18 Aralık 2009

Yazı Alıştırması

Yazı atölyesinde son derste bir alıştırma yaptık. Bir a4 kağıdı dörde bölüp her bölüme çeşitli öğeler yazdık. Öğelerin ne olacağını düşünerek ya da aklınıza ilk gelen şeklinde yapabiliyoruz. Bizim alıştırmamızdaki öğeler ve benim ilk karakter için yazdıklarım şöyleydi:
1- ses (pitipitipiti düşen yaprak sesi)
2- tat (tarçınlı tatlı)
3- yer (koh samui)
4- kişi (adam)
5- his (mutlu)
6- doku (pütür pütür)
7- meslek (doktor)
8- tip (ince uzun)
9- cepte bulunan birşey (anahtar)
10- hayvan (tembel hayvan)
11- oda (yatakodası)
12- koku (kanalizasyon kokusu)
13- sır (aklı başından gidiyor ve bunu biliyor)

Öğelerin hepsini kullanmak zorunda olmadığımız gibi bundan başkalarını da ekleyebiliriz. Bu çalışmanın sonucunda elimizde çeşitli özellikleri belli dört karakterimiz oluyor ve bunların tamamını ya da tekini öyküde kullanabiliriz.

Bu alıştırmayı yaparken yazmaya sondan başlamış oldum, ne yazacağım belli olduğu için bu karakterleri nasıl birleştireceğimi düşündüm. Benim için değişik bir deneyimdi. Diğer arkadaşların yazdıklarında da dillerinde belirgin bir değişiklik etkisi olduğunu farkettik. Yazdıklarımıza sürpriz öğeler ya da biraz renk getirmek için veya yazarken tıkandığınızda uygulayabileceğimiz bir yöntem olarak hiç mecbur kalmamayı dileyerek sepetimize koyduk.

Daha fazla konuşmadan bu alıştırma ile yazdığım öyküyü paylaşıyorum, afiyet olsun...


Senaryo Yazarı

Film, adamın, sonradan kendi çocuğu olduğunu fark edeceği çocukla satranç oynarken başlıyor. Çocuğun onun çocuğu olup olmadığına henüz karar vermedim aslında, kendi çocuğu olduğuna dair bir kuşku duyması da yeterli olabilir. Adam başarılı bir doktor olarak geçirdiği maceralı yaşamın ardından kendini dünyadan soyutlamak için egzotik bir cennete yerleşmiş, mesela Tayland körfezinde Koh Samui’ye, artık emekli. Çocuk ailesiyle başka bir ülkeden oraya tatile gelmiş olmalı, mesela Rusya’dan. İlk bakışta hiçbir ortak noktası olmayan bu ikili karşılıklı satranç oynarken başlıyor; kanalizasyon kokuları yemek kokularına karışmış, çocuk nasıl olduysa kedisiyle gelmiş, otelin rahat koltuklar, satranç, dama gibi oyunlar, dergiler, broşürler olan verandasındalar. Tropik cennet Koh Samui dedik, çocuk tam olarak Moskovalı… Zıtlık adına çocuğu kız yapalım, 13-14 yaşında, adamın ince uzun vücudunun tersine kısa boylu ve şişman. Adam yapacak bir şeyi olmadığı için neredeyse bütün gün yatak odasının bambu zemininde tembel hayvan gibi yatmakta, ancak akşam olduğunda dışarı çıkmakta. Çocuk tatilde olduğu için günü plajda ve havuzda geçirmekte. Adam gündüzleri uyuyup akşamları çıktığına göre ikisini akşam vakti verandada buluşturacak bir neden yaratmalıyım. Sonra adamda kuşku doğuracak bir yakınlığın oluşumunu işlemeliyim, sonra…

