleri uykuya fonda müzik ve kendi evimi tarif eden sesim eşliğinde uykuya daldım. Kulaklığın kablolarına dolaşmış bir şekilde uyanmak komik olmasına komikti. Ya da kulaklıklar kulağımda ancak cihazın pili bitmiş uyanmak. Böyle bir şeye alışık olmadığım halde uykusuzluk ya da başka bir rahatsızlık yaşamadım. Bunu bir alışkanlığın 21 kere veya 21 gün boyunca her gün yapıldıktan sonra yerleştiği bilgisi ile birleştirip ilk 21 gece boyunca bilincin devre dışı kaldığı fakat bilinçaltının her zamanki gibi aktif olduğu uyku sırasında dinlemeye dikkat ettim. Zaten bir süre sonra Pavlovun köpeği gibi olup fondaki müziği duyduğum gibi uykuya geçmiş oluyordum.

b) Geceleri bilinçaltımı programlamaya devam ederken gündüzleri de ev alacak herhangi bir insanın yapacaklarını yaptım. Yani ev değiştireceğimi çevremdekilere haber verip, internetten gazeteden ev ilanlarını taradım, emlakçılarla, evini satanlarla görüşüp, satılık evleri gezdim vs. Karşıma çıkan her evi öncelikle ‘bu evin benim olmasını/ bu evde oturmayı ister miyim istemez miyim?’ çerçevesinde değerlendirdim. Sonra da gördüğüm diğer evlerle mantıklı bir kıyaslamasını yaptım.

ve son olarak;

2- Bütün bunlar olurken hiçbir zaman olumsuz düşüncelere kapılmadım, istediğim evi, ya da bunu karşılayacak kaynağı bulamayacağıma, bulmanın zor olacağına dair inanç oluşturmadım. Aklıma negatif düşüncelerin geldiği her an düşüncelerime müdahale edip yeni evimin bir özelliğine odaklanıp o özelliğinin tadını çıkaracağım anların hayalini kurdum, o anlarda bunları hatırlayıp gülümseyeceğimi düşündüm.

Zengin görünsün diye maddeledim ancak yapılmayacak işlerle birlikte hepi topu 3 madde etti. Eğer iki ayda sadece bunları yaparak ev sahibi olmamış olsaydım ben bile bu kadar basit olduğuna inanamazdım. Zaten bu işe girişirken özellikle geceleri kulaklıklarla yatağa girerkenki yaklaşımım Nasrettin Hocanın göle maya çalarkenki mantığından farksızdı: ya tutarsa. Ancak mayanın tuttuğunu, üstelik üç yıl, beş yıl, bir ömürde değil, bir buçuk ayda tuttuğunu gördüm. Dolayısıyla artık bunun inanırım inanamamlık bir hali kalmadı.

İşin sağlamasını bu süreçte olanları anlatırsam yapmış olacağız. Daha önce belirttiğim gibi, işin püf noktalarından biri ne istediğine karar vermek artı nasıl olacağı hakkında en ufak bir karar/fikir/yargı üretmemek. Olanlara bakınca rahatlıkla zaten üretecek olsaydım bile böylesine dahice bir program oluşturamazdım diyebilirim. Şöyle ki; ben kendi kendime nasıl bir ev istediğimi düşünürken ve diğer yandan da mevcut koşulların getirdiği çözümler üzerinde dururken kendilerinden hiçbir talebim olmayan aile üyelerim sanki hala günün birinde benim kendilerine daha yakın bir lokasyona taşınmam ümidi taşıyan ve şimdiye kadar bunu dile getiren kişiler onlar değilmiş gibi bunun en temiz çözümünün benim işyerime yakın bir ev sahibi olmam konusunda hemfikirdi!

Buna karar verdikten sonra finansmanını sağlayacak evin satılması üzerinde yoğunlaşırken hop, nakdi olan üstelik hesabı ve kazancı konusunda gayet bilinçli olan bir başka aile üyesi yine ortada bir talep bile yokken satılana kadar benim hesabımdan karşılayabilirsiniz demez mi? Kalan kısmı için benim hazır olmamın sonuçlarından biri olan temiz kredi geçmişim eklenince finansman sağlanmış oldu. Kredi çekmek üzere başvurduğum bankanın bilmem kaçıncı kuruluş yıldönümü nedeniyle sadece bir haftalığına faiz oranlarını piyasanın altına düşürmüş olması beni şaşırtmadı. Sadece dileklerimi beni bile mahcup edecek denli cömertçe yerine getiren yaratana olan inancımı pekiştirdi. Bunlarla senkronize bir şekilde, tamamen ayrı bir yazı dizisi oluşturabilecek emlakçı satıcı ev maceralarının ardından ‘işte bu ev’ dediğim evle karşılaşınca inancım pekişmesin de ne yapsın?!

Üstelik evren cömertliğini finansal konularda olduğu kadar pratik konularda da gösterdi. Bu süreçte benden çok çalışan, yorulan melekler taşınmamı hatta yerleşmemi sağlayana kadar benimleydiler. Evimin istediğim bazı özelliklerinin –emlakçılara söylesem katıla katıla gülecekleri kadar uçuk olanları- tıpatıp uyması ve beni destekleyenlerin titizliği bu evin tesadüf eseri değil, siparişimin sonucu artı bonusu olarak geldiğinin en belirgin kanıtı bence. Evimde geçirdiğim ilk gecenin ardından kuş sesleriyle uyandığımda ve her gün yeni bir güzelliğini keşfettiğim evim için bunu sağlayan kaynağa ve ona yardımcı olan meleklere teşekkür ediyorum.

Hazır olduğunda değişim anda olur diye yazmıştım önceki yazımda. Bu yazıda da hazır olma sürecinden bahsetmiş oldum. Henüz biricik olan deneyimime dayanarak söyleyebilirim ki, ne istediğini tüm ayrıntılarıyla bilmek işin yarısını, buna giden yollarda ilerlemek, bunun gerektirdiklerini yapmak da –ki buna hedeften uzaklaştıran şeyleri yapmamayı da dahil ediyorum- diğer yarısını oluşturuyor. Hazırlık süreci, bir yapbozu parça parça tamamlamak gibi. Arzu ettiğimiz değişim, kalan son parçanın son boşluğa oturması gibi yüzde yüz kesinlikte ve bir anda gerçekleşiyor!

26 Ekim 2007

Ben Bugün _____ Gördüm!

Bu cümle kalıbı eskiden birlikte çalıştığımız, isimlerimiz gibi mizah anlayışımız da tıpatıp olan arkadaşımla yeni ya da zor bir kelimeyle karşılaştığımızda kullanıp sonra da kendi cümlemize güldüğümüz kalıp. İlkokulda kelime dağarcığımızı geliştirmek için okuma parçasında geçen birkaç kelimeyi cümle içinde kullanma ödevi verilirdi. Öğretmenin amaçladığı tabii ki çocuğun önce kelimenin anlamını öğrenmesi ardından içinde o kelimenin geçtiği anlamlı bir cümle kurması. Ancak bazı sivri zekalı öğrenciler(!) kelimenin anlamını bilmeden de anlamı sırıtmayan bir cümle ile işi kısa yoldan halledebilir: “Ben bugün embossed hologram gördüm.” Gibi… Eğer öğretmen durumu anlayıp sürekli aynı kalıbı kullanmamamızı söylerse bir sonraki günün ödevlerinde “Ben dün hologram laboratuarı gördüm.” Gibi bir cümleyle karşılaşır! Bizim kahve molalarımızı şenlendiren bu cümleleri hatırlayınca ilkokul öğretmenliğinin olmayanlara mizah anlayışı edindiren, olanların da bunu geliştiren bir meslek olduğunu düşündüm. Tabii ki bunu şimdi, bu yazıyı yazarken düşündüm. Dün hologram lablarını gezerken değil!



Enfes Perşembe taze hologramcı arkadaşım Aylin’le buluşup onun okulu Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü’ne giderek başladı. Orada Doç. Dr. Necati Ecevit bize fizik bölümündeki hologram laboratuarını gezdirdi. Hatta gezdirmekle kalmayıp bize transmission ve denisyuk hologram düzeneklerini anlattı, daha önce çekilmiş hologramları gösterdi ve hologram teknolojisinin ileride deva olacağı konularla beynimizin sınırlarını genişletti.



Tam oradan ayrılmak üzereyken daha önce ziyaretimizi haber verdiğim MTM Holografi ve Güvenlik Sistemleri’nin Ar-Ge Bölümünden Hüseyin Gündoğdu aradı. Düzenledikleri hologram workshoplarına katılmak bir türlü mümkün olmamıştı. Şirkete laboratuarı görme davetinde ciddi olduğunu diğer Ar-Geci Süleyman Arkın’la gelip bizi alarak gösterdi. Orada fotoğraf çekemedik ancak üretimini yaptıkları embossed hologramları çektikleri ve geliştirdikleri labları gezdik. On yıldan beri bu işi yapan Türkiye’nin ilk hologramcısı, embossed hologramları dizayn eden Murat Meriç’le tanıştık. Ve embossed hologramın nasıl yapıldığını aşama aşama öğrendik. Anlattıklarına göre Ar-Ge Bölümü olarak yeni çıkan film ve kimyasalları deniyorlar, üretim aşamalarını mükemmelleştirme üzerine çalışıyorlarmış. İnnovasyon için bizi beklerken yani!

