31 Temmuz 2006

Fourier Leibniz Gabor

Bir önceki mesajı ve genel olarak bloğu gören tüm arkadaşlarım beni kafayı sıyırmış olmakla suçladılar. Hatta durumu fazla ciddiye alan bir arkadaşım bütün hafta sonu boyunca bana eşlik ederek beni asosyalleşmenin pençesinden kurtaracak sürpriz programlar yaratıp elinden geleni yaptı. Aklımda holografinin matematiksel temelini anlatacağım bir mesaj yazmak varken bu çabalara yenik düştüm ve son iki günümü hologram adına neredeyse hiçbir şey yapmayarak geçirdim. İlginç, bu şekilde de geçebiliyormuş zaman… Blog yazmanın gözünü seveyim, aklından geçenleri yapamaz ve yazamazken bunun nedenini yazarak da pekâlâ blogunu aktif tutabilirsin. Gerçi senden holografinin tüm gizlerini açık seçik yazmanı bekleyen okurların ne düşünür bu içerik yoksunu mesajların hakkında, orası ayrı konu…

Aslında geçtiğimiz hafta boyunca boş kaldığım her fırsatta çalıştım. Başlangıç noktam elimden bir türlü düşmeyen –düşemeyen- Holografik Evren’de geçen iki cümle oldu: Onun (Gabor’dan bahsediyor) konuya yaklaşımı matematiksel olmuştur (tam benlik yani) kullandığı matematikse,19. yy. da Fransız Jean B. J. Fourier tarafından geliştirilmiş bir hesaplama yöntemiydi. (sayfa 53)

Bunu okuyan kurtlu Pınar ne yapar? Tabii ki internet kazan o kepçe dolaşır da dolaşır ve bahsi geçen amcanın kendi adıyla anılan serinin, dönüşümün, dönüşümün tersine dair başlıklara ulaşır. Teorisi hakkında kitapta da yeterli bilgi vardır, zamanının dâhilerinden biri olan Fourier amcamız dalgaları formüllere, formülleri de dalgalara çevirmeyi mümkün kılmış. E, ışığın da dalgalar halinde ilerlediğini bir önceki mesajdan biliyoruz (buraya yazmadım ancak epey bir okudum) Dolayısıyla Gabor amca da Fourier dönüşümü sayesinde lazer ışınının holografik tabla üzerinde yarattığı girişim desenlerini (yeri gelince anlatacağım bunu da) formüle etmiş olsa gerek.

Şimdi bir önceki mesajdaki bilimsel tavırdan sonra bu olsa gerekler hiç yakışmıyor, farkındayım. Ancak Fourier dönüşümünün üniversitelerin matematik bölümlerinde 4. sınıf dersi olarak okutulduğunu benimse hesap kitap işlerine kafam basmakla beraber son matematik dersini sayamadığım yıllar öncesinde aldığımı belirtirsem beni mazur göreceğinizi umuyorum. Yine de iş başa düşerse, benim kapı gibi matematik mezunu bir abim var, onun başına ekşiyebilirim.

Peşinden koştuğum ikinci cümle: Burada önemli olan, Leibniz’in dünyaya integral hesabını armağan etmiş ve bu integral hesabı sayesinde Dennis Gabor’un hologramı keşfetmiş olmasıdır. (sayfa 434)

Leibniz’in adını ilk kez duymama rağmen integrali ÖYS ye hazırlanan her Türk evladı gibi hatmetmiştim. (ne günlerdi, üniversite sınavı iki aşamalıydı) Hatırlamak için yine bir baktım, bir fonksiyonun eğrisinin altında kalan alan ya da hacmi hesaplamak için giderek küçülen dikdörtgenlerin kullanılması, türevin tersi olması, S ye benzer işareti vs. Çözülemeyecek bir şey yok ancak hologramla ilgisi konusunda bu sefer bir fikir yürütemiyorum. Eğer fikir yürütmekten öte, bilip de söylemeyen varsa onu gerçekleri açıklamaya çağırıyorum. İşte meydan!