“Sonrasına bakarız” dedi ve eklemlerine şifa vereceğini umduğu bitki çayından bir yudum aldı. Ağzındaki ekşimi acı mı olduğuna karar veremediği ve bir çaya hiç yakıştıramadığı tadı yutkunarak güçlükle geçirdi damağından. Santa Monika’daki evinin terasında sıcak bir meltem eserken bakışlarını okyanusa çevirdi, o ana kadar elinde tepsi kendisini dinleyen yerli kadına “hadi sen de işine bak, yoruldum” diyerek gönderdi. Burada, Hollywood’un neredeyse bitişiğinde film senaryoları yazarak seksen yaşına kadar gelmişti. Nasıl da çabuk geçmişti zaman… Yıllar geçip de cildi kırıştıkça bir tatlılık geliyordu üzerine, sanki hala cebindeki sakızları çifter çifter çiğneyen bir kız çocuğuydu. İskeleti de bu çocuksulaşmaya paralel bir şekilde küçülüyor, minyonluğu minyatürlüğe dönüşüyordu. Esmerce, balıketli ve fazlasıyla kendini beğenmiş bakıcısı dışında kimseyi gördüğü, kimseyle konuştuğu yoktu. Kimseye anlatmak istemediği pişmanlığı yerine böyle hikayeler uydurup yazıyordu. Ancak o zaman, bir fil olma yolunda mutfaktan çıkmayan, ülkesinde bankacı olduğunu iddia eden bu cebi delik küstah küba yerlisi kadın gür kahkahalarını atmaya ara verip sükunetle kendisini dinliyordu.

Ah pişmanlık… Burada geçirdiği tam tamına 57 yılda bir nebze olsun azalmamıştı. Burası rüyalarının memleketiydi, Hollywood olduğu için, umutlarla ve vaatlerle dolu olduğu için, burada hiç kış olmadığı için... Ne var ki, bu rüya için başka bir rüyadan vazgeçmişti. Gençti, onu unutacağını, oyunculuk yaparken daha uygun birini bulacağını sanmıştı. “İyi bir karar verdim, cesur ve iyi bir karar, her şey çok güzel olacak” diye tekrarlayıp durmuştu o uzun yolculuk boyunca. Geldiğinde bunlara inanmıştı ve işler tam karar verdiği şekilde gitmemiş olsa da bunun iyi bir karar olduğunu düşündürtüyordu. Oyuncu değil, başarılı bir senaryo yazarı olmuştu, onsuz… Santa Monika’da güzel, müstakil bir evde yaşıyordu, onsuz… Bir kocası, çocuğu olmuştu, evliliği yürümemişti ama çocuk sevgisini tatmıştı, onsuz… Birden aklına geldi, onunla kalsa çocuğu olmayacaktı ki! Yani iki kadının kucağına gökten bir bebek falan düşmedikten sonra… “Hmm” dedi, “bu gökten düşme konusunu düşüneyim, son senaryoma biraz renk getirebilir…”

01 Aralık 2009

Melemen

Sıradan bir yaz akşamıydı. Güneş denizin ardından batalı epey olmuştu. Sırayla sönen tek tük ışıklarla adadaki ıssızlık duygusu an be an artmaktaydı. İnsanlar yemeklerini yemişler, şaraplarını içmişler, yataklarının yolunu tutmaktaydılar. Son yanan lambalar, kapatmak için hazırlık yapan birkaç meyhaneye aitti.Onlar da söndükten sonra güneş doğana kadar sürecek mutlak bir huzur vardı. Tek ışığın yıldızlar ve aydan gelen ışık, tek tanığın da keçiler olduğu birkaç saatlik mutlak huzur...

Yaz aylarında gündüzleri hava dayanılmayacak kadar sıcak olduğu için Pembe ve sürüdeki diğer keçiler geceleri otluyorlardı. Pembe adını, beyaz tüylerinin üzerine sürülen kınanın verdiği pembe renk ile almıştı. Şimdiye kadar altı yaz görmüş, adadaki her ormanı gezmiş, her cins ağacı kemirmiş, dört doğumda toplam dokuz yavrusu olmuştu. Onların sadece dördü hayatta kalabilmişti yazık ki. Sahibi sütünü sağarken, sırtındaki pembe tüylerini severken onunla konuşurdu, bu saatten sonra kesecek değildi herhalde. Ancak Pembe'yi kaybettiği yavrularından daha çok üzen bir şey vardı.

Sürü her akşam olduğu gibi özgürce geziyordu. Çan seslerine melemeleri eşlik ediyor, sesleri vadide yankılanıyordu. Çın çın çın. Mee eeeee. Meee eee. Çın çın. Möeee ee. Mee le meeen. Me le meee en. Pembenin ağzından bunun dışında tek söz çıkmıyordu. Her ne kadar körpe fidan bulduğunda iştahla kemirse de daha minicik bir oğlakken yediği melemenin tadını unutamıyor ve sürekli adını sayıklıyordu. Sürüdeki diğer keçi ve tekeler onun bu saplantılı hareketine bir anlam veremiyor olsalar da alışmışlardı.

