24 Aralık 2006

Dansınız Karakterinizdir

Gün geçmiyor ki bir dans etkinliğine katılmayayım sayın izleyiciler. Bir aktivite bir aktivite sormayın gitsin! Bu haftasonunun kısmeti de böyleymiş, Cuma Tango Pasion, Cumartesi Dansınız Karakterinizdir, bugün Pazar, dans dersime gitmek için evden çıkmadan önce hemen Tuncay Vural’ın dün akşam izlediğim stand up şovu hakkında birkaç satır yazayım, tam olsun.

Öncelikle bütün dans etkinliklerinden haberdar eden ve bu etkinlikleri cömertçe biz okurlarıyla paylaşan ve asla spam göndermeyen –bu devirde o da önemli- sevgili dancentrum.com'a teşekkür ediyorum. Nitekim dün akşamki gösteriyi onların davetlisi olarak izledik ve pek beğendik.



Tuncay Vural, net iki saat süren dolu dolu bir gösteri hazırlamış. 22 yıllık dans hayatında ki bu bilgi görüntüsüyle tam bir çelişki oluşturuyor, eğer bahsettiği dans hayatı 3 yaşında başlamadıysa, dansa bakışımıza dair gözlemlediği ve keşfettiği bulguları bizimle paylaşarak, dans ederek ve ettirerek geçen şov bittiğinde salonda bu kadarcık mıydı anlamında bir aaa sesi yükseldi. Gösteri boyunca topluma ayna olduğu anekdotlarda gülmekten yıkılanların sesi daha yüksekti gerçi ya… Şişli Belediyesi Kültür Merkezinin, küçük, samimi salonu mekan olunca gayet interaktif geçen bir şovdu ve tadı damağımızda kaldı diyebilirim. Kapanıştan hemen önce gösterdiği, kaslarımızı çalıştıracak ve oturduğumuz yerde yapabileceğimiz hareketler de yanımıza kar kaldı. Az önce araştırma yaparken rastladım, bununla ilgili bir vcd’si varmış hatta. Buradaki örneklerini izledim, pek eğlenceli görünüyor…

23 Aralık 2006

Tango Pasion

Arjantin ruhunun Broadway sihri ile buluştuğu yer!



Tango grubunun buradaki resmi sitesini açtığınızda başlıkta yazan cümlenin ta kendisi olur bu açılış cümlemiz. Eğer Cuma akşamı gösterilerini izlememiş olsam ben söyleyenlerin yalancısıyım diyerek aktarırdım. Ancak o iki saatlik muhteşem şovdan sonra… Konuşmakta bile güçlük çekiyorum desem yeridir.

Neyse ki konuşma güçlüğü kalıcı olmadı. Gösteriden sonra nette bir miktar araştırma yapabildim, Türkiye turundaki gösterilerini yazım hatalarıyla geçtiklerini gördüm, sizi şirin şeyler, diye ona bile sevindim. Pul kadar da olsa aşağıdaki fotoları buldum. Daha ne olsun derken sitelerindeki videoyu izledim. Tavsiye ediyorum, meraklısı varsa mutlaka izlesin. Hakkında yazılacak bir şey değil bu, yaşanacak bir şey!



Tangocu değilim ben, Latin öğreniyorum şu sıralar. Eğlenceli, neşeli, herkesle yapılabilecek sosyal bir dans olduğu için. Tangonun imajı da içeriği de daha ağır, derin anlamlar içeriyor. Denememiş olmama rağmen öyle herkesle tango yapılmaz gibi geliyor. Ancak bu grubun gösterisini izlerken öncesinde beton bir duvar oluşturan bu önyargılar tül bir perdeye dönüştü ve bütün bunların sadece bahane olabileceğini kesinleştirdi. Sanırım profesyonelliğin anlamı burada belli oluyor.

