26 Şubat 2007

Bir Festival Daha Bitti

İfistanbul 2007 kapsamında izlediğim diğer iki filmden bahsetmeye geçmeden önce meraklısına bir önceki mesajın sonunda belirttiğim ‘beni şaşırtacak tek şey’in gerçekleşmediğini ileteyim. Belki zamanlama konusunda aceleci davranmışımdır. Belki de hazır değilimdir. Nitekim o kitabı bulamadığım akşam, daha önceden okuma listeme
aldığım ancak henüz satın almadığım başka bir kitabı almıştım: Alice Kuantum Diyarında, bir kuantum fiziği alegorisi. Belki onu okumayı bitirince kucağıma düşecektir, kim bilir?!



Bugünkü festivaller köşemizin ilk filmi Danimarka yapımı Sabun Köpüğü (En soap/ A soap). Konusu festival sayfasında mevcut, bir de hit filmler alt kategorisinde geçiyor, seans da uygun diye sanki biletler tükenecekmiş gibi koşa koşa biletix gişesinden aldım biletleri. Halbuki içinde aşk olmayan fakat ısrarla bir aşk öyküsü olduğunu ileri sürülen üstelik neredeyse iki saat süren bir film olduğunu bilseydim bir daha düşünürdüm. Uzun uzun filmi anlatmak yerine beni koparan sekansı geçeyim:

Charlotte: Yatağı taşımama yardım ettiğin için teşekkür ederim. Sana bir şey getirdim.
Veronica: Senden hediye falan istemiyorum.
Charlotte: Ama teşekkür hediyesi bu. Benim bir güzellik merkezim var. Bu fondotenleri sana getirdim, ikisini karıştırıp kullanırsan iyi sonuç alırsın. Erkeklerin cildi kadınlara göre biraz daha serttir. Kadın gibi görünmek istemiyor musun?
Veronica fondotenleri alır: Çatlak bir kadın gibi görünmeyeyim de!
Diye cevap verir, pis bir bakış fırlatır ve kapıyı Charlotte’un suratına kapatır.

Filmden çıktığımda ben de Veronica ile aynı fikirdeydim; çatlak bir kadın gibi görünmekten daha kötüsü çatlak bir kadın olmak olsa gerek!



Neyse, ikinci film ise ABD yapımı Hiçolmadı (Neverwas) Fantastik bir hikayenin gerçekliğini sorgularken bizi oyalayan güzel, renkli, şaşırtıcı bir filmdi. Sonunda hayal ürünü olarak başarıya ulaşıp çocuk klasikleri arasında yerini almış öykünün bir şizofrenin önce kafasında sonra da ormanın içinde yarattığı bir gerçeklikten kaynaklandığını ve daha az –belki de daha çok, ölçülebilecek bir şey değil sonuçta- şizofren olan başka bir karakterin kaleminden döküldüğünü öğreniyoruz. Keşke filmin sonunda orman şövalyesinin tenekeden, uğruna ölümün göze alındığı krallığın ormanın derinlikleri, hayatı pahasına savunulan kalenin ise kütük ve bilimum renkli çerçöpten oluştuğunu hiç öğrenmeseydik de hayalimizdeki görkemli imgelerin kalitesi bozulmasaydı. Bu filmden de aklımızı sevelim, ona mukayyet olalım, nereye koyduğumuzu her daim hatırlayıp hiç kaybetmeyelim diyerek ayrıldım. Filmin sonunu söyleyerek spoilerlık yaptım bu arada, farkındayım.

20 Şubat 2007

Absürd Filmler, Absürdötesi Dialoglar

Dün akşamı bir önceki mesajımda müjdelediğim festival filmlerinden ikisini izleyerek geçirdim. Uykusuzluktan kapanan gözlerimi bir an önce dinlendirmek için iki foto ve iki bağlantı ve iki cümle geçip beni asıl dumur denizlerinin açıklarına savuran dialogu anlatmak istiyorum.

İzlediğim ilk film Tutkal/ Glue idi. Ergenlik denen dönemin ne beter bir dönem olduğunu hatırlattı bana. Filmimizin onaltı yaşındaki kahramanlarının haytalıklarını görünce kendi onaltı yaşımı hatırlamayı denedim. Aklıma çok net bir şey gelmedi. Çocukluğumu daha net ve daha renkli hatırlıyorum mesela. Orta öğretim bu kadar mı soldurmuş hayatımızı… Filmi izleyince, orta öğretim ya da başka bir şey, dünyanın her yerinde solduracak bir şeyler var sanki diye düşündüm.