Bir hologram hobicisinin unutamayacağı şekilde geçen sabah boyunca duymaktan en hoşlandığım şey, Hüseyin Bey’in hologramı tanıtmak ve yaygınlaştırmak için lise hatta ilköğretim düzeyinde öğrencilere hologram workshopları düzenlemek vizyonuydu. Lise düzeyini geçmiş hologram hobicileri henüz bir sınıf dolduracak sayıda olmadığı için gençten yetiştirmek bence de iyi fikir. Ve dönüş yolunda Süleyman Bey’in söylediği gibi, her şey öğrenilir, yapılır; hologram dahil zor ya da imkansız bir şey yoktur…

09 Ekim 2007

2007 Hologram Yarışması Yaklaşıyor!!!

Evet sene sonuna doğru yarışmalar kupalar gırla gidiyor. Buna forum yöneticisinin dün duyurduğu hologram yarışması da eklendi. Duyurunun tüm detaylarını burada bulabilirsiniz. Özetle, bu seneki tema ‘arkadaşlık’, boyutlarına göre iki kategoride değerlendirilecek ve hologramların 15 kasım 2007’ye kadar Colin’e fiziki olarak ulaşması gerekmekte…

Ben mi? Belli olmaz, bir sürpriz yapabilirim… Hadi, benim ağzımda bakla ıslanmaz, söyleyeyim bari… Her ne kadar artık pek hologram hakkında yazmasam da bu konudaki düşlerimden vazgeçmiş değilim. Ve ilginçtir, ben düşündükçe ihtiyacım olan şeyler karşıma çıkmaya devam ediyor. Şok Şok Şok! Az sonra: Pınar nasıl hologram yapıyor!!! Haberin devamı için bekleyiniz. Hehe, belki de ilginç olan hala böyle oluşunu ilginç buluyor olmamdır…

Ha bir de istatistik hacmim –log size’ı çeviremedim sabah sabah- ücretsiz olan yüzlük kotayı aşmış! Yani istatistiklere sığmayıp taşan bir okur kitlesi var bu blogun. Reklam vermek isteyenlerin dikkatine...

03 Ekim 2007

Dans İstatistiklerim

4. Salsa Cumhuriyet Kupası yaklaşıyor. Katılabilecek durumdaki arkadaşlara haber veren öğretmenimiz şimdiye kadar düşünmediğim bir konuyu didikleme arzusu yarattı: dans istatistiklerim!

Geçtiğimiz sene 9 aralıkta kupayı izlemeye gittiğimde henüz 3 aydır aktif dans ediyordum. Onun öncesinde blogda yazmadığım bir de cumhuriyet balosu vardı ki, en çaylak zamanıma denk gelmişti. Hazırlanırken ‘hiç kimseyi tanımıyorum ama’ diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ve anında, ‘e daha iyi ya, tanışırım işte!’ deyip en cici halimle Murphys’e atmıştım kendimi. Hey gidi hey… eğer o zaman birisi bunu bir yıl boyunca İstanbul’da geçirdiğin her Pazar akşamı yapmaya devam edeceksin deseydi, muhtemelen ona inanmazdım. Ancak geçmişe bakınca tam da öyle olduğunu görüyorum…

Gelelim istatistiklere…
Dans derslerine eylül ayında başladım ve haziran ayına kadar sürdürdüm. Yani 9 ay eşittir 36 hafta eşittir 54 ders saati. Bir de temmuz ayı boyunca haftada üç gün, birbuçukar saatlik derslere katıldım. Eder 18 saat daha. Yani toplamda 72 saat derse girmişim.

Dans gecelerine ise yine buralarda olduğum her Pazar’ı, gittiğim tatillerden birinde bir geceyi ve 2006 eylül 2007 şubat döneminde katılabildiğim üç Cuma’yı eklersem sanırım ortalama olarak yılın her haftasında dans gecesine gitmiş olduğum ortaya çıkar. O da ortalama bir gecede 3 saatten 156 saat dans pratiği eder! Toplamda 228 saat. Bir yıldaki toplam saat sayısından uyuduğum ve çalıştığım saatleri düştüğümde hayatımın yüzde 6’sını oluşturuyor. Yemek yediğim, yolda geçirdiğim, banyo yaptığım, saç taradığım, diş fırçaladığım, giyindiğim, soyunduğum zamanları da düşersek bu oranın epey yükseleceği aşikar. Hele bir de yüzdeyi sadece sosyalleşmek ve hobilerle uğraşmak için ayırdığım günlük 1-2, haftalık –diyelim- 20 saate oranlarsak yüzde 15’e ulaşırız.

Yani tutup dans yerine başka bir şeyle uğraşsaydım. Diyelim ki kaptan olucam deseydim? Çoktan amatör denizci belgemi almış, gemi adamlığı ya da kılavuz kaptanlık veya herneise onun için gerekli deneyimi kazanmış olurdum. Ya da tutmayın beni uçucam deseydim, amatör bir pilot olarak göklerde süzülmekte, uçuş saatlerime yenilerini eklemekteydim. Böyle düşününce vay be diyorum. Kendime hediye ettiğim her saniyesi zevkle geçen 228 saatten ve devamını sağlayacak gibi görünen uzun soluğumdan ötürü… Klasman belirleme yarışmasına girmedim ancak, girseydim B klas bir dansçı olarak tescillenmiş olacaktım muhtemelen. Sahi ya, niye girmedim ki?!!!

21 Eylül 2007

Dr. Kuantum İstanbul’daymış



İzleyip yorumladığım What the Bleep serilerinin fikir babası olarak geçen kuantum fizikçisi Dr. Fred Alan Wolf’un İstanbul’a geleceğini medyadan, detaylarını buradaki resmi web adresinden öğrenmiştik. İlgi alanıma giren bir konu oldu mu gözü kapalı bir sazanlık sergileyen ben, nasıl olduysa bu habere ‘a öyle mi?’ deyip geçmiştim. Hafta içi etkinliklere katılma olasılığım yıllık iznimin tamamını kullanmış olma gerçeğiyle yüzleşince sıfırlandığı için olabilir. Yoksa herkesin itiraz ettiği fiyatı, karlı bir seminer için normal görünüyordu bana göre…

Bilgi para ilişkisi hakkındaki genel fikrim bilginin para etmesi gerektiğidir. Dolayısıyla basın toplantısında söylediği gibi –şimdiye kadar bilmemekle ne büyük şey kaybettiğimiz, dolayısıyla onun seminerinde öğrenmek için can attığımız- bir takım sırları ifşa edeceği seminer için bir günümü ve 800 ytlmi ayırırdım.

Ne var ki, Ebru Drew’in Vatandaki yazısını okuyana kadar semineri tamamen unutmuştum bile. Yazıdan çıkan ‘ bu muymuş?!’ anafikrini kabullenmeden önce seminere katılıp da deneyimlerini paylaşan başka biri varmıymış diye minik bir araştırma yaptım fakat Onur Baştürk’ün Kelebekteki yazısı dışında bir yazıya ulaşamadım. Onun yerine kendisi ne demiş bir baktım, bakmaz olaydım! Bolca sabaha konuşmuş, Pazartesi ‘secret saçmalık, sözlerimi çarpıttılar, asıl sırrı seminerde açıklayacağım’ şeklinde promosyon demeçleri, Perşembe ‘çekim değil titreşim’ vs vs… Bir de ‘bir işi seversen ve tüm enerjini ona ayırırsan o konuda en iyisi olabilirsin.’ Buyurmuş, ki ben de bunu bilip bunu söylerim!

Benim bu seminerden öğrendiğim –gitmediğim halde- ‘şşt! bir sırrım var, şu kadarlık bedelini ödersen sana söylerim’in yeni çağın mevcut bile olmayan ürünleri pazarlama stratejisinin bir parçası olarak ciddi bir pazar yarattığıdır nokta.

10 Eylül 2007

Buralardayım aslında

128295149867813750psstrudyla.jpg


Neredeyse bir aydır doğru düzgün bir mesaj ekleyemememin bir tek geçerli nedeni var, o da kendimi tatillerden alamamış olmam. Ancak iki haftadır şehirdeyim ve devamsızlığımın geçerli olmayan nedeni gayet alakasız bir şekilde, materyalist amaçlar peşinde zaman ve para harcıyor olmam. Detaylarını paylaşabilirim, paylaşmayadabilirim. Şu kadarcık deneyimime dayanarak özetleyebilirim ki, konusu ne olursa olsun, içinde reklam barındırmayan bir siteye içerik sağlamaya devam etmek neredeyse her kliklemenin parasal bir karşılığının olduğu günümüz internet deryasında bulunmaz bir nimetmiş. Bunun farkında olup buna devam etmek diğer taraftakilere göre su katılmamış safdillik olarak görünebilir. Ancak ben kokoloji kitaplarından tescillenmiş özgüvenimle, tavsiye edildiği üzere kibirli olmamaya gayret ederek, ilk görüşü benimsediğimi ifade etmek istiyorum ve sevinçle muştuluyorum: Eylemlerim devam edecektir efemm!

Ben eylemlerim üzerinde çalışırken siz de yukarıda karelerden birini gördüğünüz bu siteye bakın, gülün... Anlamıyorum diye moralinizi bozmayın, kedingilizceyi kısa sürede kapıyor insan.

14 Ağustos 2007

Gittim Gördüm Geldim



İşte benn! Oradaydım! Bir şekilde yolum düştü ve bu belli olur olmaz oradaki hologram cıların ve salsacıların mekanını araştırdım. Elime bir de şehir haritası geçirir geçirmez soluğu Amsterdam'daki tek hologram galerisinde almaz mıyım? Alırım tabi... Elimde krokiyle dükkana daldığım gibi sohbete başladık. Yazıkki asıl ihtiyacım olan pozlanmamış holografik materyal bulunmamaktaymış. Onun yerine bol miktarda ve çeşitte pozlanmış plakalar mevcuttu. Benim ilgili bir hobici olduğumu anlayınca oradaki amca litiholo diye bir kit var diye başlamaz mı? Hemen, biliyorum ben onu dedim; ikimiz bir ağızdan çalışmıyor deyişimiz çok komikti... Bildiklerimden devam etti holokits diye, bir de geola varmış. Sayesinde öğrendim, ulaşılabilir birşeyler çıkarsa hemen tefrika edeceğim, kuşkunuz olmasın...

Ve aşağıda beni muhteşem Salvador Dali ile görüyorsunuz. Neredeyse aynı boydaymışız ama benim kaşım o kadar kalkmaz tabi. Hazır oralara gitmişken Madame Tousseu'daki heykelinden bahsediyorum. Başında biraz yüreğimizi hoplattılar ancak heykelleri görünce japonlar yapmış abi diyesi geliyor insanın!