Me le meeen diye sayıklayarak geçen kimbilir kaçıncı gecenin ardından bir sabah sahipleri sürüyü topladı, otlamaya çıkarır gibi vadiye doğru değil, köyün içine doğru sürdü. Bunun garip bir durum olduğunu hemen anladılar ve huzursuz oldular. Acaba kesilmeye mi gidiyorlardı? Eğer öyle idiyse neden hepbirlikte gidiyorlardı, bütün sürü mü kesilecekti? Daha önce böyle köye doğru gidip geri gelmeyenler hep birer birer gitmişlerdi ve hepsi de en genç olanlardan seçilmişti. Şimdi içlerinde sekiz ve on yaşındaki tekeler, yedi yaşındaki Pembe ve birkaç olgun keçi ile hayli yaşlı sayılabilecek bir sürüydüler. Ayrıca keseceği zaman sahipleri de kendilerinkine benzer bir huzursuzluk içinde olurdu, bugünkü gibi ıslık çalarak yaylana yaylana yürümezdi.

Hepbirlikte yeni yeni güneş almaya başlayan sokaklardan geçiyorlardı. Sokağa kurulmuş masalarda insanlar kahvaltılarını yapıyorlardı. Onların arasından huzursuzca meeleyerek geçtiler. Ölüme gittiğini düşünen Pembe son bir kez daha melemen yeme fırsatının olmayacağına üzülüyor ve ümitsizce mee lee meeen me e le e mee eeeeen diye sayıklıyordu. Tam o sırada kalabalık bir masanın sokağa en yakın sandalyesinde oturan bir çocuk feryadını duydu. “Annee bak keçi melemen diye meliyor.” dedi heyecanla. Karşısında oturan annesi “olur mu hiç öyle şey, hadi soğutmadan ye” dedi ve çocuğun ağzına melemen dolu çatalı dayadı. Mee eee. Mee le me eeen. Möee ee. Meee eee. Çocuk can kulağıyla sürüden gelen sesleri ayırmaya çalıştı. “Anne vallahi melemen diyor, bak şu en arkadaki beyaz keçi” Annesi oralı olmadı, çatalı çocuğun eline verdi: “bunun hepsi bitmeden sofradan kalkmak yok”

O sırada sürünün sahibi köydeki arkadaşlarından biriyle karşılaştı. Gözlerini sürüden ayırmadan onunla hoş beş etmeye başladı. Bu sayede durakladılar ve çocuk Pembenin melemen diye melediğinden emin oldu. Annesinin diğer uçta oturan bir arkadaşıyla sohbete dalmasını fırsat bilip yarısı melemen dolu olan sahanı aldı ve tüyleri beyaz, sırtı pembe keçiye doğru merakla ilerledi. Kendisine doğru gelen çocuğu görünce Pembe'nin nutku tutuldu. Bu bir düş olmalı diye düşündü. Ama gerçekti. Sesini duyuyordu, sırtını yakmaya başlayan güneşi hissediyordu, elinde yarısı melemen dolu bir sahanla kendisine doğru yaklaşan çocuğu da görüyordu işte! Usulca me le meen dedi. Sonunda dualarının kabul olduğunu anlayıp minnet duygusuyla sarmalandı. Çocuk çömeldi, gözlerini ondan ayırmadan sahanı yere, tam Pembe’nin önüne koydu. Pembe yayılan kokuyu içine çekti. Başını eğdi ve bir lokma aldı. Evet, gerçekti, melemen yiyordu. Bir çırpıda hepsini bitirdi. Çocuk mutluluk içinde sahanı aldı, masaya koşup yerine oturdu. Annesi sohbetine ara verip çocuğa döndü ve sahanın boş olduğunu gördü. 'Aferim sana, şimdi oyuna gidebilirsin' deyip çocuğu gönderdi.

11 Kasım 2009

Derki Sayı 34: Tayland'da On Gün

Ko Samui ya da sadece Samui olarak bilinen ada, Tayland Körfezi’nde yer alıyor ve turistik olmakla birlikte ziyaretçilerine çok az yerde görebilecekleri derecede naturel bir doğa sunarak kendilerini cennette hissetmelerini sağlıyor. Nereden mi biliyorum? Ağustos ayında yaptığım(ız:) seyahatten!

