27 Ocak 2007

Kahramanım Jimmy!

Evet, konu eksikliği çektiğim şu günlerde bloga biraz magazin ruhu üflemek üzere buradayım. Bakalım uzun zamandır platonik takıldığım çocuğu açıkladığım bu mesajımı yayımlayınca neler olacak?

Yeterince dikkat çekici olduğunu düşündüğüm bu girizgaha –neden dikkat çekici olması gerektiğine dair hiçbir fikrim olmasa da- biraz gizem tozu serpmek üzere size hafta sonları yarım mesaimi ayırdığım bir merakımdan bahsedeyim. Yarım mesai derken, evde olduğum tüm cumartesi ve pazarlar, sabah 11:00 den 15:00 e hatta bazen 18:00 e kadar. Gerçi kimse bunun için bana para falan vermiyor ama hayatta her şeyi para için mi yapıyoruz kuzum? Belki paradan daha değerli bir şey veriyordur, olamaz mı?

Nickelodeon. İşte bu haftada minimum sekiz saatimi ayırdığım, keyif almaktan öte şeyler hissettiğim tv kanalı. Başta dahi çocuk Jimmy Neutron olmak üzere hepsi birbirinden eğlenceli, kesinlikle sadece çocuklar için yapılmadığına inandığım çizgi dizilerin adresi. Hafta sonları index kanalında, üstelik 11:00 – 15:00 arası orijinal seslendirmesi ile!

Size biraz Jimmy’den bahsetmek istiyorum. Ya da annesinin kızdığı zamanlar söylediği tam ismiyle ceyms ayzek nötron’dan. Kendisi henüz genç, ilkokula gidiyor. 200 iq’luk bir zekası, iri kahverengi gözleri ve külahın en üstünde eriyen dondurma topuna benzeyen saçları var. Annesi, babası ve kendi yaptığı robot köpeği ile birlikte buradan çok uzaklarda yaşıyor. En yakın arkadaşları ultralord hayranı Sheen ve lamalara bayılan Carl. Sadece kendisinin saç telinin dna taramasının ardından girebildiği bir laboratuarı var ve en sevdiği şey sonuçları genellikle yaşadığı şehri hatta dünyayı tehlikeye atan bilimsel deneyler yapmak. Deneyleri ya da icat ettiği aletleriyle açtığı belalar genellikle o kadar büyük oluyor ki ailesi, arkadaşları ya da şehir sakinleri üstün zekasıyla hemencecik bulduğu çözümlerle onları kurtardıktan sonra ona kızmak yerine hala yaşadıklarına seviniyor oluyorlar.

Ben de annesini kandırmak için kendisini odasında uyuyor gösteren holografik düzenekle bir ilgi sıçraması yaşayıp sonra zamanı geriye alan, insanları, objeleri büyütüp küçülten, yerçekimini iptal eden aletlerini, zırt pırt uzaya giden aracını gördükçe ilgim pekişti. Benim de böyle bir erkek arkadaşım olsa ayağım yere değmez herhalde diye hayaller kurmaya başladım. Gerçekten de Jimmy, okula servisle değil de sırtına taktığı bir hafif roket sistemi sayesinde uçarak gidiyor! Bir ara bir balonu vardı, kendisi içine giriyor, zıplaya zıplaya gidiyordu. O da tam benlik birşeydi ama ağaçlara takılınca patladı. Kullanışlı olmadığını görünce bir daha kullanmadı onu Jimmy.



Yüksek zekasının yanında insan yönünü ve çocuksuluğunu kaybetmemiş olması kalbimdeki yerini daha da pekiştirmesine neden oldu. Kendisinin haberi yoktu bundan belki ancak durum böyle. Jimmy annesi ve babasından kardeş isteyebilecek ve onlardan hayır cevabını aldığında kardeşini kendisi yapabilecek ve yaptığı mekanik kardeşiyle top oynayacak denli normal bir delikanlı. Onun da duyguları var, sınıfın en kısa boylusu olmak canına yettiğinde bunu ima eden ilk kişiyi kendi boyutlarına indirecek kumandasını kullanacak kadar öfke duyabiliyor. Ya da tüm yaşıtları gibi okulda popüler olmak isteyebiliyor ve annesiyle babası evde olmadığı bir akşam evde gizli bir parti verecek cesareti bulabiliyor. Bazen yaşının üzerinde sorumluluklar yüklendiği de oluyor. Babası işini kaybettiğinde ona yeni bir iş bulan ve her gün yeni bir oyuncak tasarlamasını gerektiren bu işte kalması için her gün bir oyuncak tasarlayan Jimmy’ydi. Tamam, oynamak için yarattığı robotlar kötü huylu çıkıp dünyayı esir almayı ve insanları uzaya kaçırmayı denemiş olabilirler. Neticede Jimmy şehrin tüm insanlarını kaçırıldıkları gezegenden kurtardı mı kurtarmadı mı?