10 Ağustos 2007

Koşan Bulutların Adası

Rüzgârı insanın içinde esen ada:
Gökçeada



Bir varmış… Bir yokmuş… Kuzey egedeki iki adamızdan büyüğü olan Gökçeada, doğa ve dinlenme tatili için gidilesi görülesi bir yermiş. Mutlaka bagajında plaj şemsiyesi olan bir arabayla gidilmesi, tüm köyleri ve koylarının görülmesi, Tepeköy’de Barba Yorgo’da kalınmıyorsa bile bir akşam meyhanesinde kafa çekilmesi, ondan önce sizi karşılayan Eleni’ye mutlaka uğranması, merkezdeki Çakır’ın yerinde radika, karşısındaki pastane Meydani de efibadem kurabiyesi, Zeytinli Köyü'nde Beşiktaşlı Hristo’da tatlı yenmesi, Madamın dibek kahvesi içilmesi ve adaya özgü kekik balı, keçi peyniri ve zeytinyağı tadılması şart olan bir mini cennetmiş… Rüzgârın yönüne göre batı ucundaki Gizli Liman'da, güneydeki Laz Koyu'nda güneydoğusundaki Aydıncık'ta denize girmeden, o berrak denize hayran kalmadan döneni zaten dövüyorlarmış. Hah, bir de Aydıncık'taki tuz gölünün çamuruna bulanmak, bilmiyorsanız bile rüzgârlı deniz sporlarından en az birini denemek, geceleri keçi seslerini dinleyip yıldızları izlemek eğlence anlayışınıza uyuyorsa hiç durmayın, soluğu Çanakkale Kabatepe’de alın diyorlar… Dönünce keçilerin melemelerine karışan çan seslerini ve rüzgarın uğultusunu duymaya devam edeceğinizi garanti ediyorlar!

09 Ağustos 2007

Derki vs.

Bugün biraz nostalji yapalım. Bloga ilk yazmaya başladığımda, o zamanlar fevkaladenin fevkinde hobime yeni başlamış olmanın gazıyla haftada iki mesaj döşeniyordum. Yok deney meney yapmadıysam açıp fizik kitaplarını sitelerini iki çeviri, bir alıntı şeklinde ille de bir şey çıkarıyordum. Aferim bana! Söz uçuyor yazı kalıyor, istatistiklerde hala menger süngeri, heisenberg ilkesi arayan –muhtemelen ödev kopyalamakta olan lise öğrencileri- okurlarım o sayfalara ulaşıyor -umarım faydalanıyorlar- ve ben öğrendiğim bütün bu şey(!)leri hatırlıyor ancak etrafımdakilerin kafasını bunlarla daha az ütülüyorum.

Şimdi bu ziyadesiyle uzun ve gereksiz ve hatta amaçsız girizgahın nedeni ne olabilir? Tabii ki sabahtan beri yaptığım asıl işin tatildeyken oku-ya-madığım Perihan Mağden’in Radikaldeki yazılarını ard arda okuyup onun yazışına özenmiş olmam. Gerçi yazdıklarımı tekrar okuduğumda özenmiş olmakla kaldığımı görüyorum. Zaten herkesten bir tane var, değil mi?

Neyse, üstteki paragraftan ne anlıyoruz?
a- Ben bir Perihan Mağden okuruyum (doğru, yazdıklarının tamamına katılmam ancak yazım tarzının hassstasıyım!)
b- Ben tatile gittim geldim (doğru, hatta gittim gördüm geldim, ballandıra ballandıra da anlatırım içerikli mesajların yolda olduğunu bu vesileyle muştularım)
c- Sabahtan beri işe güce dokunduğum yok. (doğru, internet gazetelerinden köşe yazıları okuduğum yetmezmiş gibi on dakikalık kotalarda internete mesaj yerleştirmek gibi beceriler geliştiriyorum. Olsun, nihayetinde kendimi geliştiriyorum)
d- Konuyu bir türlü derki’nin 23. sayısının, içeriğinde benden dökülen incilerin de yer aldığı halde çıktığına getiremiyorum (ennn doğru cevap işte budur! Bu sayıdaki yazıyı çok severek yazdım –ne demekse artık- okuyun, oylayın ve hatta paylaşın)

16 Temmuz 2007

Dali, Cooper ve Gabor

Öncü bir ressam, müzisyen ve bilim adamını aynı cümlede buluşturan şey ne olabilir? Sanat tarihinin kıvrımlarından güncel müzik arşivlerine bağlanan oradan da asıl konumuz olan bilimin yakın geçmişindeki favori konumuza uzanan ilginç bir hikayemiz var bu ay….

Salvador Felipe Jacinto Dalí Domènech Marquis of Pubol, ya da bildiğimiz adıyla Salvador Dali, 1904 mayısında İspanyanın Katalan bölgesinde doğdu. 1989 yılına kadar süren 85 yıllık yaşamı daima farklı, yeni, sıra dışı olanı yansıtarak geçti. En çok resimleri tanınsa da fotoğraf, heykel, sinema ve birazdan açıklayacağım başka alanlarda da eserler verdi. Egzantrikliğinin eserlerinden daha çok dikkat çekmesi kendisinin de ifade ettiği gibi yaldızlı ve aşırı olan her şeyi seven, lükse tutkun ve oryantal şeylere ilgi duyan varlığından kaynaklanıyordu.

1916’da çizim okuluna 1922’de Madrid’de Güzel sanatlar akademisine başladı. 1926’da akademiden atılmış olsa da 1928’de üç resmiyle ünlü olmuştu bile. Kübist eserler yapıyor, biraz da Dadaizm takılıyordu. O yıllarda Paris’e gitti, Picasso’yla tanıştı, bir kısa film yaptı, gelecekte karısı olacak Gala’yla karşılaştı. Yaratıcılığının benzini olan bilinçaltının kıvrımlarını tuvaline aktarmasını sağlayan ve böylece kendisini sürrealizmin babası yapan bir yöntem geliştirdi. Üzerinden çok geçmeden 1931’de en çok tanınan resmini yaptı: persistence of memory. İkinci dünya savaşı başladıktan sonra 1940’da Gala’yla birlikte Amerika’ya taşındı. Orada politikadan biraz uzaklaştı, otobiyografik bir kitap yayınladı, sekiz yıl sonra Avrupaya geri döndüler. Yazılar yazdı, bir belgesel çekti, Dali müzesi üzerinde çalışmaya başladı ve uzun süre enerjisini buna ayırdı. 1969’da Pubol Şatosunu aldı ve Gala için dekore etti.



Bilime ve optik göz yanılmalarına ilgi duyuyordu. O zamana kadar üçüncü boyutu görselleştirmenin tek yolu stereoskopik görüntülerdi fakat işine yaramıyordu. O sıralarda onun bu sorununu çözecek yeni bir bilim dalı doğuyordu. Holografinin babası Dennis Gabor’la tanıştı ve sanat eseri olarak hologram yapan ilk sanatçı oldu. Mevcut ünü hologramın geniş kitlelerce tanınmasına yardımcı oldu. Kısa bir süre sonra Knoedler galerisinde Gabor’la koordineli çalıştığı ilk Dali hologramları sergisi gerçekleşti. İşte bu yazının konusu bu sergideki hologramlardan birinin hikayesi: Alice Cooper’ın beyni!

1973’de Dali ilk hologramını yapar, modeli, kıvrımlarında kurtlar resmedilmiş bir beyin heykelinin önünde elindeki Venüs heykelini mikrofon şeklinde tutan, belden yukarısı çıplak, boynunda kendi ürünü olan değeri o zaman 1,5 milyon usd olan bir kolye ve başında da bir taç ile poz veren Alice Cooper’dır. Ne bu avangart eser için seçtiği model, ne de bu eserin öğeleri tesadüfîdir. Hepsi Dali’nin sembolizm öğelerini kullanarak ifşa etmekten bıkmadığı bilinçaltının kıvrımlarından doğmaktadır.



Bu hikâyeye geçmeden önce Alice Cooper’dan bahsedelim biraz: Alice Cooper, gerçek adıyla Vincent Damon Furnier 1948‘de doğdu. Kırk yıldır süren ve rock şarkıcılığı, söz yazarlığı ve giyotinler, elektrikli sandalyeler, kan, boa yılanları içeren sahne şovlarından oluşan müzik kariyerine radyo programları ile devam etmekte. Hard rock, heavy metal, shock rock, garage rock, glam rock, arena rock gibi türlere öncülük etmiş, karanlık makyajı, uzun saçları ve yılanlarla verdiği pozları ile tanınan, hayatının bir döneminde alkolizm yaşamış, aşmış ve üç çocuğunu büyütmekte olan bir rockerdır. Dali’yle tanıştığı zamanlar karanlık ve kaotik şarkıları ve şovlarıyla Dali’nin Avrupada yaşattığı şokun benzerini doğduğu Detroit sınırlarını çoktan aşmış bir coğrafyaya yaşatmaktaydı.

Kendi sanatında (!) sürrealizmi kullanan Alice Cooper ve onun işlerindeki kaos ve karmaşaya hayranlık duyan Salvador Dali’nin karşılaşması ilginçtir. 1973’de New York’da Dali, Alice’i oteline davet eder. Barda buluşacaklardır ancak önce smokin giymiş olan Gala yine smokinler içinde genç bir grupla gelir. Ardından Dali gelir ve kendisini tanıtır: Merhaba ben büyük ve yüce Dali! Altın rengi ayakkabılar, parlak mor çorapların üzerinde buruşuk, mor bir pantolon, zürafa derisi bir ceket ve her zamanki bıyıklarıyla gelmiştir. Bu manzaranın karşısında, boa yılanını getirmemiş olan Alice’in kendisini epey sıradan hissettiğini tahmin edebiliriz. Üstelik söylediği beş kelimeden biri Fransızca, biri Portekizce, biri İspanyolca, biri İngilizce ve biri de Dalice olan ve anlamadığını söylediğinde ‘mükemmel, karmaşa en iyi iletişim şeklidir!’ diyerek sevinen Dali’nin karşısında yaptığı tek şey bira içmek olarak kayıtlara geçmiş.