Neyse, konumuza dönelim… Yaptığım çalışmanın bir kısmı da bu bilgilerin yer aldığı Türkçe kaynak olup olmadığını araştırmaktı. Başkası yazdıysa tekrarlamaya ne gerek var, değil mi?! İlginç olan, başkasının –henüz- yazmamış oluşu! Dünyayı değiştiren ve güncel hayata girmiş bir teknolojiye dair iki satır Türkçe yazının yazılmak için beni beklemiş olduğuna güçlükle inanıyorum. Umarım yanılıyorumdur, birileri yazmıştır ancak ben henüz bulamamışımdır. Sonuçta bu işe tamamen bireysel ve büyük ihtimalle saman ateşi hızında sönecek bir merakla soyunmuştum. Bir anda meydanı boş bulup kendimi bir sosyal sorumluluk projesinin baş aktristi ilan edebilirim. Bir de işi kotardığımı düşünün… Zaten çevremde uçuş modunda seyreden bir kişilik olarak bilinmekteyim, artık nasıl havalara girerim tahmin edemiyorum. Bir çağrı daha, hologram hakkında Türkçe bilimsel kaynakları bilenleri yorumlar kısmına bekliyorum.

En son, aynı zamanda en yakın ihtimal Dennis Gabor’un Nobel dersini adamakıllı okuyup çalışmak. Dün biraz göz gezdirdim, anlayabilirmişim gibi geldi. Bakalım bakalım…

23 Temmuz 2006

Şu Lazer Dedikleri Ne Ola ki?

LASER, Light Amplification by Stimulated Emission of Radiation yani, uyarılmış salınan ışın ile güçlendirilmiş ışıktır. nokta.

Giriş: Atom dediğimiz şey, bir çekirdek ve etrafında dönen elektronlardan oluşur. (dünya oluşmadan önce gaz ve toz bulutları vardı demenin başka bir yolu) Elektronlar kendi hallerindeyken farklı çaplarda ve farklı açılardaki yörüngelerinde durup düşünmeksizin dönerler. Ve her elektron mevcut enerji seviyesinde, yani yörüngesinde dönmeye devam etmek ister. –diyorlar- Ancak biz yeterince kur
tluysak atomun enerji seviyesini ısı, ışık ya da elektrik yoluyla arttırıp neler olacağına bakabiliriz.


Bu durumda çekirdeğe yakın yörüngelerde dönen elektronlar daha dıştaki elektronlara göre daha düşük enerjide olduğu için dışarıdan enerji verilen atomun elektronları daha dıştaki yörüngelere zıplar. Fakat doğası daha düşük enerji seviyesindeki eski yörüngesinde dönmek olduğundan hemen daha içteki yörüngesine kayar ve bu sırada az önce almış olduğu enerjiyi dışarıya bir ışık taneciği yani foton salarak iade eder. Bu fotonun –her foton gibi- bir kütlesi yoktur ancak frekansı ve sonsuz ömrü vardır, üstelik –adı üzerinde- ışık hızında hareket eder.


Normalde bir foton doğduğunda sonsuz yolculuğuna hemen başl
ar. Normal lambalarda ortaya çıkan fotonlar özgür kız misali dört bir yana dağılırlar. Fakat kapalı bir yerde durum değişir. Komşu atomun arttırılmış enerji seviyesinde dönmekte olan elektronuna rastladığında ‘ne bu yalnız başıma bu yolculuk çekilir mi?’ der ve onu da bir foton salmaya ikna eder. Ve bu fotonun dalga boyu, diğer bir deyişle ortaya çıkan ışığın rengi, aynı cins atomlardan salındıkları için ilk fotonunkiyle tıpatıp aynıdır. Bu süreç devam eder ve fotonlar çoğalır. Uyarılmış salınım denirken kastedilen budur.



Gelişme: İlk lazer, 1960’da Maiman tarafından yakut içindeki krom iyonlarını uyarılmasına dayalı sistemle yapıldı. Resimde görüldüğü gibi bir ruby lazerde yakut kristali bir ucu geçirgen, bir ucu da geçirgen olmayan aynayla kaplı silindirin içine konur. Silindirin etrafına yüksek şiddette yanan spiral lamba sarılıdır. Lambanın yanmasıyla yukarıda anlattığımız süreç başlar silindirin içindeki kristalin atomları foton salar, fotonlar çoğalır, çoğalır ve biz bu silindire sığmaz taşarız dedikleri anda silindirin geçirgen aynadan oluşan ucundan taşarlar.