Benden yirmi yaş genç olabilir. Hayatında benim gibi bir hatuna yer olmayabilir. Hatta sanal olabilir. Olsun! Ben onu bu haliyle seviyorum, kendime yakın buluyorum. Bu ikimizden başka kimi ilgilendirir, değil mi?!

22 Ocak 2007

Güvercinler…



Beş yıl öncesine kadar Ankara’da çalışıyordum, Tandoğan’da sivri, uzun bir binada. Kapıda bir simitçimiz vardı, o güzel gevrek Ankara simitlerinden satardı kahvaltı niyetine. Sabahları simit aldığımızda susamları masaya dökülmesin diye müsvetteleri kullanırdık. Sonra kâğıdın üzerindeki susamları pencerelerin pervazına döker yandaki bina ile arada kalan boşlukta grup halinde uçan güvercinlerin fark edip gelmelerini izlerdik. Bizim kahvaltımız, onların da kahvaltısı olurdu. Epey tanışık olmuştuk güvercinlerle, artık hangileri dişi hangileri erkek ayırt edebiliyordum mesela. Sayılarını tam olarak hiç bilmesem de biz onları, onlar bizi biliyorlardı.

Cuma gününden beri yazılanları okuyorum. Bir yandan da feci bir diş ağrısı çekiyorum. Sanki söylemem gereken şeyler var da söyleyemiyormuşum, onların ne olduğunu bile tam olarak bilemiyormuşum gibi… Artık aramızda olmayan tüm güvercinleri ve güvercin tedirginliğindekileri görüyorum.

15 Ocak 2007

Derki, Derim ki...

Hani burada fraktal geometriden ve onun hakkında yaptığım şeyden bahsetmiştim ya! İşte derki'nin 20. sayısı ile bahsettiğim pek birşey sayılmayacak yazım da netteki yerini aldı. Haber vereyim dedim :) Burada da derkinin yine dopdolu ve bir marta kadar başbaşa olduğumuz 20. sayısı, afiyet bal şeker olsun...

10 Ocak 2007

Almanak 1988

1988’de ne yaptığımı hatırlamayı deniyorum. Net bir şey gelmiyor aklıma. 12 yaşımda olduğuma göre ortaokula gidiyordum, hologramın hesinden haberim yoktu, aklım beş karış havadaydı, tek derdim yeni yeni çıkan video klipleri izlemek, yabancı şarkıların sözlerini anlamaya ve ezberlemeye çalışmaktı. Saçlarının yarısını kazıtmış ciyak ciyak bağıran bir kız vardı mesela, girls just wanna have fun diyordu… Sonra Madonna çıkmış la is la bonitayla sallıyordu ortalığı. Bir de kızılderiliye benzeyen erkek gibi sesli bir kız vardı, biraz düşünürsem adını hatırlayacağım…

Daha önce burada sözünü ettiğim Yuri Denisyuk ise 1988’de SSCB Bilim Akademisinin Holografi konusuna bakan bilim konseyinden ayrılıp Fiziksel ve Teknik Enstitüsünde çalışmaya başlamıştı. Bunu 1991’de yayımladığı ‘Certain Features of the Development of Display Holography in the USSR’ adlı makalesinden öğreniyoruz. 1992’de Leonardo dergisinde ‘My Way in Holography’ başlığı ile yer alan 6 sayfalık bu makaleye hologram forumundan Ed amcaya ‘ben Denisyuk amca hakkında bir şeyler karalamak istiyorum, yok mudur paylaşabileceğin bir anekdot’ diye yalvarınca cevap olarak ulaştım. İsteyenlere pdf dosyası olarak gönderebilirim.

Ne diyorduk… Denisyuk amca 1988’de katı hal fiziğinden mikroelektroniğe uzanan bir yelpazede faaliyet gösteren bu enstitüde holografiyi optik hesaplamalara uyarlama merakını geliştiriyordu. Aynı anda başka bir yerde henüz ondokuz yaşında bir kız vardı. Bu kız Almanya’da doğup İngiltere’de büyümüş, Malezyalı annesinden ve Hint-fijili babasından aldığı esmerce bir teni, kapkara gözleri ve hangisinden aldığını bilmediğimiz buğulu mezzo sesi ile doldurduğu ilk albümü müzik listelerine hızlı bir giriş ve haklı bir sükse yapmıştı. Kızın adı Tanita Tikaram, albümün adı Ancient Heart, hit parçası ise en aşağıda sözlerini gördüğünüz Twist in my Sobriety idi.