Bu ilginç tanışmadan sonra çekim gününü bu ünlü hologramı çeken, aslında fotoğrafçı olan Russel Beal’in anılarından öğreniyoruz. Bir hafta önce mücevher firmasından ortamın güvenliğini denetlemeye gelenler yetmezmiş gibi gün boyu yaptığı aşırılıklarla basının ilgi odağı olan Dali’nin başrolde olduğu bir sirk havasında geçmiş. Cooper kontrolden çıkacak kadar bira tükettikten sonra ortadan kaybolmuş ve çekim anına kadar da görünmemiş. O zamanlar hala gizemli bir imajı olan hologram çekimi yapılacağı zaman basın üyeleri stüdyodan çıkarılmış. Düzenlemeye geçildiğinde önce plastikten yapılmış beyin heykelini yerleştirmek sorun olmuş. Sonra yanlışlıkla ortasından ikiye ayrılmış, yapıştırılmış. Şaşırtıcı bir şekilde gayet ayık olan Cooper her söyleneni yapmaktaymış ve döner platformun üzerinde elinde heykelle bağdaş kurup poz vermiş. 360 derecelik çekim holografik filme yapılmış ve işlem gördükten sonra silindir bir cam ya da plastik bir tüpe yerleştirilmiş. Tüp de dalga boyu sabit ışık yayan lazerin üzerine monte edildikten sonra etrafında dolaşıldığında Alice’in hayalet imgesi her açıdan izlenebilir hale gelmiş.

Bu şekilde oluşturulan dünyanın ilk silindirik krom hologramı olan ‘Alice Cooper’ın Beyninin Portresi’nin orjinali Figueras’daki Dali müzesinde sergileniyor.

25 Haziran 2007

1. Uluslararası Türkiye Salsa Festivali

22-24 haziran'da istanbul arena'da gerçekleşti! Bunun haberini alan hevesli muhabiriniz yerinde durur mu?! Tamamına değilse bile pazar gün ve gece boyunca süren kısmına elinde fotoğraf makinası, bir workshoptan öbürüne koşturup, aralarda terden ıslanan üstünü değiştirip, yarışmaların yarı finallerini kaçırmayıp akşam da finalleri ve çeşitli uluslardan sanatçıların showlarını hem izleyip hem kaydedip partide dans etmeden eve dönmeyen Pınar D. den bahsediyoruz! Ne durması???

Burada web sitesini, aşağıda da uzun listede yer alan hepsi birbirinden iyi sanatçıların tamamını gördüğümüz festival, peşin peşin söyleyeyim ki, süperdi! O yoğun programın en ufak bir gecikme olmadan tıkır tıkır ilerlemesinin mucize gibi birşey olduğunu şimdi bu mesajı yazarken fark ediyorum. Yoksa asıl mucize gösteri için gelen sanatçılar mıydı?! Hangi birini sayayım? Gündüz hazırlıklarını hayranlıkla izlediğim Salsa Dance Squad'ı mı? İnsan olduğundan şüphe duyduğum Alfredo'yu mu? İnsanın tüm sınırlarını aşmış Juan Matos'u mu? Tatlı kaçıklığı her halinden belli olan Hacha Y Machetenin Burcusunu mu? Gündüz bize on2 da dans etmeyi öğreten gece de sunuculuk yapan tatlı Eleni'yi mi? Gecenin sonunda söylediği Türkçe şarkıyla dumura uğratan Farid'i mi?


Reklamlar bir yana, organizasyonu paylaşan mundo latino'nun Yonca ile Mehmet Ceyhan'ı ve SalsaUK'nin Paul Young'ı performanslarından ötürü tebrik etmekten başka bir cümle kuramıyorum. Bize böyle bir festival yaşattılar ya, işleri daha zor artık. Çünkü bundan aşağısına razı olmayız bir daha! En azından kendi adıma öyle!

Gelelim yarışmaya... Yarışma kategorilerinin ilki bachataydı!

Böylece cumhuriyet kupalarından başka latin organizasyonu görmemiş topraklarımızda ilk kez bir bachata yarışması yapılmış oldu. Festivalde karşılaştığım birkaç tanıdık yüzden biri olan Cem Hakan Hatunoğlu partneriyle (Nazlı Örücü) birlikte üçüncülüğü kaptı. Bakınız sağdan ikinci çift.

Diğerleri, show salsa grup,

-sadece iki grubun yarıştığı en tenha kategori oldu. Finalistleri ve kazananları detaylı yazacağım ancak o zamana kadar cumhuriyet kupasında ilk kez gördüğüm ankaradan salsa angora'nın birinci olduğunu peşin peşin yazayım.

Show salsa çiftler,

-burada da yine tanıdık yarışmacılar vardı. Bursalı çift gipsy passion (İlker Gürcan & Sevgi Nur Bayraktar) yine cumhuriyet kupasındaki gibi orjinal ve enerjik bir show yaptılar ancak birinciliği salsa angoranın sempatik çiftine (Muzaffer Gür & Esra Aydın)kaptırdılar.

Amatör Salsa çiftler,

tabii ki hiçbirini henüz tanımıyorum.

ve profesyonel salsa çiftlerdi.

hepsini izlemek ayrı bir keyifti. Ruhumuz şenlendi! Ödüller festivallere katılımı destekleyen cömert sponsorların elinden çıkmaydı. Öyle ki, gecelerde dans etmeyi ileri taşıyıp yarışmacılığa geçmeyi düşündürttü bana. Dansın ve müziğin varlığı için şükrettiğimiz gecenin sonunda hala enerjisi kalanlar için harika bir parti başladı. İki gündür yorgunluk ve uykusuzluğa yenik düşen izleyiciler gitmiş olsa da arenanın kocaman pisti kımıl kımıldı. Son sözüm, çok daha fazla izleyiciyi hak eden harika bir festivaldi. Elbet dvdsi çıkar ancak orada olmayanlar yine de neler kaçırdığını bilemeyecek.

10 Haziran 2007

Tarihte Bugün: 10/06/2006

Pınar D. Hologram blogundan yayına başladı.



Şimdi: 10/06/2007
Pınar D. Hologram blogunun birinci yılını biraz buruk bir şekilde 76. mesajını yazarak kutluyor.

Bu mesajı aslında elimde ilk hologramım ve yüzümde kocaman gülümsememle çekindiğim güncel bir fotoyla süsleyerek, sürpriz tadında yazmak isterdim. Gerçi bu mesajı yazmamın an meselesi olduğunu biliyorum ancak, gerçekleşmeden atıp tutmak doğama aykırı olduğu için sessiz bir doğum günü kutlamasını tercih ediyorum.

İlk yıl hologram yapmamanın keyifli yollarında epey ilerledim. İkinci yıl keyifle hologram yapma konusunda da ilerlemeyi diliyorum.

08 Haziran 2007

Mizah Ruhun Gıdasıdır

Müzik gibi...

Hologram Forumunda buldum bu siteyi. Linguistik temelli karelerinin hepsini anlayamasam da nasada çalışmış, muhtemelen orada çalışmak için edindiği onca fizik bilgisi mizah duygusunu, romantizmini öldürmemiş, blogundan anladığım kadarıyla da gayet normal görünen bu arkadaşın karikatürlerine vuruldum! Bu mesaj eskir gider, yan sütundaki yeri baki kalır.

07 Haziran 2007

Derki 22. Sayı

Derkiye yazmaya başladığımdan beri yapmayı planladığım birşeydi, orada yayımlandıktan sonra görselleriyle birlikte blogda yayımlamak. Şimdiye kadar haber vermekle yetiniyordum, sonunda elim değdi ve aşağıdaki gibi yerlerini aldılar. Derkinin mayıs -ayın sonunda çıkmasına bakarak mayıs haziran sayısı olarak değerlendirmeli sanırım- sayısı ve orada yer alan, muhtemelen başka yerde bulamayacağınız ve şu an itibariyle umutsuzca benden başka kimsenin merak etmeyeceğini düşündüğüm bir konuda yazdıklarımı okumak isteyenleri buraya alalım. Umutsuzluk olsa geçerdi, fakat istatistikler de bunu doğruluyor gibi görünüyor. Hologram sanatı meraklıları, yine de bir bakın bakalım...

Bir sonraki yazının konusunu çıtlatmama gerek var mı? Yan sütundaki ilk elemente bakın desem yeterli ipucunu vermiş olur muyum?

Haydin sağlıcakla...

Boşluklardan Boşluk Beğen

Kuantum fiziğinin günlük yaşama katkısı…

Pek meşhur olan what the bleep filminin bir yerinde boşluktan söz ediyordu. Hiçbir şey hiçbir şeye değmiyor bile. İki atom birbirine yaklaştığında değmeden birbirlerini itiyorlarmış güya. Bir de en temel parçacık olarak geçen atomun bile çoğunluğu boşluktan oluşuyormuş. Artık onun da parçalara ayrılabilmesine rağmen uzunca bir süre en küçük birim olarak geçen atom çekirdeğinin bir tenis topu ölçeğinde olduğunu düşünürsek etrafındaki elektronların ufukta takılıyor olacağını anlatan bir anestezist vardı. Filmin sonunda mesleğini ve bu işlere merak salma nedenini insanları uyuturken nereye gittiklerini merak ettiği olarak açıklamıştı. Kaldı ki çekirdeğin içinin içi olduğu da artık ortaya çıkmış, parçalanması kıtaları yerle bir eden atomun içinin de pek dolu olmadığı anlaşılmış durumda.

Elektronlar pozitronlar birbirini ağırlar…
Şu an bilimin çözemediği bir tek fotonlar kaldı sanırım. Hangi elementin ne kadar elektronu olduğunu, elektronları stimüle ya da provoke ederek neler yapıldığını ve eksi yüklü olduklarını hiçe sayıp bir de artı yüklülerini yaptıklarını, marifetmiş gibi bunlara bir de pozitron adını verdikleri sabah haberleriyle ayağımıza gelmese bile biraz araştırıp öğrenme imkanımız var. Fakat fotonlar öyle mi? Ne zaman nasıl davrandıklarını çözebilene aşk olsun! Bu durumda nasıl davranacaklarını onların bile bilmediği uzak bir varsayım mı? Şu ajan Temeli işkenceyle konuşturma fıkrasında olduğu gibi. Hani temeli konuşturmak için her türlü işkenceyi uygulamışlar da tek kelime alamamışlar ağzından. Artık ölmesin diye durup hücreye atıp gizlice gözlediklerinde temelin kafasını duvarlara vura vura hatırla hatırla diye çırpındığını görmüşler! Belki fotonlar da öyledir, ne zaman ne yapacaklarını onlar bile bilmiyorlardır… Heisenberg amca belirsizlik ilkesini boşuna mı bulmuş, hem?!