Şans eseri izlediğim ikinci film ise Bilekkesenler: Bir Aşk Hikayesi/ Wristcutters: A Love Story oldu. Şans eseri diyorum çünkü filmin iki gösterimi için biletlerin tümü ta Pazar gününden tükenmişti. Ben birazdan anlatacağım dialogu yaşamasaydım muhtemelen şansımı denemeyip kös kös eve yollanacaktım. Filmde izlediğim küçük mucizeler gibi, akın akın gelen izleyicilerin içinde fazla bileti olan bir kişi çıktı, benden önce davranan grup üç kişi, ben tek kişi olduğum için bileti benim almama razı oldu, koltuğu tam projeksiyon cihazının arkasına gelen bir izleyici benim koltuğuma oturmak istediyse de biletini bana satan arkadaş koltuğumu ısrarla savundu. Üstelik tıka basa dolu olan salondaki tek boş koltuk muhtemelen benim önümdekiydi! Baktım bileti bana bırakan grup da bir şekilde içeri girmeyi başarmış merdivenlere konuşlanmışlardı, keyifleri yerindeydi. Biraz solgun bir atmosferde geçmesine rağmen insanı alıp götüren senaryosu, film süresince yaşattığı sürprizleri ve yüreği okşayan sonu ile iyi ki denemişim diyerek ayrıldım salondan.



Aşağıda yer alan konuşma 19 şubat 2007 pazartesi akşamı saat 21:40’da Caddebostan Kültür Merkezi’ndeki Kibele Yayınevinde gerçekten(!) yaşanmıştır. B ben, K kitapçı, A alakasız kişi, Z de kasada oturan bayanı ifade etmektedir. Durum özetle benim festival filminden çıktıktan sonra birden aşka gelip ta eylül ayında ankarada bir arkadaşımı beklerken vakit öldürmek üzere girdiğim kitapçıda elime alıp biraz karıştırdıktan sonra güçlükle bırakabildiğim bir kitabı bulup alabilir miyim, hemen okuyup tasarladığım bir sonraki mesajımda yararlanabilir miyim diye düşünerek kitapçıdan içeri girdim. Raflar arasında biraz dolaştım, doğal olarak bulamadım.
B: Aradığım spesifik bir kitap var, bilgisayardan elinizde olup olmadığına bakabilir miyiz?
K: Tabi, nedir adı?
B: Şaka Yapıyor Olmalısınız Bay Feynman. Yayınevini bilmiyorum. Richard Feynman olması gerek yazarı, Richard Phillip Feynman. Otobiyografik…
(doğrusu Phillipsmiş, yanlış hatırlamışım)
Kitapçı bilgisayarda aramasını yapıyor, ben ekranı görmüyorum.
K: Feynman’ın bizde kayıtlı sadece Fizik Yasaları Üzerine adlı kitabı var, o da stokta yok. Bu sırada oralarda kitaplara bakmakta olan alakasız kişi heyecanla kitapçıya yönelerek;
A: O kitabın yazarı Feynman değil yalnız. Yazar adından ararsanız bulamazsınız.
K: Kitap adından da arattım, yok.

O sırada olayın geçtiği mekanın yanı başında oturmakta olan, güneş gözlükleri gözünde uzaklara dalmış duruşundan ama olduğunu tahmin ettiğim bayan da bize katılıyor,
Z: Feynman’ın öyle bir kitabı yok zaten!
Diyerek son noktayı koyuyor. Çıktığımda ben kimim, neredeyim, bu konuşma gerçekten yaşandı mı, entelliğin doz aşımı bu mudur, dantellikten ölür müyüm, hadi ölmedim, kanser falan olmayayım diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Ama vazgeçmek genlerimde yok tabi. Hemen kendime gelip bitişikteki D&R de aldım soluğu, aynı başlangıcı daha az sürreel bir dialog olmasını dileyerek oradaki görevliye yaptım. Ve kitabın adının Eminim Şaka Yapıyorsunuz Bay Feynman olduğunu ve onların da stoklarında bulunmadığını öğrendim! Saatin ona yaklaştığını görünce, madem şansım yaver gidiyor davetiyeleri bile son koltuğuna kadar doldurulmuş olan bu filme girmem de bir şekilde mümkündür diye düşünüp tekrar salona yöneldim. Sonrasını biliyorsunuz. Şimdi bütün bunların üzerine beni şaşırtacak tek şey yarın o kitabın gökten kucağıma düşmesi olabilir!

17 Şubat 2007

Ifistanbul 2007 Başladı!