Nakaratında gözlerime bak onlar sadece hologramlar diye tekrarlayan bu genç kızın doğduğu 1969 yılında Denisyuk amcanın türlü imkansızlıklar içinde yürüttüğü hologram denemelerinde obje olarak metal bir para kullanmayı akıl edip de düzgün bir hologram yapmasının üzerinden bir yıl geçmemişti, yine makaleden öğreniyoruz. Bütün bunları birleştirince sen ne zaman büyüdün, hologramı öğrendin de şarkı sözü olarak yazdın diye hayretimi ve hayranlığımı ifade etmek istiyorum. 1988’in üzerinden bir ondokuz yıl daha geçtikten sonra bir Pazar günü arabada giderken dinlediğim radyo kanalında bu şarkı çalıp bittiğinde, benim aklımı başımdan alıp gittiğinde öyle hissettim yani: hayretler içinde ve hayran…

tanita tikaram - twist in my sobriety

all god´s children need travelling shoes
drive your problem from here
all good people read good books
now your conscience is clear
now your conscience is clear

in the morning when i wipe my brow
wipe the miles away
i like to think i can be so willed
and never do what you say
and never do what you say

look my eyes are just holograms
look your love has drawn red from my hands
from my hands you know you´ll never be
more than twist in my sobriety
more than twist in my sobriety
more than twist in my sobriety

we just poked a little pie
for the fun the people had at night
late at night don´t need hostility
the timid smile and pause to free

i don´t care about their different thoughts
different thoughts are good for me
up in arms and chaste and whole
all god´s children took their toll

look my eyes are just holograms
look your love has drawn red from my hands
from my hands you know you´ll never be
more than twist in my sobriety
more than twist in my sobriety
more than twist in my sobriety

cup of tea, take time to think. yea
time to risk a life. a life. a life
sweet and handsome
soft and porky
you pig out ´til you´ve seen the light
pig out ´til you´ve seen the light

look my eyes are just holograms
look your love has drawn red from my hands
from my hands you know you´ll never be
more than twist in my sobriety
more than twist in my sobriety
more than twist in my sobriety

look my eyes are just holograms
look your love has drawn red from my hands
from my hands you know you´ll never be
more than twist in my sobriety
more than twist in my sobriety
more than twist in my sobriety

07 Ocak 2007

İberia

Şapkadan çıkan son tavşan sayesinde dün akşam gösterime bu hafta giren bir film izledim: Iberia. Cümleyi aslında dansla ilgili bir film olarak kuracaktım, yeterince iyi tanımlamayacağını düşünüp vazgeçtim. Iberia bir film, dansla ilgili değil, dansın kendisi olan bir film, harika bir Flamenko müzikali.

Benim gibi kültür cahillerini aydınlatmak için özetlemek gerekirse, Isaac Albeniz diye bir İspanyol besteci varmış, İberia Süiti’ni ve çeşitli İspanyol müzikleri bestelemiş. Sonra Carlos Saura diye yine İspanyol bir yönetmen varmış, Albeniz’in süitinden ve müziğinden etkilenerek bu filmi yapmış. Film afişinde yer alan –bkz aşağıdaki fotoğraf- Aida Gomez’i daha önce ülkemize konuk olması nedeniyle tanıyordum. Sanırım Carmen müzikali için gelmişti ve geldiği sırada yayımlanmakta olan tv programlarına konuk olmuştu. Üzerinde vücudunu saran, düz, sade bir elbise olmasına rağmen bir şarkılık bir Flamenko yaparak beni mest etmişti.



Alternatif afiş olarak kullanılan bu fotoğrafta ise Sara Baras’ı görüyoruz. Kendisiyle bu film sayesinde tanıştım ve hayran olduğum ikinci Flamenko dansçısı ünvanını verdim.

Filmde birkaç solo müzik dışında tek bir cümle bile geçmiyordu. Bu özelliği en çok hoşuma giden yanı oldu. Ancak yine bu özelliği bir senaryo beklentisi olan izleyicilerin hoşuna gitmeyebilir. Ben film hakkında içinde dans olması dışında bir şey bilmeyerek izlemeye karar verdim ve memnun kaldım. Ancak insanların bir müzikal, hatta bir belgesel izleyeceklerinin farkında olarak gitmesi gerektiğini düşünmedim de değil. İspanyanın şu an sayamayacağım kadar çok olan etnik bölgelerine ya da hayatın düğün, yas gibi belli olaylarına dair müzik ve danslar her yaş grubu tarafından içselleştirilmiş bir şekilde ifade ediliyordu.