Hayal ettiğin kadar varsın!
İnsanın gönlü zengin olsun…
Normalde hayal gücünün sınırsız olduğu söylenir. Teoride doğru olabilir. Ancak kendimden biliyorum, insan bazen bazı şeyleri hayal bile edemiyor. Üstelik bu hayal edemedikleri genellikle güzel şeyler oluyor. Bir şekilde aklımıza olumsuz bir düşünce getirdiğimizde kolaylıkla kendimizi o durum içinde hayal edebilirken, haydi, hayal değil mi, kur bakalım en güzeli nasıl olur diye hayal kurmaya oturduğumuzda şu anki durumumuzdan daha iyi bir fiziksel durum, hayal edemiyor. Sürekli endişe, güvensizlik, tehlike mesajlarıyla bombardımana uğrayan dimağımız koşullanıyor. Sürekli negatifi düşünüyor, öyle düşündüğü için negatif gerçekleşiyor, böylece bu şekilde düşünmekte haklı olduğuna ikna olup aynı düşünce paternini bir ömür boyu tekrarlıyor.

Hâlbuki the secret de ne diyordu. Bilinçaltımız alaaddinin cini gibi bizim dileklerimizi gerçekleştirir. Biz bir şey istersek onu bize vermek için süreç başlar. Biz sabırsızlık gösterip kararsızlığa düşersek ya da ilk isteğimizle çelişen mesajlar gönderirsek bizi sorgulamaz. Dediğimizi kelime anlamıyla gerçekleştirir. Geçmişe bakınca kendi hayatım için tıpa tıp geçerli olduğunu görüyorum. Beyan ettiğim, farkında olduğum ya da olmadığım tüm dileklerim realiteye dönüşmüş. Tabii ki hayatım tatlı cadınınki gibi burnumu oynatmayla bir anda gerçekleşen mucizelerle dolu olmadı. Ben de herkes gibi normal bir okul bitirip normal bir işe girip normal koşullarda çalışıp normal insanlarla arkadaşlık ederek geçti. Sevindiğim ya da üzüldüğüm olaylar oldu. Bu kuralın tıpa tıp işlediğini istediğim şeyleri sonradan istemekten vazgeçtiğimi ya da bir şeyi ister görünüp kendimi buna layık görmediğimi veya bir şeyi isteyip gizliden gizliye bunun mümkün olmayacağına dair güçlü bir inanç beslediğimi fark ettikçe söyleyebiliyorum. İstemekte istikrar gösterdiklerim ise en geç iki yıl içinde ve benim hiçbir şekilde tahmin edemeyeceğim şekillerde gerçekleşmiş.

Geçen geçmiş olsun, bundan sonrasına bakalım… Yakın gelecekte (mayıs 2007) yaşadığım evi değiştirmem söz konusu. Ve ben her normal insan gibi bu değişimin aynı zamanda bir miktar belirsizlik anlamına geldiğinin farkındayım. Ve şu anki bilincimin önderliğinde bunun tadını çıkarmayı ve bunu normalde hiç düşünmediğim bir konuda sıçrama yapabileceğim bir fırsat olarak görmeyi tercih ediyorum.

Ne diyordu, bir şey dilerken onun nasıl olacağına kafa yormayın, evren bir yolunu bulur. Siz ne istediğinize konsantre olun ve olabilecek en detaylı şekilde onu tanımlayın. Bilinçli düşünmeye sanırım ilk kez 8 yıl önce devam ettiğim yoga derslerinin etkisiyle başlamıştım. Kabıma sığamayan bünyem kendi düzenini kurmayı her şeyden çok istiyordu. Bir yıl sonrasında bir şehir değişikliği ile bunun gerçekleşeceği belli oldu, ikinci yıl sonunda koşulları oluşmaya başladı. Üçüncü yılın içinde benim dilediğimden de uygun bir şekilde dileğim gerçekleşti. Şu an içinde bulunduğum belirsizlik o zaman da vardı ve her şey havalanıp arkamdan esen rüzgârla yeni yerlerine konduğunda bıraktığımdan çok daha iyi bir konumdaydım.

Olanlar olacakların garantisidir!
Konut değişimim beni daha iyi bir konuma taşıyacak bir fırsat olabilir. Çünkü öğrendiklerimin ışığında hiç olur mu demeden gayet yüksekten uçmayı tercih ediyorum. Birbiriyle çelişmediği gibi; hayatımın, yaşadığım yer, yuvam dışındaki alanlarını da pozitif etkileyecek şekilde düşüncelerimi oluşturuyorum ve evrene iletiyorum. O kadar kira ödedikten sonra düşüncelerimi dünyevi konulara harcamaktansa kökten çözmeyi ve evimin sahibi olmayı diliyorum. Sahibi olmayı dilediğim ev de az bir şey değil hani, yerden ısıtması, jakuzisi, manzarası, güneş alması, havadarlığı, muhiti, mahallesiyle hayal edebileceğimin en iyisi diyeyim kısaca, siz anlayın. Eğer şu anki işimle finanse edemiyorsam, evren bana bunu finanse edebileceğim yeni ve daha iyi bir iş verir, daha bile iyi olur… Kaynaklar sınırsızken beni hayal etmekten kim alıkoyar, değil mi?

Verileri göz önüne aldığımızda iki aylık bir süre olduğunu görüyoruz. Dikkat ederseniz az ya da çok demiyorum, tam tamına iki ay. Bu süreye takılacak kuşkucular için küçük bir not: Hazır olduğunda, değişim, bir an’da olur.

Bir de kuantum çorbasından bahsediyordu ak saçlı ak sakallı dede. Biz bir şeyi gözlemlerken orada, gözlemlemezken tamamen bir bilinmez. Bütün atomlar birbirine karışıp maddeden tekrar olasılık moduna geçiyorlar. Biz gözümüzü onlara diktiğimizde, hop, tekrar madde oluveriyorlar. Böyle düşününce, hem bizim madde sandığımız şeyler boyutsuz alanlar, yetmezmiş gibi bir hareketliler, sormayın gitsin. Senin bakmadığın an kuantum çorbası, baktığın an her şey bıraktığın gibi. Bir kez olsun şaşırır, kibrit kutusundaki bir kibrit çöpü ters gelir mesela, değil mi? Yok, o da yok! Şaşırtma adına tek yaptıkları şey, bazen ortadan kaybolmak bazen de aynı anda iki farklı yerde olmak. Bizim dünya dediğimiz şeyin çivisi çıkmışken bile diyemiyorum, çıkacak bir çivisi bile yokken, üstelik belki dünya diye bir şey bile hepimizin ortak yanılgısı olan bir hologramdan ibaretken, bir görünüp bir kaybolmak, aman ne orijinal! Buna sebep olan şey, bilinç, yaratıcı, her ne ise artık, eğlenedursun, ben kimim, neredeyim diye kafa yoran bilinçcikler de kendisini paralasın…

Yine boşluk konusuna dönecek olursak. Madem bizim materyalist dünya olarak nitelendirdiğimiz şey bir boşluk. Diğer yandan bize biçilmiş ömür boyunca buralarda takılmak durumundayız. Aslında iş sadece bütün fiyatları ödeyebilecek kadar zengin olduğumuzu fark etmekte. Sonuçta ödeyebileceğinden emin olduğunda bir insan alışveriş yaparken fiyat etiketine bakar mı? Bakmaz, onun yerine alacağı şeyin özelliklerine bakar. İhtiyacımı karşılıyor mu, bana uygun mu, bunu ister miyim diye düşünür, kaçaymış diye sormadan önce. Benimki de o hesap, madem hesabı evren baba ödüyor bari ben içinde yaşayacağım ev, gün boyu yapacağım iş, ayağıma giyeceğim ayakkabı ya da öğlen yiyeceğim yemek olsun, beni en mutlu edecek, en çok seveceğim şeyler neler, ona karar vereyim diyorum…

Nihayetinde çoğunluğu boşluktan oluşan atomlardan oluşan moleküllerden oluşan materyallerden yapılmış bir çift çizmenin bir yerinde prada yazması ile yazmaması arasındaki fark benim yüzümde oluşan bir gülücükse, tabii ki gülücük oluşturanı tercih etmek daha mantıklı. Amaç o gülücüğü yaşamaksa bunu bir şeye bağlamadan yaşamak da mantıklı tabi. (buda modeli) Ayakları sıcak tutacak başka bir çözüm bulmak ve içinde “ama” geçmeyen cümleler kurmak da mümkün. (bir lokma bir hırka modeli) Bana sorarsanız, hepsinin boşluktan oluştuğunun bilincinde olarak naylon balıkçı çizmesi yerine prada çizmelerle mutlu olmak, sıcak tutulması gereken ve yürümeye, koşmaya, dans etmeye yarayan ayaklara sahip olduğu için mutlu olmaktan sonra gelen en naif, en saf, en güzel ikinci sevinme nedenidir ve bunu akıl edenlerin sağlıklı ayaklara ek olarak en klasından bir çift prada çizme artı çantayla ödüllendirilmesi gerekir!  Çünkü evren o kadar cömerttir ki her zaman istediğimizden fazlasını verir. Sevgili yaratan, evren, bilinçaltım, bütün olanların kaynağı, her neredeysen sana sesleniyorum!!! Şu benim evle birlikte hallediverirsin artık…

Uçağımın direksiyonunu biraz daha kaldırıyorum, beni adam yerine koyar mısınız demeyip daha yüksek irtifada seyre dalıyorum. Sizin sözlüğünüzde yeri var mıdır bilemiyorum. Benim ailemde, yetiştiğim çevrede ‘varlığı yetmek’ diye bir kavram vardır. Cümle içinde kullanmak gerekirse, birisi diyelim ki spontane olarak –eskiden cep telefonları yokken böyle şeyler daha çok olurdu tabi- bir başkasına uğruyor ve orada şans eseri başka misafirler var ve onlar haberli geldikleri için mükellef bir sofra kurulmuş, güzel güzel yemek yiyecekler. Spontan misafirimiz kültürümüzde kabul görmüş bir adet olarak eli boş geldiği için mahcup olup bunu ifade ettiğinde evsahibi onu sofraya buyur ederek ‘varlığın yeter!’ der. Birine iyilik yaptığında, iyilik bile değil görevini yaptığında buna bir bedel ödemesi gerektiği hissine kapılan herkese de kullanıldığını duymuşumdur: varlığın yeter güzelim!