Heyecanla beklediğimiz bu tatile hazırlığımız bir arkadaşımın yardımıyla oldu. İstanbul’dan Bangkok’a ve oradan da Samui’ye olan uçuşlarımızı (ve dönüşlerini tabii ki), orada kalacağımız yeri, Bangkok’da kalacağımız yeri ve kısıtlı zamanımızda alacağımız turları gitmeden önce onun sayesinde kesinleştirmiştik. Bize sadece 10 ağustos Pazartesi akşamı uçağımıza yetişmek kalmıştı. Rahat bir gece yolculuğunun ardından sabah gözlerimizi Bangkok’un gözalıcı Suvarnabhumi Havaalanında açtık. Yaklaşık 8 saati yolda geçirmiş olsak da Tayland’ın bize göre 4 saat ileri olması nedeniyle yerel saat öğleni gösteriyordu. Üçgen pencereleriyle yukarıdan labirente benzeyen dev bir sanat eserine benzeyen havalimanında rahatlıkla yolumuzu bulduk ve alışılmadık deseniyle dev bir maket uçağa benzeyen ikinci uçağımıza binip Samui’ye ulaştık.

Oradaki otelimiz adını hakeden bir güzellikle karşıladı bizi. Kırmızı çiçekleri olan dev bir ağacın altından insan boyunda yeşilliklerin arasından bize ayrılmış bungalova geçtik. Tropik iklimlerin bütün bitkilerini barındıran Le Paradis Boutique Resort Chaweng Plajında tek katlı müstakil bungalovlardan oluşan şık ve değişik bir oteldi. Odamız hiçbir fazlalığa yer vermeyen bir minimallikle döşenmişti. Hemen dışındaki ağaçlar pencereyi açtığımız gibi kendimizi cangılın içindeymiş gibi hissetmemizi sağlıyordu. Bir kapıyla geçilen banyonun çatısındaki kuşları ve maymunların sesini duyabileceğimiz hatta ağaçların tepesini göreceğimiz şekildeki açıklık da bu duyguyu güçlendiriyordu. Gül yapraklarıyla süslenmiş yatak, banyo küveti, tropik meyveler, şampanya… nereye baksak ayrı bir detay görmek çok hoşumuza gitti. Sonradan hizmete dayalı her konuda Taylandlılar’ın aynı titizliği ve cömertliği gösterdiklerini anladık.

Chaweng Plajı, adanın doğusunda en hareketli sahil şeritlerinden biri. Gideceğimiz yerin bir ada olduğunu düşününce biraz hareketin fazla gelmeyeceğini tahmin ederken yanılmadığımızı anladık. Sahil, birbiri ardından devam eden otellerle dolu. Birçoğunun restoranı da var ve tabii ki dışarıdan da yemek yemek için ziyaret edilebiliyor. Sahile paralel ilerleyen caddesinde bol miktarda hediyelik eşya, mücevher, giysi satan dükkan ve tezgahın yanı sıra hem Tayland hem dünya mutfağından tadabileceğiniz restoranlar, kafeler ve masaj salonları var. Taylandlılar hep gülümsüyor ve teşekkür ediyor. Bir alışveriş sonrası, ya da sipariş verdikten sonra, hatta bir şey almadan çıksanız da ellerindekini bırakıp, iki ellerini birleştirip başlarını eğerek veda ve teşekkür ediyorlar. Masaj salonlarının ne kadar çok ve ne kadar dolu olduğuna hayret ederek ilerliyoruz ve güzel görünen bir restorana giriyoruz.

Denize doğru masalarında caddenin kalabalığından uzak, hafif doğu müzikleriyle ilginç bir yemek yiyoruz. Ismarladığım yengeç, gövdesi, altı ayağı ile şekli hiç bozulmamış olarak geliyor, kabuklarını çıkarıp nasıl bütün olarak piştiğine hayret ederek yiyorum yemeğimi. Restoranın girişinde ve menüde şefin ve restoranın aldığı ödüllerden bahsediliyor. Şans eseri adanın en iyi restoranına geldiğimizi düşünüyoruz. Yüklü bir hesaba değdi diyerek hazırlıklıyız ama hesap da düşüklüğü ile şaşırtıyor bizi. Sonraki günlerde karşılaştığımız başka yerlerden sonra rekabetin turizmde hizmet seviyesini hayli arttırdığını ancak bunun fiyatlara pek yansımadığını anlıyoruz.