İlk yarıda renkli kostümler ve bir tango kulübü dekorunda dans eden dansçılar ikinci yarıda bayanlar siyah, erkekler smokin giymişlerdi. Toplam altı çift vardı ve senkronize yapılan gösteriler çok azdı. Onun yerine teatral ambians korunmuş, her çiftin hikayesini ayrı ayrı anlatmasına izin veren bir koreografi oluşturulmuştu. Dönemin modasını yansıtan kostümler bayanlarda hep zarifti. Renkli ya da siyah, bacaklar rahat hareket etsin diye bir yandan derin bir yırtmaç bütün elbiselerin ortak yönüydü. Bir tek ilk yarıda erkeklerin kavuniçi renginde ya da çubukları bir karış aralı tafta takım elbiseleri iyi ki erkek modası diye bir şey icat edilmiş diye düşünmeme neden oldu o kadar. Detaycı bir kişilik olarak oturduğum yerden bayanların ayakkabılarına kadar inceledim ve en çok hayran kaldığım yer de orası oldu. O topukları ve kopçaları lame kendisi siyah olan ayakkabılar bir geceliğine dahi olsa hayallerimi süslemedi desem yalan olur. Bir de o ayakkabıları giymek o hatun gibi dans etmemi sağlasaydı, başka ne isterdim?!

Aklıma gelmişken hemen bahsedeyim. Bir süredir cumartesi öğlenleri bbc prime’da Strictly Come Dancing’i izliyorum. Tesadüfe bakın ki bugünkü programın sonunda tüm yarışmacıların katıldığı bir tango şovu vardı. Önce vtrleri sonra da bir şarkılık şovu izledikten sonra Tango Pasion’un ne kadar tutkulu ve akıcı olduğunu idrak ettim. Kostümler, koreografi yine üzerinde profesyonellerin çalıştığı konulardı üstelik her çiftin bir eşinin dans öğretmeniydi ancak bütün bunlar ne kadar yolun başında oldukları gerçeğini değiştirememişti. Belirtmeden geçemedim…



Bu kadar yazmışken arama motorlarını şaşırtmak için dansçıların ve koreografın ve yapımcının isimlerini de geçelim. Dansçılar;
Julia Hiriat Urruty & Juan Corvalan
Graciela Garcia & Osvaldo Ciliento
Claudia Diaz & Alberto Morra
Viviana Fortino & Omar Mazzei
Carla Chimento & Claudio Orso
Mariela Cerrezuela & Jesus Velazquez

Koreografi; Hector Zaraspe ve Osvaldo Ciliento. Osvaldo Bey aynı zamanda sanat yönetmenliğini yapmış. O pek beğendiğim ayakkabıların ve kostümlerin müsebbibi Emmylou Latour’u yazmasam olmaz. Bir de Mel Howard var ki o da bütün bu şaheserin yaratıcısı olarak anılıyor, elleri dert görmesin!



Buraya kadar dans kısmıydı. İşin bir de müzik kısmı var ki, onun için de ayrı bir mesaj yazmak gerekir. Böyle bir şovda canlı müzik tabii ki fark yaratırdı. Ancak bu canlı müziği başarısı en iyi tango orkestrası ödülü ile tescillenmiş Sextete Mayor orkestrası yapıyor olunca fark müthiş boyutlara ulaşıyor. Bir de yukarıda fotoğrafını gördüğünüz solist Guillermo Galvé’nin söylediği şarkılar vardı ki tek kelimesini anlamadım, ancak bütün duyguları hissettim. Kulağımıza tanıdık gelen tango parçalarıyla iyice artan ritmin ardından şovun bittiğini belirten selamlamaya geçildiğinde tek bir şey düşündüm: Bize müziği ve dansı verdiğin için teşekkürler!

17 Aralık 2006

Yuri Denisyuk Kimdir Bilir misiniz?

Bugün size biraz ondan bahsedeceğim… Hologram tarihine 1962’de beyaz ışıkta da görünen ilk hologramı yaparak giren Denisyuk amca 1927’de Soçi’de gözlerini açmış ve bu yılın 14 Mayıs’ında aramızdan ayrılmış. Literatürde white light transmission holography olarak geçen, Türkçeye, günışığında görünen bildiğin hologram olarak aktarabileceğim buluşunu bir şema yardımıyla incelemeden önce Gabor’un şemasını hatırlayalım.



Daha önceki bir mesajda –lütfen beni aratmayın şimdi- bu tarz bir hologramın (laser transmission) holografik plakada, önünde duran objeye çarpıp ulaşan lazer ışınıyla (obje ışını), direkt giden lazer ışınının (referans ışın) oluşturduğu girişim deseninin, referans ışın ile aydınlatıldığında izlenebilen 3 boyutlu görüntü olduğunu anlatmıştık.