Yani bu sofraya oturmak için bir şey yapman, bir bedel ödemen, katkıda bulunman gerekmez. Daha önce haber vermen bile gerekmez. Senin var olman yeter. Hatta bütün bu eğlenceye anlam katan biricik şeylerden birisin sen de. Lütfen mahcup olma, evren en güzel en bereketli sofraları hazır tutmakta. Ya sen olmasaydın, bu sofradan karnını doyuracak kimse olmasaydı, asıl o zaman ne anlamı kalırdı onca bolluğun? O nedenle, evrenin sana sunduğu tüm güzelliklerin tadını çıkarman için varlığın gerekli ve yeterli. Evrenin hiçbir zorluk ya da darlık yaşamadan sunduğu o sofraya otur, karnını doyur, tadını çıkar! Bunu fark ettiğimden beri ben öyle yapıyorum. Hedonistliğimin ardında sağlam nedenler var yani. Şu an abartıp bir de hayalimdeki evde mayıs 2007 de oturuyor olma siparişi veriyorum. Bakalım, hazırım bekliyorum…

Fraktal Geometri

Fraktal geometriyle ilk tanışmam bundan 5 yıl kadar önce bir arkadaşımın bilgisayarla yaptığını iddia ettiği bir resmi başka bir arkadaşıma doğum günü hediyesi olarak vermesiyle oldu. Klasik anlamda resim diyemeyeceğim bu görüntü, başı ve sonu –belli- olmayan ve birbiri içinde tekrarlanan geometrik diyebileceğimiz, demeyedebileceğimiz bir motifin birbiri içinde tekrarlanan canlı renklerle süslenmiş haliydi. Daha sonra başka eserlerini de gördüğüm arkadaşım ilk kez duymama daha birkaç yıl olan fraktal ya da mandelbrot kelimelerini tek bir kez bile cümle içinde kullanmadan, ‘bilgisayar programı var, yapıyorum işte’ diyerek hayretimi izledi.



Hala hayatta olan ve resimde görülen, zamanında ne matematikçilere ne fizikçilere yaranabilmiş Benoit Mandelbrot amcanın ikibin yıllık koca Öklid geometrisini tahtından ettiği buluşunu tanımlamak için oğlunun Latince sözlüğünü karıştırırken rastladığı fractus sıfatından ilham alarak uydurduğu fractal kelimesi ve bu isimle tanımladığı geometriyle tanışmama daha birkaç yıl vardı. Mandelbrot bunu yaptığında takvimler 1975’i gösteriyordu, kendisinin fraktal geometriye dair yayımladığı “İngiltere sahillerinin uzunluğu nedir?” başlıklı ünlü makalesinin yayımlanmasının üzerinden 8 yıl geçmişti.

Cevabı başlığı kadar ilginç olan bu makale, daha sonra fraktal geometrinin doğadaki başka tezahürlerine yoğunlaşacak başka matematikçiler için bir öncü niteliği taşıyordu. Özetle, Mandelbrot; ‘Bulacağınız uzunluk pergelinizin uzunluğuna göre değişir. Eğer bir metre açıklığında bir pergelle ölçüyorsanız bir metrenin altındaki kıvrımlar ölçülmemiş olacaktır, eğer bir karışlık bir pergelle ölçüyorsanız bir karışın altındaki kıvrımlar yuvarlanmış olacaktır. Ölçümünüzü ne kadar hassaslaştırırsanız bulduğunuz sonuç o kadar büyük olacaktır ve bunun sonu her bir kum tanesini ard arda ölçmeye kadar gidecektir.’ diyordu.



İngiltere ya da Türkiye sahilinin ne kadar uzun olduğu gibi bir merakım olmadı. En meraklı zamanlarımda bile evdeki televizyonun içinde gerçek adamlar olmadığının farkındaydım. Ancak bu her kıvrımında kendi minik örneklerini sakladığını gördüğümüz ünlü Mandelbrot serisinin z kare + c gibi gayet basit bir fonksiyondan oluştuğunu öğrendiğimde şaşırdım. Gördüğüm kadarıyla tek püf noktası z’nin sıfırdan başlayan herhangi bir sayı, c’nin de test edilen noktaya tekabül eden karmaşık bir sayı olması. Hepimizin anlayabileceği bir dille ifade etmek gerekirse sıfırdan itibaren bir sayı alıyoruz, kendisiyle çarpıp sonucu aldığımız ilk sayıya ekliyoruz. Sonra bu sayının karesini alıp ilk sayıya ekliyoruz ve istediğimiz kere tekrarladığımız bu fonksiyonun dinamik karşılığı yukarıdaki resimlerin ilki oluyor.

Araştırınca gördüm ki fraktal geometri, ortaya çıkışı, daha doğrusu bu açıklıkla tanımlanışı ve bir türlü kabul göremeyişi matematiğin bilgisayarların gelişmesini beklediği yüz yıllık uzun ve sıkıcı dönemin bitmesini beklemiş. İlk örnekleri birinci dünya savaşı sırasında Gaston Julia ve Pierre Fatou’nun inceledikleri ve literatüre Julia seti olarak geçen denklemlerle genç Mandelbrot karşılaşmıştı ve kendi başarısının sırrı olan sezgileriyle bunların Öklityen kavramlarla açıklanamayacağını anlamıştı. Kendisi şanslıydı, hem dünyaya daha uygun bir zamanda gelmiş hem de IBM gibi bir firmada, zamanın en ileri –ileri dediysek günümüzdekilerin atalarından bahsediyoruz- bilgisayarları elinin altında çalışmaktaydı, üstelik hafif çatlak ve bolca megaloman bir bilim adamı olarak sonradan pek ünlü olacaktı.



Burada özetlemekte zorlandığım bilgilerin ışığında söyleyebilirim ki Mandelbrot’un bu hep gözümüzün önünde olan fakat bilinen tarih boyunca kimsenin formüle edemediği fraktal geometrinin başarısı bakış açısında yatmaktadır. Kendisi de sorup cevapladığı sorularda bakış açısını yani ölçeği baş değişken olarak kullanmış. Yine meşhur sorularından biri; bir yumağın boyutu nedir? Eğer uzaktan bakıyorsak bir nokta kadardır. Biraz yaklaşınca birbirinin üzerine sarılmış iplikler kadardır. Daha da yaklaşınca iplikleri oluşturan daha ince lifler kadardır. Daha da yaklaşırsak o lifleri oluşturan sıfır boyutlu noktalar kadardır. İnsanın avucunda tuttuğu bir yumağın nihayetinde sıfır boyutlu noktalar toplamı olduğuna inanası gelmiyor ancak matematiksel olarak durum bu.



Koch’un birbirini daha küçük ölçeklerde tekrarlayan üçgenlerden oluşan kartanelerinin merkezinden çizilmiş bir daireye sığmakla birlikte kenarının sonsuz uzunlukta olduğuna da ilk bakışta inanmak zor. Ancak matematiğin böyle de bir boyutu varmış işte! Her kenarı 30 santimetrelik gayet ele gelir bir boyutta bir eşkenar üçgenle başlayıp, her kenardan ortadaki on santimden yeni bir eşkenar üçgencik çıkarmak ve bunu tekrarlayarak, her seferinde bir öncekinin üçtebir boyutunda yeni üçgencikler yapmaya devam edersek bizim de Helge von Koch’un ta 1904’de tanımladığı, kenar uzunluğu sonsuz, alanı maksimum eşmerkezli bir daire kadar olan bir kar tanemiz olur. Tamamen ölçek meselesi.



Cantor tozu, Sierpinski halısı ya da Menger süngeri de aynı mantıkla oluşturulmuş daha eski örnekler. Matematiksel bakımdan incelenmeye değer olduğu gibi pratik yaşamda da benim aklımın ucundan geçmeyecek dertlere deva olmuşlukları varmış. Bir doğrudan başlayıp, üçe bölüp ortadaki üçte biri kaldırıp, sonra kalan her üçte bire aynı işlemi uygulamayı tekrar ederek ortaya çıkan noktacıklardan ibaret olan Cantor tozunu Mandelbrot, kablolardaki veri transferinde ortaya çıkan hatanın dağılımı ile ilişkilendirmişti. Aynı işlemin üç boyutlu hali olan Menger süngeri bir küpün merkezindeki küpün kesilip çıkartılması ve kalan dokuzda bir boyuttaki diğer sekiz küpe de aynı işlemin uygulanmasından oluşmaktadır. Sonsuz yüzey ve sıfır hacme sahip bu yapı Eiffel Kulesi ile inşaat teknolojisine girmiş ve bu alandaki belki de en kullanışlı çözüm olmuştur.



Yirminci yüzyılın son çeyreğinde ismine kavuşan bu matematik dalının doğada sayısız örneklerine işaret eden başka bilim adamları da oldu. Bir eğrelti otunun yapraklarının diziliminden bir şimşeğin izlediği yola, bir camdaki çatlağın çıkardığı desenden akciğerlerimizin içindeki bronşların ve damar sistemimizin yapısına kadar fraktal geometri içinden evrenin doğduğu, o ilk gaz ve toz bulutlarından beri kendi minik örneklerini içinde barındıran bir düzen olarak mevcut. Bunu idrak ettikten sonra benim için anlaması asıl zor olan şey bunu keşfetmek için neden bu zamana kadar beklediğimiz!