Yol yorgunluğunu atmak için başka bir şey yapmadan odaya dönüyoruz. Ve uykumuzu alıp otelin kahvaltı için deniz (ve havuz) kenarındaki restoranına gidiyoruz. Kahvaltı sistemi ilginç geliyor. Bize kahvaltı olarak istediklerimizi işaretleyeceğimiz bir form ve kalem veriyorlar. Formda dünya mutfaklarında kahvaltı olarak servis yapılan şeyler yazıyor, ingilizce olarak. Tayland bölümünde kahvaltı seçeneklerimizin karidesli, tavuklu ya da domuzlu, pirinç çorbası, kızarmış ya da buharda pişmiş pirinç olduğunu görünce kahvaltıda Tayland mutfağından vazgeçip, bol tropik meyvelere yöneliyoruz.

Samui’nin yağmurlu sezonunda olmasına rağmen hava 40 derece civarında ve hissedilir ölçüde nemli. Daha odadan çıkmadan bulunduğumuz enlemin 9. olduğunu ve güneşin dik gelmesinden ötürü güneş yanığına karşı önlem almamızı hatırlatan notları okuduğumuzdan şemsiyenin altına yerleşiyoruz ve bir kartpostal gibi görünen manzarayı izliyoruz. İncecik altın rengi kumlar sahil boyunca açık turkuaz rengi denizle birleşiyor. Karşımızda bir ada, arkamızda palmiyeler ve hindistancevizi ağaçları. Sıra sıra otellere bir de sahilden bakıyoruz, insan gözünü rahatsız eden tek bir şeye rastlamıyoruz. Otellerin hiçbiri, daha doğrusu hiçbir yapı ağaçlardan daha yüksek olmadığı için ağaçların arasında kaybolmuş gibiler. Sahilde yaptığımız yürüyüşte kumsal kafelerini ve yine bol miktarda masaj salası görüyoruz. Fiyatlara alışmamız biraz şaşırtıcı oluyor. Yemeklerde olduğu gibi masaj da fazlasıyla ucuz, bir saatlik Tai masajı 250- 300 baht civarında, yani 8-10 lira! Sahilde boydan boya yürürken yorulmuş bedenimize iyi geleceğini düşünerek bir tanesine geçiyoruz.
Plajdaki masajcılar ağaçların ya da kendi yaptıkları gölgeliğin altına yanyana konmuş genişçe yataklarda yüzükoyun denize doğru uzanırken masaj yapıyorlar ve keyfine doyum olmuyor. Klasik tai masajı biraz farklı, sadece ellerini kaydıracak kadar yağ sürüyorlar ve dört bir yandan dolaşıp, kollarını bacaklarını kaldırıp gerdirerek en son oturtup omurgayı iki yana esnettikten sonra bir de ikiye katlayıp bütün omurlarını açarak bitiriyorlar. Bittiğinde insan kendini bir saat egzersiz yapmış gibi zinde hissediyor ve kesinlikle bağımlılık yapıyor. Tai masajından hoşlanmayanların istedikleri yağla vücuda, ayağa, yüze, kafaya masaj yaptırması da mümkün.

İkinci günümüzü çoğunlukla dinlenerek geçirdiğimiz için başka bir yerde yine bir o kadar güzel akşam yemeğinden sonra gece hayatını keşfedecek enerjimiz vardı. Adada gece hayatının kalbi bulunduğumuz Chaweng ve yakınımızda olan Lamai Plajlarında atıyormuş, biz de yakınımızdaki Green Mango’ya yöneldik. Yolumuzun üzerinde başka bir dolu bar vardı ve nedense çoğunda birçok genç (yerli) kız eğlenirken çok az erkek vardı. Bazı barlarda kızların üniforma gibi aynı üstlerden giydiğini görünce işin boyutunun biraz farklı olduğunu anladık. Green Mango’nun hayli yüksek volümde tekno müzik çaldığını ve boş olduğunu görünce ikinci seçenek olan Reagge Bar’a yöneldik. Orada hem daha çok insan vardı hem de canlı bir grup çalıyordu.