15-25 Şubat arası sürecek olan zihinsel lezzet adresleri Beyoğlu Fitaş ve Caddebostan Afm Budak sinemaları. Program yine dopdolu, film açıklamaları insanda bütün filmleri izleme arzusu, izleyemeyince depresyon başlangıcı yaratacak cinsten. Son zamanlarda hayat hızlı çekimde aktığı için festivalin başladığını henüz tam anlamıyla idrak edemedim. Yine de müjdemi vereyim, kendimi sinema salonuna atmaya hazırlanayım ve izlediğim ilk filmin ardından ahkamımı kesmek üzere geri döneyim diyorum. Gerçi programda what the bleep serisinin ikincisinin Biz Ne Bilebiliriz ki 2 olarak çevrildiğine ve sinema salonunda ilk kez gösterileceğine bakılırsa festivalin bir filmini üç ay önceden izleyip peşin peşin ahkamımı kesmişim diye sevinebilirim.

16 Şubat 2007

Hologram Videoları

Bazı insanlar ne kadar akıllı! Ölü olmayan insanlara da hayranlık duyabiliyorlar… Aynı zaman diliminde dünyada olmayı başaramadığımız ünlü, eğlenceli, yakışıklı ve şu an itibariyle ölü fizikçi Heisenberg’den bahsettiğim son mesajımdan sonra kısa bir zaman diliminde dünyanın çeşitli köşelerinde olma şansını yakaladığımızı fark ettiğim bir başka ünlü, çekici ve şu an itibariyle ölü fizikçi hakkında birkaç şey yazmaya hazırlanırken site istatistiklerinde yine karşıma çıktı: bir günde defalarca bloga bağlanan ve internete California, Sunnyvale, United States’den bağlanıyor görünen okurum. Artık okurum mu demeliyim, bakarım mı demeliyim kararsızım. Ne de olsa blogu güncelleme periyodum maksimum haftada iki oluyor. Fakat California’da yaşayan ya da site istatistiklerine bu şekilde yansımayı başaran arkadaş neredeyse her gün birçok kereler günlüğümüzü tıklıyor. Bu gizemli arkadaşın bir an önce sesini duyurmasını ya da vicdan ve bilgi sahibi bir arkadaşın bunun nasıl olduğunu bana açıklamasını diliyorum.



Neyse, ben böyle her şeyi kendime yontarken elin adamları/ parmakları boş durmamış, biri soymuş, biri doğramış, biri yemiş, biri hologramın nasıl yapıldığını anlatan ve gösteren bir klip hazırlayıp youtube’a yüklemiş ve küçük parmak gelmiş –o da ben oluyorum- hani bana hani bana demiiiş! Discovery Channel’de yayınlandığı anlaşılan klibi izlemek için tıklamak yeterli. Daha bitmedi! Burada benim hayalim olan şeyin kısa bir örneği yer alıyor. Alınız burada da Kate Moss ablanın gerçeği değilse bile hologramı. Sonuna kadar sabretmezseniz boş sahne üzerinde küçülerek yükselen ve bir nokta olup gözden kaybolan hologramı gerçek sanabilirsiniz, benden söylemesi! Bir uzun bir de kısa versiyonu mevcut… Burada havada serbest süzülen video hizmeti veren ceoptics diye bir firmanın reklamımsı röportajı, ne deniyordu, hah advertorial! Burada bir başka hayalim holografik bilgisayar oyunu. Ve son olarak da bütün bu videolardan haberdar olmamı sağlayan adres: benotesi.com Videoları izlemekten ve youtube’da basit bir arama yapmayı akıl edememiş oluşuma hayıflanmaktan yazıyı okumaya fırsatım olmadı henüz. Ancak kaynakçalı, bol linkli, derli toplu bir düzenlemeye benziyor…

11 Şubat 2007

Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi

Werner Heisenberg’den ilk kez buradaki mesajımda bahsetmiş ve Niels Bohr ile Carlsberg içip fizik muhabbeti yaparken çekilmiş bir fotoğraflarını eklemiştim. Başka bir yazı için hazırlık yaparken bundan tam 80 yıl önce ortaya attığı ünlü belirsizlik -ya da kesinsizlik- ilkesi hakkında birkaç şey okumam gerekiyordu. Özetlemek ve bu çalışmada karşıma çıkan ve açıkçası daha çok hoşuma giden birkaç anekdotu paylaşmak için bir mesajcık oluşturayım dedim…