Sonuç: Böylece aynı renkte, aynı frekansta ve aynı yönde ışıyan lazerimiz kullanıma hazır demektir. –ben bunu evde bile yaparım gibi hissettim bir an- Hayırlı uğurlu olsun! İlk örneğinden sonra lazerlerin enerji kaynaklarından tutun stimule edilen atomların cinsine kadar birçok çeşidi yapıldı. Benim bu araştırmayı yaparken asıl merak ettiğim nasıl oluyor da oluyor şeklinde bir meraktı ve iki günlük çalışma ile merakımı giderdim. Hatta bir süre herhangi bir konuya merak duyacağımı sanmıyorum. Haydi, baş baş...

Bu süreçte yararlandığım kaynaklar:

-1964 Nobel fizik ödüllü Nobel dersleri -bu sefer okudum anladım-
-Fotoğrafını kullandığım sevgili holowiki -lafı kısa kesmek isteyenler için-
-howstuffworks dot com bu araştırma sayesinde rastladığım, olabilecek en basit anlatımla en başarılı görselleri kullanan ve bu nedenle müdavimi olacağımı sandığım site

21 Temmuz 2006

Küçücük Fıçıcık İçi Dolu Kuarkcık

Dün, sağ lobumun önderliğinde kendimi atomaltı parçacıkların nasıl davrandığını araştırırken buldum. Başlangıç noktam şu lazerler nedir ne değildir sorularına cevap bulmaktı. Buldum, daha sonra dertop edip anlatacağım. Hatta hiç ummadığım bir yerde fazlasını buldum, hemde türkçe! Atomun çekirdek ve elektrondan, çekirdeğin de nötronlardan protonlardan oluştuğunu daha önce okumuştum. Asıl konumuz fotonlardan haberim vardı ancak çok oturmamıştı. Ankara üniversitesi fizik bölümü, sağolsun, benim bile –gösterdiğim tevazuya dikkatinizi çekerim!- anlayabileceğim şekilde bütün bunları ve dahasını yazmış, yayımlamış.

Bütün bunların sağ lobumun başının altından çıktığını standart model bağlantısına tıklağım anda farkettim. Sayfayı açtığınızda sizin de göreceğiniz gibi, görsel olarak bir gün önce gerçeğini gördüğüm Rodin’in Düşünen Adam’ının illüstrasyonunu kullanmışlar!

Bitmedi, ilerleyen sayfalarda dünyanın en büyük parçacık fiziği araştırma merkezinden, Avrupa Parçacık Fiziği Araştırma Merkezi’nden bahsetmişler. Bir ay öncesine kadar varlığından habersiz olduğum bu merkez hakkında okuduğum ilk kitap geldi aklıma: Kabuk Adam. Aslı Erdoğan’ın romanı tabii ki bütünüyle CERN’den bahsetmiyor, kısmen kendisi olabilecek bir kadından bahsediyor: CERN’de master yapan, bir fizik semineri için tropiklere giden bir türk kadını ve orada yaşadığı –yaşamadığı da diyebiliriz- aşktan… (ne çok cern dedim) Neyse, dediğim gibi kitabı bir solukta tatilde okudum ve of of diyerek döndüğüm gibi başka bir kitabını, Mucizevi Mandarin’i alıp okudum.

Ve son olarak burada benim daha önce yapmayı düşündüğüm fakat yapmak için kılımı kıpırdatmadığım –ki bu bir Pınar klasiğidir- birşeyi daha kullanmışlar. Yakın geçmiş diyebileceğim bir zamanda fraktal sanat örneklerini karıştırır o sonsuza uzanan spirallerden büyülenmişcesine arka plan olarak belirlerken –ben var mikrosoft türkçesi bilmek, evet evet mikrosoft dedim- bu sitedeki bazı fotoğrafların da onları andırdığını hayretle farketmiştim. Üzerine okuduklarımla bunları kafamda oturtup, evrenin tüm bilgisinin en büyükten en küçüğe bir galakside ya da bir atomda tekrar tekrar tezahür ettiğinden bahsedeceğim ve görsel olarak da böyle bir fotoğrafla –henüz yapmadığım- fraktalını yerleştireceğim şık bir mesaj tasarlamıştım. Benden önce davranmışlar, tebrikler.
Pratikte hiçbir bilgi içermeyen bu mesajın sonunda –eleştir Pınar kendini, başka da bir şey yapma- bütün bunların sağ lobumla ne ilgisi olduğunu bilgiç bilgiç anlatmak isterdim. Ancak bu mesajı öğle tatilinde bitirebilmem için bunu –da- bir süre ertelemem gerekiyor. Bakıyorum saate, evet yetiştirdim, ne mutlu bana! (Hoş, yetişmese ne yazar, düzeltiverirsin yayımladığın saati, olur biter, değil mi? Bütün bunları yazarken şansını zorlamamış olursun hem. Bak hala tıkır tıkır yazıyor…)