Denisyuk’un şemasında ışınların izlediği yol aynı olmakla birlikte düzeneğin 90 derece kayarak objenin plakanın altında (Gabor’un şemasına göre arkasında kalıyor) sabit bir düzlem üzerinde uzandığını görüyoruz. Hologramın da, iğne deliğinden geçirilip çoğaltılan ışın (referans ışın) ile aynı ışının objenin her noktasından yansıyıp (sinyal ışını) plakaya ulaşan ışın ile birlikte oluşturdukları girişim deseninden oluştuğunu görüyoruz. Bu sistemi uygulayabilmek için kullandığımız holografik plakanın önceki örneklerinden çok daha yüksek çözünürlüğe sahip ve şeffaf olması gerektiğini ekleyip gün ışığında istediğimiz açıdan bakarak göreceğimiz hologramların tadını çıkarabiliriz.



Buraya kadarki işin basit kısmıydı. Bir de hologram tarihinde geçen, ‘Denisyuk, Lippmann fotoğrafçılığını holograma uyarladı’ kısmı var ki sadece bu cümle bile sırada yenecek birkaç fırın daha ekmeğe karşılık geliyor. Gerçi fotoğrafla uğraştığım yıllardan hatırlamıyor değilim, Lippmann, fotoğraf henüz doğmakta ve ışığı tek bir noktada toplayacak mercekler kullanılmasına yıllar var iken ışığı iğne deliğinden geçirerek fotoğraf yapmasıyla 1908 yılının Nobel fizik ödülünü kaptı. Elimizde bunun hologramla ilgisini kuran güzel bir makale de var, başını sonunu güzel güzel holograma da bağlamış. Hadi bakalım, meraklısı varsa okusun, anlasın, bize de anlatsın. Bunun için beni bekliyorsanız, birazcık daha bekleyeceksiniz…



Son olarak burada yazılanların şu ve şu sayfalarda yer alan bilgilerin bir özet/ çeviri/ derlemesi olduğunu belirtmeyi ve Denisyuk amcanın elinde TEHLİKE tabelasıyla ‘sonunda kızlar beni fark edecek’ diyerek gülümsediği bir fotoğrafını forumdan araklayıp buraya koymayı bir borç bilirim. Gülüşüne bakılırsa ardından yazıldığı gibi matrak bir kişiliğe sahipmiş, toprağı bol olsun diyorum.

16 Aralık 2006

Bir Hologram Kursu Daha…

Bir hologram kursu daha buldum inanmazsınız! Benim inanamadığım ise bu siteyi neden daha önce bulmamış olduğum. New York’un göbeğinde bir Hologram Stüdyosunun olduğunu biliyordum. Gabor’un o stüdyoyu açarken çekilmiş bir fotosuna rastladığımı çok net hatırlıyorum. –gezmeye biraz ara verip nereden hatırladığımı bulup buraya da koysam hiç fena olmaz- Ancak o stüdyonun yıllardır beleş bir galeriyi hologram meraklıları için açık tuttuğu yetmezmiş gibi bir de portre hologram yapımı, hologram sınıfları gibi birçok fasiliteyi daha barındırdığını bilmiyordum. Dün öğrendim…

Evet dün, size biraz Denisyuk’dan bahsetmek için tırım tırım aranırken rastladım holographer.com’a. Üstelik giriş sayfam Jason Sapan’ın dünyanın bir dolu ünlüsüyle –içlerinden birinin Yuri Denisyuk olduğunu belirtmeme gerek var mı?- çekilmiş fotolarının olduğu albümüydü! Sen tut onca yıl yok hologram yapıyorum, yok titreşim ölçüyorum diye kendini labratuarlara kapat ve sosyal bir varlık olduğunu inkar et! Hiç olacak şey mi? Hologramın bu kadar gözünü çıkarıp da hologram forumuna üye olmamak aklımın aldığı şey değil. Dünya üzerinde on tane forum yok ki, hepi topu bir tane var zaten… -evet haber görünümlü reklamları izlediniz, bu reklamın amacı eğer hologram forumuna üye olsaydı biliyor olurdum mesajını yayarak kalbimizi bir nebze olsun rahatlatmak, işe yarıyor mu derseniz, eh işte-

Gerçi böyle bir domaini ilk elden –olduğunu varsayıyoruz- alabilmiş olmak zaten bu işlerde ne kadar eski olduğunu anlamak için yeter. Ben hala ilgiliyim sanıp bu işlerin kilit adamlarına yeni rastlıyor olmama esef ediyorum. Kendimize haksızlık etmeyelim yine de, dünyanın yüzde 98’ine göre hologram konusuna ilgiliyim, ben sadece yüzde 99’una göre ilgili ve bilgili sanıyordum kendimi. Öyle olmadığım gerçeğiyle yüzleşmem şaşkınlık yarattı, o kadar.

