10 Kasım 2008

Derki Sayı 29: Krizden Önce Amerika

Birkaç hafta önce Amerika’da birkaç büyük banka ve sigorta şirketinin batması ile başlayan krizden hemen önce Amerika’nın California eyaletinde tatildeydim. İzlenimlerim San Francisco, Los Angeles ve San Diego üzerine…

Amsterdam aktarmalı uçuş bittiğinde ayağım yerden kesileli 17 saat geçmişti. Çoğunluğu bulutların üzerinde geçen yolculuğun tek kötü yanı, bittiğinde metabolizmam uykuya hazır olmasına rağmen saatin henüz öğlen olması idi. Sonraki günlerde jetlag yaşamamak için her türlü ayıltıcı yardımı ile kendimi uyanık tutmaya zorladım. Erken yatıp iyi bir uyku çektikten sonra sabahın altısında kendiliğimden uyandım. San Francisco keşfedilmek üzere beni bekliyordu.

Amerikan porsiyonlarının büyük olduğu gerçeğiyle henüz kahvaltıda tanıştım. Ne yesem diye düşünürken sağımdan solumdan dev gibi tabaklarda kocaman kalın omletler yanlarında bir dolu patates kızartmasıyla ya da üçer üçer krepler sürahi dolusu şuruplarla servis edilmek üzere geçiyordu. Oradaki günlerimde hepsinden tatmaya çalıştım ancak en beğendiğim kocaman kaselerde soyulmuş dilimlenmiş çeşit çeşit meyvelerden oluşan meyve tabağı oldu.

Elimde şehir haritası nereden başlayacağımı düşünürken fazla endişelenmedim. Şehir merkezi nin birbirine paralel ve birbirini kesen sokaklardan oluştuğunu haritada, her sokağın isminin koca koca yazılı olduğunu sokaklarda görünce aradığın yeri bulmanın değil, bulamamanın zor olduğunu anladım. Elektrikli otobüs hatları her yere gidiyor üstelik anlayabilirsen otobüs şoförleri turistlere karşı gayet sabırlı. San Francisco’nun sembolü haline gelmiş olan tek vagonluk municipal ya da MUNI, turistik merkezleri birbirine bağlayan F line, denizin altından geçip Berkeley'e kadar yarım saatte giden BART, büyük bir şehir olmasına rağmen sorunsuz ulaşim sağlıyor. Taksiler ise en kısa, en kısa yol kalabalıksa tenha yoldan gitmeye mecburmuş.

Ancak San Francisco’da en zevklisi yaya olmak. Alçak kaldırımlar her köşe başında engelliler için sıfırlanmış. Eğer ışık yoksa yaya geçidinden, yaya geçidi yoksa istediğin yerden yolun boşalmasını beklemeksizin elini kolunu sallaya sallaya yürümeye devam ediyorsun ve arabalar anında duruyor. İster istemez bu şekilde İstanbul’da havaalanından bile sağ salim çıkamayacağımı düşünüyorum. Geniş kaldırımlarda yürümek hiç bir park ihlali olmayınca daha zevkli. Yine bu kaldırımlar İstanbul da olsa üstü araba dolardı diye düşünüyorum. Park kurallarını nasıl bu kadar iyi oturttuklarını Los Angeles’te anlayacağım.

Sırt çantam sırtımda haritam elimde dolaşırken San Franciscoluların ne kadar cana yakın davrandıklarını gözlemliyorum. Bir defasında haritada nerede olduğumu öğrenmek için sokak isimlerine bakarken yürüyüş yapmakta olan yaşlı bir bayan kendiliğinden yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu. Ben de bineceğim otobüsün durağının nerede olduğunu sorunca, yolunun üstü olduğu için bana eşlik etti. Durakta bekleyen bir genç kız iki dolar çıkardığımı görünce -otobüs bileti 1.5 dolardı- yine ben sormadan bir dolarımı bozabileceğini söyledi. Alışveriş için girdiğim yerlerde görevliler hep hoşgeldinle karşılıyor, nasıl olduğumu soruyorlar, eğer yardıma ihtiyacım varsa kalıyor, yoksa rahat rahat bakman için uzaklaşıyordu. Önceden aldığım uyarılar nedeniyle çok bulaşmak istemediğim evsizlerin bile büyük çoğunluğu bir kartona yazdığı birkaç kelime ile sessizce duruyor, seninle konuşanlar en fazla bir çeyrekliğin var mı diye soruyor ilgilenmezsen ya da yok dersen üstelemeyip başka birine yöneliyorlardı. Sıraya girilen her yerde herkes sırasına sadık, en ufak bir tartışma yaşanmıyor. Bir yıllık okulunu yarılamış olan arkadaşım insanların bu güler yüzlü, rahat halini Batı yakasına özgü laid back yaşam anlayışı olarak tanıtıyor ve kendisinin de ilk geldiğinde garipsediğini ifade ediyor.