Sonraki günümüzde denizden biraz feragat edip adada görülecek yerlere gittik. İlk durağımız bulunduğu yere ismini vermiş olan Big Buddha heykeli oldu. Kamyonetten bozma bir minibüs, rotası farklı olduğu halde müşterisi olmadığı için bizi heykele, adanın kuzey doğu köşesine götürdü, hatta orada başka vesait bulamayız diye gezmemiz bitene kadar bekledi. Big Buddha, merdivenle çıkılan bir tepede yer alan, altın rengi dev bir buda heykeli. Merdivenin kendisi, iki yanı ve etrafındaki daha küçük heykellerde üstün sabırla yapıldığı belli olan bir çok detay vardı. Bunların rahipler tarafından yapıldığını öğrendik ve hayran kalarak adanın kuzey kıyısına BoPhut’a devam ettik.

Fishermans Village adaya ilk taşınan Fransızlar’ın yerleştiği bölge, BoPhutla birleşen kuzey sahili boyunca Chawenge göre daha naturel bir doku hakimdi. İçerik yine restoranlar, barlar, hediyelik eşyacılardan oluşuyordu. Marka haline gelmiş Starfish&Coffenin otantik ortamında güzel bir yemek yedikten sonra döndüğümüzde kuvvetli bir yağmur başladı. Altında kalanı bir dakikada sırılsıklam edecek kadar yoğun olmasına rağmen hava sıcaklığı değişmediği için haşlanıyormuş gibi bir his yaratıyordu.

Sonraki günlerde plajda yaptırdığımız masajlar öylesine bağımlık yaptı ki daha iyisi için tavsiye edilen ve neredeyse yarım gün geçirdiğimiz spalara yöneldik. İlk denediğimiz Tamarind Spa oldu. Rezervasyon yaptırırken fiyatını biraz pahalı bulduğumuz, çıktıktan sonra da kesinlikle değdiğini düşündüğümüz bir servis aldık. Önce hindistan cevizi kokan buhar odasında terleyip, tamarind ağaçlarının altında, kayaların arasından dökülen doğal bir havuzda serinlediğimiz 1,5 saatin ardından ikram edilen tai atıştırmalıklarını alıp bize özel bir salada 2.5 saat tai masajı ve 1 saatlik yüz, kafa ya da ayak masajı arasından seçtiğimiz başka bir masaj daha yaptırdık. Taylandın tüm otantik öğelerini taşıyan deniz manzaralı açık hava salalarda birer kişi masaj yaparken başka bir genç kız da sineklerden rahatsız olmayalım diye dev bir yelpazeyi sallıyordu. Benzerlerini 30’lu yılların otantik filmlerinde gördüğüm böyle bir sahneyi bizzat yaşayacağım aklımın ucundan geçmezdi. Heyhat! Hayat sen nelere kadirsin diyerek tadını çıkardım!

Bu kadar yumuşadıktan sonra hareketli birşeyler yapmak yerine favori tai restoranımız haline gelen H.O.T. (House of Thai) de akşam yemeğimizi yiyip ilanlarını gördüğümüz 1. Samui Bağımsız Filmler Festivalini keşfetmek üzere yola çıktık. Coeng Mon Plajındaki büyük bir otel olan Imperial Boat House’ın içindeki avluya dev bir perde gerip sandalyelerle harika bir açıkhava sinemasına dönüştürüldüğünü gördük. Filmler başlayana kadarki canlı müzik, ayaklarımızı uzatarak izlediğimiz çoğu gezegenimizin geleceği için bilinçlenmeye yönelik birbirinden güzel filmler harika bir akşam geçirmemizi sağladı. Bulunduğu enlemin başka bir sonucu olarak havanın akşam yedide zifiri karanlık hale gelmesi bu etkinlik için bir avantaj olmuş. Bir de tai yemekleri ve kokteylleri hazırlanan standları görünce bir sonraki akşam yemeği orada yiyecek şekilde gelmeye karar vermiştik.

Masajla geçen günlerin ardından adada görülecek diğer yerlere odaklandık. Yarım günde ya da tam günde bazılarıyla ilgilenmediğimiz birçok aktivite sığdırmış turların programlarını okuduk, yorulmaya gelmedik diyerek bir taksiyle bizi ilgilendiğimiz birkaç noktaya götürecek ve bekleyecek şekilde anlaştık. İlk durağımız bütün tur programlarında geçtiği için atlayamadığımız adanın güneydoğu sahilinde yer alan büyükanne ve büyükbaba taşları adındaki kaya oluşumu idi. Orijinal adı Hin Ta- Hin Yai olan bu kayalara gerçekten yoğun bir turist akımı vardı ama tam olarak ne olduklarını anladım desem yalan olur.