11 Aralık 2006

3. Salsa Cumhuriyet Kupası

Dansı, bakıyorum, profilimde beni enterese eden şeylerin ilki olarak yazmışım. Peki nasıl oldu da şimdiye kadar hologram yapmamanın yollarından biri, hatta en keyiflisi olarak dansla ilgili tek bir mesaj bile yazmadım ben de hayret ediyorum. Sanırım bunun için dün akşam gerçekleşen 3. Salsa Cumhuriyet Kupası gibi bir olayın gerçekleşmesini bekliyordum!



Kupanın gerçekleştiği Maslak Venue sanırım artık tamamen kapalı Refresh Venue adında bir yer olmuş. Ölçek bakımından düşününce kupanın popülasyonunu kaldıran başarılı bir seçim olmuş. Genel olarak yarışmanın programda yer aldığından daha geç başlaması dışında bir aksaklık yoktu.

Profesyonel çiftler, show çiftleri ve show grupları sırayla yarıştılar. Profesyonellerde ve show gruplarında birinciliği Antalyalılar (Esin Teke- Emre Çay) kaptı. Show çiftlerde ise aşağıda fotoğrafını gördüğünüz grup birinci oldu. Okullu dansçılardan olan iki delikanlıdan (Ümit Yumlu- Osman Aydın) oluşan bu grup yöresini bilmemekle beraber halk oyunlarından biri olduğunu bildiğim, fi tarihinde muhtemelen trt 2 de gördüğüm bu türü salsaya uyarlamışlar. Orijinal olmasına orjinaldi ancak ikinci grup olarak çıkan lastik gibi bir kız ve erkekten oluşan ve gecenin en enerjik showunu sunan Bursalı grubu (Sevgi Nur Bayraktar- İlker Gülcan) tartışmasız birinci olacağını düşündüğüm için birinciliği kapmalarına şaşırdım. İsimleri Hülya ve bişey diyesim geliyor, -kupa hakkında yazacağın belli, yanında kağıt kalem var, insan unutmamak için not alır değil mi- olan o çift hatırladığım kadarıyla çakmaktaşlardan (Esra Aydın- Hazım Muzaffer Gür Ankara) sonra gelip üçüncü oldu.



Profesyonel kısımda da benim favorim başkaydı. Antalyalı grubun performansını beğenmekle birlikte birinci olmalarına şaşırdım. Belki dansçıların vücut kütle endeksinin 18 civarında olmasını kıskanmışımdır, belki de dansı nasıl değerlendirmek gerektiği konusunda öğreneceğim şeyler vardır, belki ikisi de geçerlidir. Puanlama sistemi daha önce karşılaşmadığımız bir sistem olduğu için açık puanlama yapılmasına rağmen onlar da şaşırdı. Üçüncülüğü yine Antalya’dan katılan bir başka çift (Gülşen Karatoprak- Volkan Akkaya) aldı. Birinci ve üçüncü olan bu çiftlerin oluşturduğu show grubu (Los Diablos) bu alanda yine birinci oldu. Show gruplarında yarışan zaten dört grup vardı. İkinciliği hababam sınıfı koreografisi (Salsa a la Turca İstanbul), üçüncülüğü gördüğüm en fırlama delikanlının başını çektiği fat boy slim isimli dört kişilik grup, dördüncülüğü ise rueda yapan Kocaeli grubu aldı.

Yarışmalar ve ödül törenleri bittiğinde saat onikiye geliyordu. İzlenen onca güzel dansa rağmen aklımın bir köşesinde pek methedilen showlar vardı. Show yapacak çiftlerin ikisi de aynı zamanda jüride yer alıyordu: 2005 ve 2006 da dünya şampiyonu olan İtalyan çift Stefania Ressia ve Giorgio Bocca ile show salsa dalında kısa sürede dünya çapında ünlü olan İspanyol çift Roi Vasquez ve Talia Alvarez. Jüride adını özellikle anmamız gereken bir de Carlos Paz vardı ki kendisi Türkiye’ye salsayı getiren, ilk hocaları yetiştiren isim olarak biliniyor.