Çin mahallesini -Amerikanın en büyüğüymüş- 39. iskeledeki Fishermans Wharf'ı, Küçük İtalyayı, şehrin silüetini oluşturan gökdelenlerin yükseldiği Finansal Bölgeyi, eski feribot istelekesindeki Market Sarayını, her türlü spor için düzenlenmiş kuzey plajını, eksplorataryumu, hippiliğin doğduğu yer olan Haight Ashbury'yi, gay mahallesini, kıvrıla kıvrıla inen Crookedest Sokağını, Union Meydanını, Golden Gate Köprüsünü ve köprünün devamındaki mini yazlık kasaba Sausalitoyu, Doğu tarafında körfezdeki Berkeley ve çiftliklerini gezmeyi ekspres bir şekilde beş güne sığdırıyorum. Öyle ki ne kadar beğensem de gittiğim bir yere bir daha gitme şansım olmuyor.

Sonraki durak Los Angeles’deki arkadaşımın tavsiyesi üzerine Santa Barbara. Los Angeles yakınında zengin, minik bir sahil şehri. Sabah gözümü açtığımda ufukta okyanus, göz alabildiğine kumsal, kumsal ile kaldırım arasında koşu, bisiklet yolu, palmiyeler, çimenler, geniş bir kaldırım, daha da geniş yollar şeklinde bir manzarayla karşılaşıyorum. Arabaları bile taşıyacak denli sağlam bir iskeleden deniz turuna, çift katlı otobüsle de şehir turuna çıkıyorum. Her sokağı palmiyelerle süslü ve her bina en fazla iki kat olan, kafelerin ve butiklerin toplandığı bir ana caddesi ile minyatür bir şehir. İnsanların spora ve sağlıklı beslenmeye daha meraklı olduğunu gözlemliyorum. Öğleden sonra olurken sahil kenarındaki çimenler sanatçıların pavyonlarıyla dolmaya başlıyor. İskelede insanların bozuk para attığı garip düzenlemeler ve martılar gibi serbestçe dolaşan pelikanlar ilginç bulduklarım arasında yerini alıyor.

Los Angeles’e ulaşmak fazla zaman almıyor. İlk durağım arkadaş tavsiyesi ile Venice Plajı. Santa Barbara'dakine benzeyen bir plaj ancak göz alabildiğine uzanıyor. Ve okyanus, plaj, palmiye çimen sıralamasından sonraki geniş yol araçlara kapalı ve rahat 5 kilometre uzunluğundaki bu yolu dolduracak fazlasıyla insan var. Kaldırım tamamen sokak sanatçılarına ait. Ressamlar, dansçılar, dövmeciler, hediyelik eşyacılar, falcılar ve çakra açıcılara kadar envai çesit insan müşterileri ile bu şeritte buluşuyor. Sonraki günü görmeden dönmenin olmayacağı bir yerde geçiriyorum, ünlüler kaldırımı ve kodak sahnesi. Kaldırımdaki yıldızların içindeki isimleri okuyarak ilerlerken Batman’le çarpışacak gibi oluyoruz. Batman hayli güler yüzlü, istersem birlikte fotoğraf çekilebileceğimizi söylüyor. Yanımızdan geçen Marilyn Monroe ve az ilerideki Karayıp Korsanları’nı görünce gerçeğe uyanıyorum. İşin aslı ünlü film karakterlerinin kılığına bürünmüş insanlar bahşiş alma umuduyla turistlerle fotoğraf çektiriyorlar. Yine aynı bölgede en çok sayıda evsiz insanı çöpleri karıştırırken ya da bozukluk isterken görmek insanın yüreğini burkan bir karşıtlık oluşturuyor ve ne balmumu müzesini ne dünyanın en en bişeryleri salonunu gezmek içimden gelmiyor. Bir adam ünlülerin evlerini gösterdikleri turun reklamını yapıyor, ona katılmayı aklımın ucundan bile geçirmiyorum. Kaldırımda ilerlerken yıldızların içinde yazan isimlerin giderek daha azını tanıdığımı fark ediyorum. Yiyecek satanlar dışında ya hediyelik ya da ilginç peruklar, ayakkabılar ve kostümler satan dükkanlarla dolu. Hollywood yazısını arkamdaki yamaçta bırakarak kendimi modern sanat müzesine atıyorum. Müze kompleksinde, Contemporary Sanat ve Modern Sanat müzeleri bitişik binalarda. Görevli tarafından uyarılana kadar fotoğraf çekebiliyorum. Oradaki diğer günlerde Beverly Hills, Sunset Bulvarı’ndaki birbirinden lüks evler ve arabalar her konuda aşırı tüketen bu toplumun nasıl ayakta kaldığı merakını uyandırıyor. Şehirde dolaşırken çok fazla pedikür salonuna rastladığımı düşünüyorum. Biz metroseksüelliği tartışırken Los Angeles’li baylar ayaklarını uzatmış bayanların yanında pedikürlerini yaptırıyorlar. Kadınlar da erkekler de eğer spor ayakkabı ile jogging yapmıyorlarsa en çok parmak arası terliklerle dolaşmayı seviyorlar, ayakları bakımlı olmalı tabi.