Flamenkoyu burun ve topukları çelikten ayakkabılarla ritim oluşturacak şekilde yapılan bir dans sanırken filmde daha çok duyguları ifade eden ve bunun için ayaklardan önce kolları ve üst bedeni kullanan bir dans olduğunu gördüm. Bedenin, kolların duruşunu destekleyen baş ve bakışların yediden yetmişe dansçı olmayan insanlar tarafından yapılan güzel örneklerini izleyince insanda kolaylıkla ‘ben de yapabilirim canım’ hissi uyanıyor. Ancak ayna karşısındaki ilk denemelerde o seviyeye ulaşmak için ne kadar çok fırın ekmek yemek gerektiği anlaşılıyor. Tek bir kolun sırasıyla tüm eklemlerinin hareketi ve oluşturduğu açının o kadar zarif görünmesi değil, yaşayan ve çığlık atma raddesinde olan fakat çığlığını kelimelerle değil bedeniyle ifade eden insanların dansı Flamenko. Bence yani…

Son bir konu bizim hakkımızda. Dünyada dönüşümlü olarak bir etnisite bir globalizm hakkındaki filmler, müzikler, vs. moda oluyor. Saura’nın bu filmi aslında İspanya’nın içinde olanları dünyaya yayma mesajı olarak algılanabilir. Tamamen İberyaya özgü müzikler ve ispanya markasının sanat dünyasındaki karşılığı olan Flamenko dansı. Böyle düşününce bizim de yüzölçümümüz daha az olmasına rağmen her bölgenin, iklimin, etnik kökenin damgasını vurduğu sayısını bilemeyeceğim kadar çok yerel danslarımız ve müziğimiz var. Şimdi sadece bunlardan ibaret olan bir film izler miydim diye kendime sorduğumda aklıma Anadolu Ateşi ve başarısı geliyor hemen. Evet Anadolu Ateşi ilk sahnelenmeye başladığında işyerinden arkadaşlarla Ankara’dan kalkıp gelmiştik İstanbul’a. Daha sonra İstanbul’da bir ya da iki kez daha izledim ve çok keyif aldım. Tıpkı dün akşam Iberia’yı izlerken aldığım gibi. Acaba dünyanın Anadolu Ateşini, daha doğrusu Anadolu Ateşini yakan enerjiyi, bizi, film olarak izlemesinin zamanı gelmemiş midir hala?!

01 Ocak 2007

Arkadaşımın Aşkısın Fraktal Sanat

Geçtiğimiz yıl blogla ilgili yapmak istediğim şeylerden biriydi fraktal geometri ya da fraktal sanat hakkında bir şeyler çiziktirmek. Hatta bir şeylerden daha çok şey çiziktirmiş olmak, kullandığım programı tamamen çözmüş, birbirinden güzel resimler yapmış ve hatta adım adım nasıl yaptığımı gösteren bir manuel yazmış olmak… Geçmiş zamandan fayda yok. Sanırım bu konu hakkında yapabileceğim en çok şeyi yılın son gününde yaptım ve fraktal geometriden bahsettiğim bir yazı yazıp derki’nin yeni sayısı için gönderdim. Ve tabii ki bunu derki için yaptığımdan burada ikinci baskı yapamıyorum ve pek özenerek yazdığım yazı için yeni sayının çıkmasını beklemekten başka bir şey öneremiyorum…



Ancak bu durum başta bağlantıları paylaşmak olmak üzere bu konuda derkide yapamadığım şeyleri burada yapmamı engellemiyor tabii ki! Söyleyin bakayım siz hiç wiki’de fractal, Benoit Mandelbrot, Mandelbrot set, Julia set, fractal art kelimelerini arattınız mı? Ben aradım buldum, üzerine söyleyecek sözüm yoktur hakim bey! Ben onlardan anlamam diyene Türkçesi de var! Üzerinde durduğumuz bu nokta tam da Scholz’un Mandelbrot’un kitabı hakkındaki yorumunu tekrarlamanın icap ettiği nokta oluyor: vay canına!*