Buraya kadar gelmişken showlardan bahsetmek istiyorum, anlatacak kelime bulamıyorum. Süperdi! Stefania ve Giorgio iki showunda da aksesuar kullanımına dayalı koreografiler oluşturmuşlar ve bunda da çok başarılıydılar. Şampiyon olmaları boşuna değil yani. Düşününce teknik olarak zaten bütün detaylarını ustalıkla halletmiş dansçılar söz konusu olduğundan işe aksesuarları katmak fark yaratmak için etkili bir yöntem olmuş. Aksesuarlardan biri kendilerinden büyük bir plaj şemsiyesiydi dersem belki gözünüzün önünde canlanabilir…

Türkiye’ye ilk kez gelen Roi ve Talia da akrobatik salsanın tam anlamıyla gözünü çıkardılar. Onların showunda aksesuar kendi bedenleriydi. Öyle şekilden şekle girdiler ki Roi’nin bir tek Talia’yı top gibi sektirip basket atmadığı kaldı diyebilirim. Talia’nın o en zor, esneklik gerektiren figürlerde tüm mimiklerini kullanması, ben böyle de rahatım havaları tam bir profesyonellik ürünüydü sanırım.

Showların aralarında ve sonrasında gördüğüm en büyük Latin parti başladı. Tüm yarışmacılar, organizasyonda çalışanlar ve o zamana kadar dans etmek için yerinde zor bekleyen biz izleyiciler kendimizi piste attık. Neyse ki pist hepimizi alacak kadar büyüktü. Parti başlayınca duman üreten ve elinde kadehle dolaşan insanlar da eklendi ancak genel görünüm tam bir festival karnaval kutlama havasındaydı. Öyle ki sevgili hocamız Cihat Can ile katıldığımız Murphys gecelerinden sonra salsa ateşinin battal boyu böyle oluyormuş diye düşündüm.

07 Aralık 2006

Ne bulmuşuz ne?!

Kasımın sonlarıydı çarşaf çarşaf ilanlarla çıktı erke. Basın toplantısından, internet sitesinden, türlü türlü haberlerden bir yumurta çıkmasını bekliyor, lazerleri, fotonları, atomaltı tanecikleri okuduğum gibi okuyabileceğim, anlayabileceğim bir dokümanı hala bulamıyorum.

İşte kendi resmi sitesi, forumu, Türkçe vikideki başlığı (buluşlar/ sözde bilim kategorisinin altında olması pek manidar ancak işler böyle gelişiyor, galileoyu da afaroz etmişlerdi zamanında) burada. Gazetelerden bloglara kadar yer alan milyon çeşit haberi yorumu saymıyorum bile. Açıklanan kısa ve net:

…çevreye zarar vermeyen, istenilen güç ve sürati sağlayabilen, doğrudan hareketin elde edilebildiği, yakıt gerektirmeyen bir kuvvet makinesi…

Üstelik;

…bu buluşun bilimsel açıklaması mevcut bilgiler ile yapılamamaktadır. Buluşun dayandığı bilimsel esaslar bilinen fizik kaidelerinin bazılarını içine almakla birlikte bu kaideleri genişletmektedir. Doğada var olan ancak mevcut sistemler ile faydalanılamayan bir enerji kaynağı, Erke dönergeci metodunda maddenin atalet özelliği kullanılarak güç alınabilir bir hale getirilmektedir…

Ve de;

Erke dönergeci sistemi ile çalışan ilk ürün olarak seçtiğimiz ve herhangi bir yakıt gerektirmeyen elektrik üreteci 2007 yılında halkımızın kullanımına sunulacaktır.

E güzel diyorum… Şuncacık bilgiyle kayda değer birkaç laf etme yeteneğimiz sınırlıdır. Öyle, bu kesin kanser yapar, biz bi halt ettik üçüncü dünya savaşı kapıdadır, olur mu canım öyle şey, biz Türkler neyi bulmuşuz ki, kopyadır bu kesin… gibi geyikleri ve daha fazlasını başkalarının yaptığını üzülerek fark ediyorum.