Kaynakça;
Kaos, Yeni Bir Bilim Teorisi, James Gleick, Tübitak Yayınları, 1995
Raslantı ve Kaos, David Ruelle, Tübitak Yayınları, 1994
Ve tabii ki Wikipedia

Yeni Bir Hobi: Hologramcılık

Bu yazımın başlığı derkinin bir önceki sayısı için yazılmış fakat çeşitli sebeplerden (a-bir aylık gecikmenin hiçbir kayba yol açmadığı b-doğru zaman şimdi olduğu c-ikisi de) dolayı devamını kaleme almak bugünün işiymiş.

Derkinin bir güncel magazin olduğu düşünülürse dünyadaki üyelerinin bir avuç, ülkemizdeki bilinen meraklısının ise bir kişi olduğunu da göz önüne alırsak bu satırları yayımlayarak derkinin güncelliğin ötesinde gayet proaktif bir harekette bulunduğu anlaşılır.


Hologramcılık nedir? Hologram nedir? Nasıl yapılır? Muhtemelen başlığı okuyunca aklınıza ilk takılan sorular bunlar. Merak etmeyin, elimden geldiğince cevaplayacağım. Bir soru daha var ki yer vermesem olmaz: neden hologram? Olur da bu yazıdakiler ilginizi çeker ve siz de bir hologram hobicisi olmaya karar verirseniz bu sonuncusu karşınıza en sık çıkacak sorudur.

Hologram Derken…
Öncelikle belirtmeliyim ki hologram felsefeden bilime, güvenlikten bilgi teknolojisine pek çok farklı alanda farklı şeyleri tanımlamakta kullanılmakta. Kavram karmaşasına neden olmamak için hemen şu anda bahsettiğim hologramın nasıl bir şey olduğunu anlatayım.

Hologram, ışığa feci şekilde duyarlı bir film ya da plaka üzerinde yer alan üç boyutlu görüntüdür. Üç boyutlu derken bilgisayarda yapılmış hafif bir hareket ve gölge efektinden ya da perspektife uygun bir imajdan bahsetmiyorum. Herkesin anlayacağı bir dilde ifade etmek gerekirse bir yüzeye baktığınızı bildiğiniz halde gördüğünüz objeyi camın önünde ya da ardında, tutabilirmişsiniz gibi algılamaktan bahsediyorum. Hatta yaklaşıp başka açılardan baktığınızda sanki orada gerçekten obje varmış ve onu değişen açılardan izliyormuş hissine kapılmaktan ve onu tutmak üzere elinizi uzattığınızda elinizin boşluktaki görüntünün içinden geçmesinden ve gördüğünüzün çok gerçekçi bir hayal olduğunu fark etmenizden…
Nasıl? Heyecan verici, değil mi? Paralaksa sahip olması hologramı fotoğraf ya da başka bir materyalden ayıran başlıca nedenlerden biri.

Bir diğeri hologramı parçalara ayırdığımızda elimize görüntünün iki yarısının değil, belki biraz deforme olmakla birlikte görüntünün tamamının yer aldığı daha küçük parçalar elde etmemiz. Tamamen ışığın özellikleriyle ilgili olan bu sonucu açıklamak için bilim adamlarının yeni bir bilim dalı oluşturduğunu söylersem ne düşünürsünüz peki? Sizi bilmem ancak pratik yaşamda gayet basit algıladığımız şeylerin bilim adamlarını birbirine düşüren ve hala tam olarak formüle edilmemiş olduğunu öğrendiğimde ben çok şaşırmıştım. Tabii dalga parçacık ikilemini, ışığın bazen dalga bazen parçacık gibi davrandığını yeterli bir formül olarak kabul etmekte zorlanmıyorsanız.



Bu noktada nasıl devam etmem gerektiği konusunda kararsız kalıyorum. Hologramın bilimsel olarak gözlemlenen fakat test edilemeyen mucizevi özelliklerini felsefeyle karıştırıp mı anlatsam?? Şimdiye kadar daha çok ağırlık verdiğim kuantum fiziğinin uğraştığı yüksek fizik dersleriyle kafanızı mı ütülesem? Yoksa potansiyel hologram hobicilerini ürkütmeden hologram yapımının da takı tasarımı, pasta yapımı ya da fotoğrafçılık gibi bir hobiymişcesine adım adım püf noktalarını mı anlatmaya başlasam? Beni cezbedenin birinci, şimdiye kadar yaptığımın ikinci olmasına rağmen üçüncüyü tercih ediyorum.

Biraz Pratik
Hologram yapmak için nelere ihtiyacımız var?
-öncelikle motivasyona ve onun peşinden gitmemizi sağlayacak güçlü bir bünyeye!
Eğer kendinizi neden hologram sorusuna hazırladığınızı ve karanlık, sessiz bir odada sıkılmadan uzun süreleri geçirebilecek enerjiye sahip olduğunuzu düşünüyorsanız geriye birkaç minik detay kalıyor.
-lazer
-holografik film veya plaka
-banyo solüsyonları
-ayna ve mercek düzeni ve
-ışık ve titreşimin olmadığı bir oda

Bütün bunların toplamını bir laboratuar içinde emrinize sunulduğunu ve bunları holograma dönüştürecek bilgiye sahip olduğunuzu da düşünürsek kendi ellerinizle yaptığınız hologramlarınızın duvarlarınızı süslemesi an meselesi demektir.



Biraz Tarih
Eğer liste biraz uzun ya da pratiklikten uzak göründüyse size hologramı bulanlardan bahsedeyim biraz. Hologramı bularak Nobel fizik ödülünü alan Macar asıllı Amerikalı fizikçi Dennis Gabor’un elinde bunların hiçbiri yoktu. Yapmak istediği şey bir hologram değil elektronları daha yakından görmesine yarayacak bir aletti. Üstelik henüz hologramın başlıca gereksinimi olan lazerler icat edilmemişti. Yine de onun mikroskobik boyuttaki çabaları on yıl sonra lazer bulunduğunda işe yaradı. Tamamen içgüdüsel bir motivasyonla Emmeth Leith ve Juris Upatnieks yine hologram dışında bir konuda kullanmak üzere Gabor’un tekniğini lazer ışını ile kullandılar ve lazer ışını ile görüntülenebilen ilk hologramı yapmış oldular. (Bkz. Resim 1) Yola hologram yapmak için çıkan ilk insan Yuri N. Denisyuk oldu. O zamanın SSCB’sinde bu çalışmaları Lipmann Fotoğrafçılığı ile birleştirerek başka bir ilke imza attı ve gün ışığı ya da herhangi bir lamba ile görüntülenebilen ilk hologramları yaptı. Ve bundan sonra hologram teknolojisi alıp başını gitti. Başlangıçta amaçsız, sonuçsuz hatta başarısız görünen bu denemeler daha güçlü lazerlerin yapılması, daha gelişmiş tekniklerin çıkmasıyla portre hologramları, hologram etiketleri, güvenlik ve ölçüm uygulamalarında kullanımı ve sanattaki yansımaları ile hologram teknolojisini dünyaya tanıttı.

Neden Hologram?
Benim hologramla tanışmam ve şimdiye kadarki serüvenim sadece bir merak ve merakımı gidermeden rahat edemeyen bünyem eşliğinde şekillendi. Gördüğümüz, dokunduğumuz, gayet somut olarak algıladığımız şeylerin atomik düzeyde boşluktan oluştuğunu, boşluğun da lazer ışık oyunlarıyla dolu gibi görünebileceğini öğrenince hayatımdaki keskin sınırlara veda edip tanık olduğum ironiyi muzipçe ifade etmek için hayalimdeki hayal olarak hologramcılığı seçtim. İşte bu nedenle hologram.

Tavşan Deliğinden Aşağıya (Down The Rabbit Hole) (2006)

2004 de spritüel film piyasasını sallayan ‘Ne Biliyoruz ki?’nin devam filmi olduğunu umarak izlediğim Tavşan Deliğinden Aşağıya hakkında yazarak başlıyorum derki’deki yazılarıma. Dvdsi bir aya kadar raflarda yerini alacağı ilan edilen film elime mucizevî bir şekilde geldi desem yalan olmaz. Ben de bu önceliği değerlendirerek izleyicisi bol olacağını tahmin ettiğim film hakkında ilk ahkâm kesenlerden olma ayrıcalığını kullanmayı tercih ettim. –filmde öğrendiğimiz gibi, bu tercihimi yapana kadar izlemek, izlememek, izleyip yazmak, yazmamak ve daha bir dolu başka olasılık söz konusuyken gözlemimi bu eylem üzerinde yoğunlaştırarak bu olasılıklardan birini gerçekleştirmiş oldum-

Hakkında yazmaya karar verdiğim için olaya ciddiyetle yaklaştım ve film başlamadan yanımda kalem ve defterimi hazır ettim. İlk filmi izlemeyen kalmadığını düşünerek bakalım notlara girecek denli dikkatimi çeken bilgileri paylaşayım... Yok, izlemedik, filmde görmek istiyoruz diyenler italiklerin altından okumaya devam edebilir.