Birkaç yerde karşıma çıkan bu fotoğrafını görmesem fizikçi demeyeceğim derecede yakışıklı görünen bu büyüğümüzün biyografisi Nobel Ödülleri sitesinde yer alıyor. Kara tahtanın önünde elinde bir tebeşir ve kısa buruşmuş kravatıyla –şekilciliğe dikkatinizi çekerim- nasıl da eğleniyor… Öğrendiğimiz kadarıyla bu işlere de pek genç yaşta bulaşmış. 1927’de bir maddenin hem konumunu hem yönünü aynı kesinlikte ölçülemeyeceğini, yerini biliyorsak hızını/yönünü, hızını biliyorsak yerini tam olarak bilemeyeceğimiz şeklinde ifade edebileceğim ünlü ilkesini ortaya koyduğunda henüz sadece 26 yaşındaydı. Aynı yıl, daha önce mi sonra mı bilemiyorum, profesör oldu. Çalışmalarına devam edip 1933’de hidrojen atomunun hal değişikliği hakkındaki çalışmalarının neticelerinde kuantum fiziğinin gelişimine yaptığı katkılardan dolayı tek başına Nobel fizik ödülü aldı. Meraklısı için ayrıntılar burada.

Klasik fiziğin şu hızda bir araba a noktasından yola çıkıyor, şu kadar zaman sonra nerede olur, ya da şu uzaklıktaki b noktasına ne zaman ulaşır gibi tek ve doğru bir cevabının olduğu kesin olan problemleri gençliğimizin en güzel yıllarını boş yere kabusa çevirmiş. Heisenberg’in bu ilkesini kanıtladığı evlere şenlik bir düşünce deneyine burada rastladım. Hemen kopyalayıp yapıştırıyorum:

GAMA IŞINI MİKROSKOBU
Belirsizlik ilkesi,modern fiziğin en önemli yapıtaşlarında biridir.Heisenberg,ortaya attığı belirsizlik ilkesini savunmak için 1927’de,en az desteklediği ilke kadar ün kazanacak olan Gama-ışını Mikroskobu düşünce deneyini kurgulamıştı.
Heisenberg’in belirsizlik ilkesinin çürütülebilmesi için bir parçacığın,sözgelimi elektronun yer ve momentumunun aynı anda tam olarak saptanabilmesi gerekiyor.Heisenberg düşünce deneyinde,bu amacı gerçekleştirebilecek düşsel bir mikroskop kurguluyor.
Bir parçacığın yerinin saptanabilmesi için,kullanılacak ışının dalga boyunun,parçacığın boyutlarından daha küçük olması gerekir.Bu nedenle,görünür ışıkla çalışan mikroskoplar(1/1000000 ) metreden daha küçük şeyleri gösteremezler.
Heisenberg,bir elektrona mikroskopta bakmak için dalga boyu (1/10000000000)dan daha küçük olan gama ışınlarını kullanmayı önermişti.Ne var ki,bir parçacığın momentumu dalga boyuyla ters orantılı olduğu için bu seferde gama parçacığının momentumu elektronunkinden çok daha yüksek olacaktı.Bir elektrona bir gama parçacığı çarpacak olursa,elektron önceden kestirilemeyek bir yöne fırlayıp gider.Bu yüzden,mikroskobun çalışması,en uygunmuş gibi görünen gama parçacığı kullanılıyor olsa bile olanaksızdır.


Ben doğmadan önce hayata veda eden bu yakışıklı alman fizikçi hakkında asıl anlatmak istediğim nereden indirdiğimi tam hatırlamadığım ünlü fizikçiler hakkında komik hikayeler anlatan bir pdf dosyasında okuduklarımdan biri. İsteyene tam dosyayı gönderirim.

Hikayede Heisenberg’in yanında yine kuantum fiziğinde emeği bol olan Dirac var. Paul A. M. Dirac, labratuarda yaşadığı bir kazadan sonra fiziğin pratik yanından teorik kısmına geçiş yapmış ve anti-parçacıklar hakkındaki çalışmalarıyla Heisenberg’den bir sene sonra Nobel Fizik Ödülü almış İngiliz bir fizikçidir. Bu iki fizikçi ünlü olup biraz rahata erdikten sonra birlikte bir dünya turuna çıkarlar. Turun ilk ayağı Amerika’dan Japonya’ya bir cruise yolculuğudur. Heisenberg aktif ve çekici bir adamken Dirac utangaç ve sessizdir. Denizde geçen akşamlarda Heisenberg neredeyse çalınan her dansı bilmekte, Dirac ise yerinde oturup olan biteni izlemektedir. Dansa ara verildiğinde masaya dönen Heisenberg’e Dirac neden bu kadar çok dans ettiğini sorar. Heisenberg de ‘hoş bir hanım gördüğümde dans etmek için güçlü bir istek duyuyorum’ diye cevaplar. Ve Dirac’ın akıllara zarar ikinci sorusu gelir: ‘peki dans etmeden önce onun hoş biri olduğunu nasıl anlıyorsun?’