Park kurallarını arabasını bana bırakan arkadaşımdan öğreniyorum. Sadece park edilebilecek yerlere park edilebilecek saatlerde park edebiliyormuşuz. Yani kaldırımları kırmızı olmayan ve sokağın yıkanma saati dışındaki saatlerde. Kırmızı kaldırımlar garaj girişi olan yerlerde ve her köşedeki ilk iki arabalık yerde genellikle. Ancak boş bir yere park etmenin bile adabı varmış. Mutlaka gidiş yönünde ve sağ ön ve arka tekerlerin kaldırımın başladığı yerdeki şeritte olması gerekiyormuş. Sokaklarda dolaşan park polisleri hiçbir hatayı affetmeyip anında cezayı cama iliştirdiği için herkes kuzu kuzu inanılmaz görünen park kurallarına uyuyormuş. Genel olarak trafik cezalarının Los Angeles bütçesinde önemli bir yer tuttuğuna şaşırmıyorum. San Francisco’da tanıştığım laid back yaşam tarzı park etmen gereken bir araba yoksa Los Angeles'ta da geçerli. Günün her saatinde şehrin her yerinde gördüğüm her yaştan ve cinsten jogging yapan insan bu şehirde çalışan, milli gelire katkıda bulunan kimse yok mu diye düşündürtüyor. Santa Monica iskelesi, trafiğe kapalı üçüncü sokak, kendimi alamadığım cennet gibi kitapçılar yine gülümseyen, nasıl olduğunu soran her renk ve çeşitten insanlar Los Angeles’a dair aklımda kalan diğer şeyler...

Oradaki son günümü Los Angeles’e 40 dakikalık mesafede yer alan Disneyland’a ayırıyorum. Açılış saatinde varıp kapanışa kadar kalmama rağmen tamamını bitiremediğimi söyleyeyim nasıl bir eğlence merkezi olduğunu siz anlayın. Çok büyük alana kurulmuş iki parktan oluşan bu eğlence merkezi oyunlar, trenler, filmler kadar alışveriş noktaları ve bir o kadar da yiyecek bölgeleri barındırıyor. Her yaştan çocuk ve insana göre birşeyler var. Ancak amacın para harcatmak olduğunu fark etmemek mümkün değil. Neyse ki sunduğu eğlence buna değdiği hissi ve feci bir yorgunluk ve ıslak giyeceklerle ayrılmanızı garantiliyor.