16 Temmuz 2006

Kitabı Okudum Bitirdim

Holografik Evren’i bana göre hızlı sayılabilecek bir sürede okuyup bitirdim. Hologramın tekniğiyle ilgili yegâne bölümler zaten bir önceki mesajda bahsettiğim bölümlermiş. Kitabın devamında ölüme yakın deneyimlerden tutun ufolara kadar şimdiye kadar parapsikoloji ya da mistizm veya kendi uygun gördükleri başlıklar altında incelenen diğer konulardan ve bunların nasıl da her şeyin bir hologramın parçası olduğunu kanıtlayışından bahsediyor.

Böyle şeylere dair bir deneyimim olmadı, astral seyahat falan yapmışlığım yoktur. Uzaylı olduğunu iddia edene de rastlamadım. Ancak bu kitapta daha önceleri merak ettiğim ya da etmediğim konularda geçen bir dolu örnek bile bana yeni bir şeymiş gibi gelmedi. Olabilir, mümkündür ancak işim olmaz gibi gayet serin bir duruşum var şimdilerde. O nedenle birçok insanı şaşırtacağını tahmin ettiğim –herkesin benim gibi aşmış olmayacağını kibirli kibirli varsayaraktan- birçok konuda birçok örnek yer alıyor. Benim için yeni olan tek şey, bana hala hologramla pek ilgili görünmese de Sai Baba hakkındaki bölüm.

Sai Baba, bir hint bilgesi. Geçmiş zamanda yoga hakkında araştırma yaparken hakkında çok az bilgiye ve birkaç fotoğrafa rastlamıştım. Hint felsefesinin batı tarafından ilk keşfedildiği zamanlarda yaşamış, Avrupa ziyaretlerinde bulunmuş vesaire. Hint kültüründe bilge çok tabi ancak gördüğüm fotoğraflarında açıklayamadığım bir şey vardı. Bakışları öyleydi ki insan sürekli ona bakmak istiyordu. Hani onbeş yaşımda olsam posterini odama astıracak denli etkilemişti beni. Üstelik baktığım şeyin gayet düşük çözünürlüklü 30 40 yıl öncesinden kalma siyah beyaz fotoğraflar olduğunu bildiğim halde bu isteği duymama anlam veremeyip yoga öğretmenime danışmıştım. O da bana güçlü titreşime sahip insanların fotoğraflarda bile o enerjiyi yayabileceğinden bahsetmişti. Sonra bir başka hint bilgesinin fotoğrafında da Sai Baba’nınki kadar olmasa bile pür sevginin bakışlardan nasıl yayıldığına tanık olmuş ve bu konuyu tamamen unutmuştum.

Kitapta bedenimizin ihtiyaçlarını yoktan var edebileceğine dair örneklerden sonra (otuz beş yıl hiçbir şey yiyip içmeden yaşayan bir kadın gibi) Sai Babanın da tıpkı illüzyonistler gibi avucunun içinden mücevherler, ya da yiyecekler yarattığını anlatıyor, bütün bunların tanıklarının ve filmlerinin mevcut olduğundan bahsediyordu.

Kitap hakkında en çok hoşuma giden şeylerden de bahsedip noktalayayım. En önemlisi, hayatta tek önemli şeyin sevmek ve öğrenmek –iki şey oldu, cümle düştü, neyse- olduğundan bahsettiği ölüp dirilenlerin deneyimlerine dair bölümdü. Ben de bu blog için isim ararken aklıma ilk gelen ‘sevgi tek gerçektir’ anlamına gelen Latince bir cümle idi, kafa karıştırmamak için vazgeçmiştim.