Beynimizin saniyede 400 milyar bitlik bilgi aldığı ancak bunun 2000’inin farkında olduğumuzu. Buradan da mevcut bütün olasılıkların beynimizde yer aldığı, realitemizi oluşturan kısmının düşüncelerimizle şekillendiği

Kuantum mekaniğinin dört özelliği
-aynı anda birden çok yerde olabilme olarak açıklanan süper pozisyon
-dalga gibi davranan parçacık olarak açıklanan dalga/ parçacık ikiliği
-uzak mesafelerden iletişim kurma becerisi olarak açıklanan bağlılık
-bir dalga fonksiyonu ile çevrelenmiş kuantum durumları olarak açıklanan- bose-einstein yoğunluğu

Kuantum mekaniğinin dünyayı, elektronlar dünyası olarak değil, potansiyel elektronlar dünyası olarak tanımlaması

Somut dünya olarak algıladığımız maddelerin moleküllerden, moleküllerin atomlardan, atomların ise çoğunlukla boşluktan oluştuğu

Çok küçük alanların çok kısa zamanlarda inanılmaz büyük enerjiler çıkardığı, bir big bang yaratmanın problem olmadığı

Hiçbir şeyin hiçbir şeye gerçekte dokunmadığı, yaklaştığında elektronların birbirini ittiği

Beynin gördüğü şeyle hatırladığı şey arasında ayrım yapmadığı

Beynin arkasındaki hipotalamusun görevinin peptitler üretip yaymak olduğu. Peptitlerin ise her duyguya karşılık gelen proteinler olduğu ve kan dolaşımıyla vücuda yayılıp kendisini kabul eden hücrelere ulaştığı, hücrelerin algılayıcılarıyla buluştuğunda hücreyi aktive ettiği ve aktive olan hücrelerin de ihtiyaçlarını karşılamak için beyine seslendiği ve beynin de bu çağrıya kulak verip ihtiyaç duyulan kimyasalları salgılayacak durumlar/ deneyimler yarattığı… Belli duyguları günlük olarak ne kadar sık hissediyorsak o duyguların kalıplaştığı, ne kadar uzun süre hissetmiyorsak da o kalıpların yok olduğu…

Olumsuz duyguların hücrelerdeki algılayıcıları kapattığı, hücreleri bölünmeye zorladığı ve oluşan yeni hücrelerin çok daha az algılayıcıya sahip olduğu, dolayısıyla yemeklerden alınan kimyasalları algılayamayacak hücreleri besinlerle tedavi etmenin imkânsızlığı

Bağımlılığın kimyasallara ya da duygusal durumlara karşı olabileceği ve en basit tanımının duygusal durumu kontrol edemediğimiz şeylere bağımlı olduğumuz olduğu ve biz o durumlara bağımlı olduğumuz sürece beynimizin bunu tatmin edecek deneyimler hazırladığı

Zihnimizi değiştirirsek seçimlerimizi, seçimlerimizi değiştirirsek de hayatımızın değişeceği

Dr Kuantumun dalga parçacık ikiliği ve gözlemcinin farkını çift yarık deneyi ile anlatması. Maddenin gözlemlendiği zaman parçacık, gözlemlenmediği zaman dalga özelliği göstermesi…

Dr Kuantum’un iki boyutlu ve üç boyutlu yaşayanların farkını göstermesi ve bilinç sıçramasını deneyimleyenlerin geriye dönemediğini anlatması


Kısa cümleler halinde bir a4 ü geçmeyen bu notlar ve filmin kendisi sizce de çok tanıdık değil mi? Görev bilincim bastıran uykuma galip geldi ve farkı neymiş diyerek bir de 2004’de çıkan ilk filmi izledim. Yine defterim kalemim elimde… O da nesi? Aynı konular aynı sırayla aynı şekilde yer alıyor. Ve anlıyoruz ki iki film arasındaki yaklaşık yarım saatlik fark sadece iki ayrı yerde görünen Dr. Kuantum animasyonları!



Şimdi benim bu satırları yazıyor ve derki okurlarına ulaştırıyor olmam bile filmde karşılık bulan gerçeklik yaratma konusu ile açıklanabilir. Ya da düşüncelerimizin geleceği yarattığı mekanizma ki filmdeki favorim bu olmuştur. Bundan sonra laf çok icraat yok saldırısına karşı kullanabileceğim en sağlam savunma. Düşünüyoruz ya kardeşim, geçiniz sen yanmazsan, ben yanmazsamları, düşüncelerimizle değiştiriyoruz dünyayı… Şimdi moda bu! Derken yine duraksıyoruz, düşünüp düşünüp vazgeçerek düşüncelerimizle dünyayı/ hayatımızı değiştiremeyeceğimize inandığımızı ve böylece de bunu deneyimlediğimizi açıkladığı bölüm aklımıza geliyor… Bir an filmin her soruya cevap, her derde deva olacak her şeyi içinde barındırdığı hissine kapılıyorum.

Velhasıl, kuantum mekaniği karışık bir şey. Toplumun medyadan, popüler kültürden ve bunların dayattığı şartlanmalardan yeteri kadar nasibini almış herhangi bir üyesi olarak ben de materyalist, keskin sınırlara sahip bir hayat kurmuştum. Kuantum fiziği ile tanışıp, algıladıklarımızın sandığımız gibi olmayabileceğine, her şeyin mümkün olabileceğine bir şekilde ikna olduktan sonra biraz daha hafif moda geçiş yapabildim ve hayatım daha az stresli ve daha çok keyifli anlardan oluşmaya başladı. Ve evet, filmde dediği gibi hiç eskisi gibi olmadı. Yine de bunlar bir öneri değil, özetle hazır bünyelerde bazı devreleri ateşleme etkisi gösterebilecek bu filmi ya da öncekini isteyen istediği dozda alsın. Ben üzerime düşen görevi –tabi eğer varsa öyle bir şey- düşüncelerimi ve hayatımı gözlemleyerek yapıyorum.

29 Nisan 2007

So dance, wanna?

Dünyaya bir gün, deliye hergün dans günü!

Dünya dans gününü dans etmek dışında bloga bir kayıt düşerek de kutlamak istedim ve bu anlamlı günün ne zamandır, neden bugün kutlanmakta olduğunu araştırmaya alternatif olarak(!) dansın benim için ne demek olduğunu ve ne ifade ettiğini anlattığım bir denemecik yazmak istedim.



Hani röportajlarda sorarlar ya: Neden dans?

Basit, çünkü çok zevkli! Şimdi bu cevabı süslesem biraz, neden zevkli olduğuna dair kılcal nedenlere kadar saysam diyorum, yok, daha iyi ifade edecek bir cümle kuramıyorum. Dansın kendisi de öyle zaten, çok basit, çok keyifli...

Dansa ilk başladığımda, o zamanlar istanbula yeni taşınmıştım, yeni sosyal hayatımın öğelerini oluştururken o zamana kadar izlemekle -ve tabii beğenmekle- yetindiğim dansa daha aktif bir pay ayırmaya karar verip bir dans kursuna başlamıştım. Yine o sıralar denk geldi ve ankarada bıraktığım yoga öğretmenimle yaptığım bir telefon konuşmasında konusu geçti. Yogaya değil de dansa gittiğim için acaba azar mı işiteceğim diye hafif işkillenerek aktardım... Kısacık bir telefon görüşmesinde daha yeni öğrendiğim birkaç şeyi anlattıktan sonra 'aferim Pınar, sakın bırakma!' deyişiyle gerginliğim geçmişti.

Ona anlattığım, dansı izlediğimiz gibi estetik yapmayı öğrenmenin gerçek anlamda ter döktüren bir süreç olduğu, yogada olduğu gibi güç ve esneklik gerektirdiği/ kazandırdığı, denge konusunda ise yogadaki sabit pozisyonlara ek olarak dönüşlerde ve dansın tümünde dinamik denge gerektirdiği/geliştirdiği ve tekniği estetik bir şekilde uygulama çabasının akılda yaptığın şeyden başka bir düşünceye yer bırakmadığı için meditasyon etkisi yarattığıydı. Üstelik benim asıl ilgi alanıma giren eşli danslar sözkonusu olduğunda; bireysel olarak bütün bu konularda gelişmekle kalmayıp bunları bir de partnerinle uyumlu bir şekilde uygulamak devreye giriyordu ki, bunun benim gibi kendisini dünyanın merkezine koyan ve burnun dikine gitmekten vazgeçmemiş bir insan için uzaya çıkmak kadar yeni bir deneyim olduğunu iddia edebilirdim.

Dansa bu şekilde hızlı bir giriş yaptıktan sonra arada dans etmeyerek geçen bir-iki yılım oldu. Daha başladığım gibi her derde deva olduğunu tespit ettiğim ve çok keyif alarak yaptığım birşeyi neden bıraktım, mantıklı bir soru, değil mi? Sanırım dans etmeyi ne kadar çok sevdiğimi anlamam ve daha büyük bir şevkle tekrar başlamam için biraz uzak kalmam gerekiyordu. Dansın, insanın hayatında verdiği tüm kararlar gibi, sadece ona ayırdığı birkaç saatini değil tüm yaşamını etkilediğinin farkına varmam gerekiyordu belki de. Dansı seven, bir türlü vakit ayıramayan, vakti olduğu zamanlar için de fazlasıyla bahanesi olan bir insanla, dansı seven ve dans eden bir insanın aynı insan olamayacağını gördüm. Ve tabii başkalarının dans hakkındaki fikirleriyle ömür geçmediğini, hiçbirşeyin sadece sevdiğin için devam ettiğin birşeyden daha fazla keyif vermediğini de...

Buraya kadar dans etmeyi sevdiğimi bildiğimi anlamış olmalıyız. Otoröportajımızın ikinci ölümcül sorusuna geçebiliriz o zaman: Neden dans etmeyi bu kadar çok seviyoruz? Bu sorunun cevabını dans etmeye başladıktan sonra öğrendim, ama öğrendim! Bir kişisel gelişim workshopunda (evet, kendimi deşmek, deşifre etmek keyif verici eylemler listemin üst sıralarındadır) sadece kendim için değil, karşılaştığım insanları doğru değerlendirmek konusunda çok işime yarayan bir konu vardı: kullandıkları iletişim dillerine göre insanlar. Bu konunun sonunda benim kinestetik ağırlıklı olmak üzere üç iletişim dilini de kullandığım tescillenince neden dans etmeyi ve dansla ilgili olan herşeyi (fırfırlı, parlak, renkli, yaldızlı, stras taşlı ya da püsküllü bütün aksesuarlar, dans elbiseleri, dans ayakkabıları ve tabii dans müzikleri...) sevdiğim açığa çıkmış oldu.

Bir kinestetik, görsel ve işitsel olarak dans etmeyi seviyorum; çünkü dans;
bana kendimi bedenim aracılığıyla ifade etmeme imkan veriyor (kinestetik),
normalde ifade edecek yer bulamadığım kokoş olma ihtiyacımı (evet var öyle bir ihtiyaç!) karşılıyor (görsel),
sevdiğim müzik ve ritmlerle uyuşuyor (işitsel).

Özetle, dans benim sadece sevdiğim için yaptığım kendimi şımartma eylemlerimden biri. Ve saate bakıyorum, şu an itibariyle dans hakkında konuşmayı bırakıp dans edeceğim yere doğru yola çıkmam gerekiyor. Keyifli danslar...