Kalan azıcık zamanımda daha çok şey görmek için bir günlüğüne San Diego'ya geçiyorum. Batıdaki sahil şeridinin güneyinde Meksika sınırına yakın başka bir sahil şehri. Akşam üzeri katıldığım şehir turunda troleybüsün şoförü gittiğime değecek bilgiler veriyor. Şehrin karşisındaki Orange Country'nin nasıl ve kimler tarafından kurulduğu çok ilginç. Eski şehir, yeni şehir, iskeleler, büyük fuar merkezi orada çekilen filmleri dinleyerek gezdiğimiz yerler. Sonraki günü Deniz Dünyası’na ayırmakla ne kadar isabetli bir karar verdiğimi anlıyorum. Balinalardan yunuslara, penguenlerden kutup ayılarına suyla ilgili bütün canlıların hayvanat bahçesi olarak tanımlayabileceğim bu yer girmek için ödediğim her kuruşu hak ediyor. Yunusların, balinaların, kedi köpeklerin ve deniz aslanlarının gösterileri toplam iki haftalık tatildeki en eğlenceli zamanımı oluşturuyor. Islatan ve eğlendiren oyuncaklar burada da mevcut. Alışveriş ve yemek politikası Disneyland’la benzer. Burada ek olarak penguenlerle ya da yunuslarla daha çok etkileşeceğin birer saatlik özel turlar almak mümkün.

Sayılı gün anlattığım gibi çabuk geçti ve ben daha sevdiğim yunusların kokusu elimdeyken kendimi uçağa yetişmek üzere toplanırken buldum. Paris aktarmalı dönüş yolculuğu da gidiş gibi uzun ve yorucuydu. Sonrasında uyku tutmayan geceler ve yolda üzerine çıkan taksiler yurda döndüğümü hızla hatırlattı. İlk bakışta İstanbul’un çok kaotik ancak park bakımından bir cennet gibi göründüğünü hatırlıyorum. Bir de iki haftadır hiç zeytin yemediğimi ve çok özlediğimi...

06 Kasım 2008

Hanım, yemeği ocaktan al, tatile çıkıyoruz!

Dün 98 yaşındaki müşterim geldi. Hatırladığım gibi tatlı, hoşsohbet...

Konuları kendisi açtı. Daha önce söylediklerini tekrar edip etmeyeceğini merak ederek dinledim. Bunu böyle yazmak hoş değil ama hoşsohbet olduğunu düşündüğüm tonton insanların bazılarının bu kanıyı onlarla bir kez karşılaşmamız sayesinde oluşturduklarını, olur da ikinci kez karşılaşırsan aynı kaydı baştan dinlettiklerini görmüştüm. Bu amca beni utandırdı, bu sefer eşiyle çıktıkları avrupa seyahatini anlattı.

Birgün oğlu gelmiş, araba almak için para istemiş. -69 yaşındaki doktor oğlu- Ona para vermiş, 'oğlum, arabayla birlikte pasaport da al' demiş. Oğlu pasaportları hazırlamış, arabayı almış gelmiş. hepbirlikte eve gitmişler. Evde eşi o sırada yemek yapıyormuş. 'Hanım' demiş, 'yemeği ocaktan al, yanına hafif giysilerini al, tatile çıkıyoruz!'

Duyduklarıma inanamıyorum, 'gerçekten öyle mi dediniz, bir gün gelip hazırlan tatile gidiyoruz şeklinde mi çıktınız?' diye soruyorum. Evet diyor, benim her işim öyledir deyip devam ediyor..

Arabaya bindik, ver elini Edirne. Bir gece kaldık, oradan Bulgaristana geçtik. Bulgaristan o zaman komunist, sınır kapısında polisler sordu, hanımın öğretmen arkadaşı vardı, ona ziyarete gittik, onun eşi sordu, siz necisiniz diye. Ee, her zaman bulunduğun yere uyum sağlamak gerek... O soranlara biz Türkiye'de çok komünistiz dedim diyor, ben gülüyorum. Bunun üzerine onları nasıl sevdiklerini, gezdirdiklerini, çektikleri yokluğa rağmen misafir gibi ağırladıklarını anlatıyor. Ardından yolculuklarının devamında karşılaştıkları ilginçlikleri, sonunda Parise varışlarını, Pariste eşinin göğsü ağrıdığı için doktora gittiklerini ve onun göğüs kanseri olduğunu öğrendiklerini ve kısa bir süre sonra da eşini kaybettiğini...

Dünya görmek iyidir ama gördükten sonra Paris Londra sana Beyoğlu gibi gelir diye bağlıyor. Bir de kadınlar memelerini hep kontrol etmeli, birsey farkederlerse hemen cevresiyle birlikte aldırmalı...