Diğer şey ise yine ölüm zamanı geldiği halde karşısına çıkanlara yeterince dans etmediğini söyleyen bir kadın hakkında yazılanlardı. Yazdığına göre melek mi artık her kimse buna içtenlikle gülmüş ve onu doyasıya dans edebilmesi için hayata geri dönmesine izin verilmiş. Bunları okuyunca ben de içtenlikle güldüm ve böyle bir duruma düşmemek için tekrar dans etmeye başlamam gerektiğine karar verdim.

11 Temmuz 2006

Kitaplarım Geldi

Michael Talbot’un Holografik Evren adlı kitabını sipariş etmek için okumakta olduğum kitabın bitmesini bekliyordum. Sonunda geçen hafta, bu sefer kendime daha cömert davranarak, birkaç başka kitapla birlikte ısmarladım, -internet kitapçılarının gözünü seveyim- Pazartesi elime ulaştı. Büyük bir iştahla okumaya başladım, şu an ilk üç bölümü bitirdim.

Beyin bir hologramdır, evren bir hologramdır ve holografik model ve psikoloji başlıklarında ilk kez rastladığım, çok çarpıcı gelen bir şeye rastlamadım, hepsi yogada, meditasyonda, kişisel gelişim workshoplarında, metafizik kurslarında, nlp’de, imgeleme egzersizlerinde, reikide, düşünce yoluyla tedavide, kitaplarda, sufizmde, fraktal geometride, kaosta, kuantum fiziğinde parça parça okuduğum şeylerin –çok yönlü biri olduğumdan bahsetmiş miydim hiç?- birbiriyle bağlantılarıyla birlikte yer aldığı derli toplu bir kitap olarak göründü. Şimdi abartıp, ben zaten bunları ve diğer her şeyi bilerek doğmuşum diyeceğim, o da kitapta var; başparmağınızın tırnağında andromeda galaksisinin bilgisine ulaşabilirsiniz diyor bir yerinde.


Neyse, çok da uzun sayılmayacak son yaşamımda –ehem, canım istediğinde ağzım çok iyi laf yapar demiş miydim peki?- bu kadar çok şeye elimi atıp büyük bir kararlılıkla hepsini bırakmamın sebebi bunların etkilerine inanmadığım falan değil. Aksine, öğrenmekten hep keyif almışımdır, yaşamımdaki pratik etkilerini test etme sebatını da genellikle göstermişimdir. Ancak son zamanda karşıma çıkan bir rehberin –kendisi öyle diyordu- dediği de doğru; bilgi güçtür. Burada devreye bilinç düzeyi girer, idrak girer, niyet girer… Ve bunlar hayattan ayrı şeyler değildir. İster dini, ister bilimsel, ister yeni çağ, ya da ismi ne olursa olsun, hepsi hayatı açıklayan bilgiler. Tam bu sırada bacağıma feci bir kramp girdi, beni yetkin olmadığım konularda atıp tutmaktan alıkoydu.Oy oy oy!


Sözü şık bir şekilde eski yazılarımdaki imzama bağlamak istedim -Pınar, içinden geleni yapmaya söz vermiştir- yapamadım, olsun. Ayrıca bu kadar kendimden bahsetmek… Ne bileyim? Gerekli mi yani?! İyisi mi fani okuyucularımı da düşünerek doz aşımına yol açmayayım ve burada veda edeyim.

09 Temmuz 2006

İçinden Hologram Geçen Filmler I

Memorizu (Memories - Hatıralar) (1995)

İki gün önce bu filmi izlerken içinden hologram geçen filmlerden bahsetmenin blogumu canlı tutacak fikirlerden biri olduğunu düşündüm. Film endüstrisi asıl amacı eğlendirmenin yanında kitlelere ulaşması amaçlanan bilgi ya da mesajlar için de kullanılıyor. Bu iki amaç için de teknolojinin son yeniliklerini cömertçe kullanıyorlar. Hologram gibi yeni bir teknolojiden ben de sanırım birçok başka insan gibi filmler sayesinde tanışmıştım. Bu kategoride tam olarak neler olacağını bilmiyorum. Eğer bu konu hakkında biraz düşünürsem kendimi, herkes zaten bilir demeden, Yıldız Savaşları’yla başlayıp kronolojik sırayla içinde hologram yer alan filmleri izlemeye adama ihtimalim yüksek. Öyle bir film izledim, blogumda yazayım demek bana göre fazla basit olduğu için bunu derhal bir projeye dönüştürme ihtiyacı şu satırları yazarken belirmiş durumda. Kendime güçlükle engel olarak hemen ‘Hatıralar’dan bahsetmeye başlıyorum.