O cihetten yine orijinal olmayı tercih ederek tamamen imgesel ve simgesel boyutta içimden geleni yazıyorum. Sevdiğim bir söz vardı, okuduğum halini ve kimin söylediğini hatırlamıyorum ancak ‘birşeyin imkansız olduğunu bilmeyerek gerçekleştirmen mümkündür’ anlamına geliyordu ve çocuklarla ilgili bir örnekle devam ediyordu. Benim de belirgin bir çocuksu yönüm olduğu için böyle olmasını, olabilmesini çok sıcak karşılamış ve bir ara mottom haline getirmiştim. Sonra cehaleti yüceltmenin pratik bir yararını göremeyip unutmuştum ki yine hatırladım bu naif yaklaşımı…

Fizik hakkında okuduğum iki satırlık bilgi döne döne bildiklerimizin bilmediklerimizin yanında çok çok az olduğunu söylediği için öyle fizik kaidelerini genişleterek ancak açıklanacak şeyler karşısında hadi canım sende şeklinde bir tavır almaktansa kabaran iştahımı gözlüyorum. Tamam ikisi farklı şeyler ancak yine de Nasrettin Hoca gibi ya tutarsa diyesim geliyor.

Bu gibi bilgiler insanın kafasını karıştırıyor, doğrudur. En basitinden, her gün haşır neşir olduğumuz para konusu var. Yenidünya anlayışında dünyada herkese yetecek kadar para olduğu, bunun aksinin geçerli olmasının ise tamamen bir bilinç meselesi olduğunu okuduğumda şaşırmıştım. Gelir tüketim dengesizliğinin bir tarafta açlıktan kırılan, diğer tarafta obeziteden çatlayan kıtalar yaratması falan hep hikayeymiş. Kaydi uygulamalardan fizikiye geçmiş bir bankacı olarak yüzde yüz eminlikle söyleyebilirim ki zaten insanlara istedikleri kadar parayı fiziksel olarak verseler kimse daha mutlu, sağlıklı, kısacası iyi olmaz. Kaydi olarak zaten o uçuk görünen yeniçağ anlayışı geçerli: Fiziki 1 lirayı bankacılık sistemine soktuğunda onunla çok 1 lira alım, ödeme takas teminat vs yapabilir ve onu çoğaltabilirsin. Bankacılık sistemi bunun için vardır ve Allah kuranlardan razı olsundur. Sivil toplum kuruluşu olarak geçinen uluslar arası kurumların yok dünya barışı, yok doğayı koruma, açlıkla savaş gibi manşetlerin ardında kendi keselerini doldurmak üzerine çalıştıklarını bilince –kar amacı gütmeyen kurumlar nasıl oluyorsa kendileri için gayet karlı işler yapıyorlar- bu işler insanın gözüne bambaşka görünüyor. Bu nedenle kendi adıma hiçbir popüler uygulamaya/ felsefeye değil sadece eğitime, bilime, bilinci yükseltecek şeylere destek verir oluyorum. O da başkasından önce kendime tabii ki, herkesin aklı kendine diyerek…

Konuyu döndürüp dolaştırıp yine kendime bağladım, helal olsun diyorum. Zaten çok değil, iki üç yıl önce düşünce gücüyle dünyayı kurtarabileceğine inanmış hatta birkaç kişiyi de inandırmış bir insanım, erke dönergeci merakımı şöyle bir ürpertiyor, o kadar. Benim şu an asıl merak ettiğim konu bunun bizim ve tüm insanlığın bilincini nasıl etkileyeceği konusudur, onu da yaşayıp göreceğiz anlaşılan.

01 Aralık 2006

Derki’nin Aralık Sayısı

Evet evet! Bir ay su gibi geldi geçti, yeni ayın ilk günüyle birlikte derki’nin yeni sayısı çıktı. Bilin bakalım bu sayıda neler var? Açıkçası detaylı okuma fırsatım henüz olmadı ancak birbirinden ilginç ve güncel konular içinde benim yazdığım bir yazı olduğunu biliyorum ve özellikle hologram hakkında olması nedeniyle bunu buradan ilan etmekte bir sakınca görmüyorum: buradan direkt olarak hologramcılık başlığına, buradan da 19. sayıya ulaşabilirsiniz. Keyifli okumalar…