Bu mesajı süsleyen fraktalların ilkinin sahibini hatırlamamakla birlikte pek beğendiğim için bir süredir arka plan olarak kullandığım the Avalanche, ikincisinin de Jos Leys’in 2006 Benoit Mandelbrot Fraktal Sanat Yarışması'nda dereceye giren eseri Indra Family ve üçüncüsünün de fi tarihinde kendi yaptığım Cin Ali olduğunu belirteyim. Hatta düşen çenemi kapatamayıp bu yarışmanın ICM’nin –International Congress of Matematicians (yani uluslar arası matematikçiler kongresi olur) sonuncusu 2006’da Madrit’te olmak üzere dört yılda bir gerçekleştirdiği kongresine bir güzellik katmak için ilk kez düzenlendiğini de ekleyeyim ve konuyla gayet ilgisiz bir soru sorayım:

İnternete Sunnyvale California’dan bağlanan ve buraları gün aşırı ziyaret eden sadık ve bir o kadar da gizemli okurumu bir yorum yazmaya yöneltmek için benden başka kimsenin merak etmediği başka hangi konular hakkında yazmam gerek acaba? İstatistiklerde görüyorum, merak ediyorum, kimdir, nedir, bu sadakatin sırrı nedendir diye… Gördüğün gibi burada kendimi bir şey zannetmek için epey çaba sarf ediyorum, meraktı interaktiviteydi ayağına topu sana attım, sen de bir el atıp yardımcı olursan sevinirim diyecektim :) Sessiz kalıp içinden işim olmaz dersen de canın sağolsun arkadaşım!




*Kaos, James Gleick, Tübitak Yayınları, 1995, sayfa 120:
Matematikçiler ve teorik fizikçiler Mandelbrot’un çalışmalarına ilgi göstermezken Scholz fraktal geometri araçlarını alıp hemen kullanmaya hazır olan tamamen pragmatik karakter yapısına sahip bir araştırıcıydı. Benoit Mandelbrot’un adını 1960’lı yıllarda, Mandelbrot’un daha iktisat alanında çalıştığı günlerde duyduğunda, Scholz da MIT’de lisansüstü düzeyinde öğrenciliğine devam ediyor ve vaktinin büyük kısmını depremlerle ilgili çok zorlu bir konuda harcıyordu. Büyük ve küçük depremlerin dağılımının özel bir matematik paternini takip ettiği, bunun da serbest piyasa şartlarının bulunduğu bir ekonomideki kişi başına gelirlerin dağılımına hükmeder görünen boyutsuzlaşma paterninin aynı olduğu yirmi yıldan beri artık gayet iyi anlaşılmış bulunuyordu. Yapılan gözlemler, bu dağılımın dünyada, depremlerin sayılıp ölçülebildiği her yerde bulunduğunu gösteriyordu. Depremlerin ne kadar düzensiz ve öngörülemez olduğu bir yana bırakılırsa ne türden fiziksel süreçlerin bu düzenliliği izah edebileceği sorusunu sormaya değerdi. Ya da Scholz’a öyle geliyordu. Sismologların birçoğu bu olguyu böylece kaydedip işlerine devam etmekten dolayı gayet mutluydular.

Scholz Mandelbrot’un adını hatırladı ve 1978’de bol resimli acayip ukala ve denklemlerle dolu bir kitap satın aldı. Kitabın adı Fractals: Form, Chance and Dimension (Fraktal- Şekil, Tesadüf ve Boyut) idi. Sanki Mandelbrot evren hakkında bildiği ya da şüphe ettiği ne varsa hepsini karman çorman edip bu tek ciltlik eserin içinde toplamıştı. Birkaç yıl sonra, hem bu kitap hem de bunun genişletilmiş ve gözden geçirilmiş şekli olan The Fractal Geometry of Nature (Doğanın Fraktal Geometrisi) yüksek matematik alanında şimdiye kadar hiçbir kitaba nasip olmayan bir satış rakamına ulaştı. Bu kitap üslup bakımından takibi zor ve okuyanda umutsuzluk yaratan bir eserdir, yer yer de esprili, edebi ve saydamsıztır. Mandelbrot da eserini ‘bir manifesto ve bir derleme’ olarak adlandırmıştır.

Başka bir, iki bilim dalında faaliyet gösteren, özellikle tabiatın malzeme bölümü üzerinde çalışan birkaç bilim adamı gibi Scholz da bu kitaptan nasıl yararlanacağını anlayabilmek için yıllarca düşünüp durdu. Hiçbir tarafında açıklık yoktu. Scholz, Fraktalar kitabından bahsederken, ‘Ne nasıl yapılır itabı değil bir vay canına kitabıdır’ diyordu…