Bir Japon animasyonu olan film aslında birbirinden bağımsız üç kısa filmden oluşuyor. Yapımcısı ve üçüncü bölümün yönetmeni anime piyasasında başarılı işlerde hem yazar hem yönetmen olarak imzası bulunan Katsuhiro Otomo. İçinden hologram geçen film ilk bölüm olarak karşımıza çıkıyor: Manyetik Gül (Magnetic Rose) 45 dakika civarında süren bu bölümün yönetmeni ise Koji Morimoto.

Gelecekte geçen bu filmde görevinden dönen bir uzay aracı aldığı yardım çağrısı üzerine evrenin manyetik alanı karışık, uzak bir bölgesine gitmek zorunda kalıyor. Sonradan bir gül şeklinde olduğunu anlayacağımız geçen yüzyıllardan kalmış bir uzay aracının içine iki görevli iniyor ve sinyallerin nedenini araştırıyorlar. Fakat buldukları görkemli bir geçmişin hologramlarından başka bir şey değil. Çağrıyı gönderen bir canlı bulma umuduyla dolaşırken karşılarına çıkan hologramlardan başarılı bir opera sanatçısının anılarını izliyorlar, şaşırıyorlar, kapılıp gidiyorlar, kendi anılarıyla ve korkularıyla yüzleşiyorlar vesaire…


Oyunbozanlık yapmamak için filmin sonunu anlatmayacağım. Bilimkurgu türünde, bana kalsa gerilim de diyebilirdim, bir animasyondan bahsettiğimiz için olayların olabilirliğini ya da mantıklılığını sorgulamayacağım. Sadece beklemediğim bir anda karşıma çıkan ve senaryosu hologram üzerine kurulduğu için bende hakkında yazma arzusu uyandıran bir filmdi, o kadar. Müziği de güzeldi, billur sesli bir sopranodan aryalar filmin çoğunluğunda yer alıyordu. Ancak bu Japonlar yaptıkları karanlık, kötümser ve sinirleri tel tel eden animasyonlarla ‘yaşasın artık büyükler için de çizgi film yapıyorlar’ sevincimi kursağımda bırakıyorlar, söylemeden edemiyorum.

02 Temmuz 2006

Ödev vs.

Ankara’ya gittim döndüm. Hologram yapma adına bir şey yapmadığım için bir şey yazamıyorum da. Hologram yapmama deneyleri de bir yere kadar. İşi gücü, sosyal yaşamı olan bir insanım ben de nihayetinde… Dene dene, nereye kadar?

Bir önceki mesajımda tatilde –tatil mi, ne tatili canım, deneydi o, deney- yaptığım asıl şeyden bahsetmediğimi fark ettim. E, ismi ödev gibi sevimsiz olunca bilinçaltım derinlere bir yerlere sakladı sanırım. Tıpkı tatilde beyin hücrelerimin arasındaki bağlantıları bunları öğrenmek için kullanmayı reddetmiş olması gibi.

Uzun lafın kısası, araştırma yaparken Nobel ödülleri resmi sitesinde lazer ve hologramın 1964 ve 1971’de Nobel fizik ödülü almaları nedeniyle bulanların otobiyografilerinden, ödülü alırken yaptıkları konuşmalara kadar birçok bilgiye rastlamış ve adamakıllı okuma fırsatı bulamamıştım. Bunların içinde bir de Nobel dersi vardı ki gerçekten ders çalışır gibi bir mesaiyi hak ediyordu. Niyetim, bunların çıktısını alıp çalışmaktı. Ancak yaptığım çıktısını almak, okumak, anlamamak ve yastığımın altına koyup uyurken beynime girmelerini ummak oldu. Gerçekten!

Geriye arkadaş sohbetlerinde ne de çok yönlü, nasıl da entel –tu tu tu- olduğumu destekleyecek hologram şeması, Gabor’un hologramı lazerden önce bulduğu, lazerin de bulunduğunda ne işe yarayacağının bilinmediği gibi birkaç bilgi kaldı. Hayatımı –henüz- değiştirmeyen bilgiler, ancak temelli böbürlenme bakımından işe yaradığı kesin.