Oradan adanın içine, Namuang Şelalelerinin ikincisine geçtik. Hayli yamaçta arabayla gidebildiğimiz yere kadar gittikten sonra yaya devam ettik. Turistik yerler olduğunu düşündüğümüzden plaja gider gibi hazırlanmıştık. 45 derece eğimli dağ patikalarından tırmandıktan sonra bulduğumuz avuç içi kadar bir doğal havuzcuk olunca ve onu onlarca insanla paylaşmak durumunda olunca bir miktar moralimiz bozuldu. Yine de biraz serinleyip dönerken yukarıda yerli bir adam hareketleriyle yukarıda daha büyük, daha güzel, yüzebileceğimiz ve fotoğraf çekebileceğimiz başka bir havuz olduğunu anlattı. Daha dik patikalardan ağaçların dallarına tutunarak, köklerinden destek alarak, kimi yerlerde halatlara asılarak ve kesinlikle ardımıza bakmayarak ayağımızdaki şıpıdak terliklere zarar başka bir tırmanıştan sonra bahsettiği yere ulaştık. Ve o tırmanışa değdiğini anladık. Bol bol yüzerek, bulduğumuz serin suyun tadını çıkararak vakit geçirdikten sonra o korkutucu yolu aynı şekilde indik. Bizi çıkaran amca güvenli bir yere kadar inmemize de eşlik etmemiş olsa benim inişim kesinlikle yuvarlanarak olurdu. Biz çıkarken de inerken de kan ter içinde kalmış olmamıza rağmen o terlememişti bile ve üzerinde bizim gibi parmakarası bir terlik ve şort vardı sadece.

Sandığımızdan uzun süren şelale maceramız boyunca taksicimiz söz verdiği gibi beklemişti ve bizi aldığı gibi Birinci Namuang Şelalesine götürdü. ikincisinde yaşadığımız heyecandan sonra birincisi oyun havuzu gibi gelmişti, öyle ki tırmanmamız bile gerekmiyormuş. Yüzerek, yanımızdan geçen fil safarisini izleyerek vakit geçirdikten sonra yorgun bir şekilde otelimize döndük.

Sonraki gün Samui’de yapılacak başka bir olmazsa olmaz tura katıldık. Bizi sabah yedide otelden alıp Nathon’dan kalkan hızlı feribota yetiştirdiler ve “Kumsal” kitabının yazıldığı ve bazı sahnelerinin çekildiği adaların bulunduğu, koruma altındaki Ang Thong Deniz Parkı’na gittik. İçinde krater gölü olan bir adada durduk, fotoğraflamak için epey bir tırmandık. Sonra gruplara ayrılıp rehber eşliğinde kanoyla gezdik, adaların etrafından, hatta içlerinden dolaşarak kürek çekmek çok zevkliydi. Üstelik rehberimiz isteyen herkesin fotoğraf makinesini alıp fotoğrafını çekiyordu. Nasıl oldu kimsenin makinesi denize düşmedi hayret. Teknede öğle yemeği için molanın ardından bu sefer şnorkelle mercan dolu kayalıkları keşfettik, isteyenler olta salladı isteyenler kanoyla devam etti ve macera ve aksiyon dolu bir gün geçirdikten sonra feribotumuz hızla Nathon’a geri döndü ve bizi topladıkları gibi otellere bıraktılar.

Akşam başka bir bölgeye gidemeyecek kadar yorulmuştuk. Biz de otelin hemen yanında gösterişli ve bir miktar da ürkütücü kostüm ve makyajlarıyla reklamına rastladığımız “Starz Show”a bir bakalım dedik. Ladyboylardan ikisinin sunduğu, 10’unun da dans ettiği bir gösteriydi. Çoğunlukla ünlü Hollywood gösterilerinin benzer kostümler ve aynı danslarla icra edildiği, kostüm değiştirme hızlarına ve playback yapanların bir kere bile hata yapmamalarına ve tabii güzelliklerine hayret ettiğimiz, büyük bir turist kalabalığıyla birlikte izlediğimiz enerjik bir gösteriydi.

Hızla geçen on günden sonuncusunu başka bir spa merkezi olan Eranda Spa’da buharlı ve uzun masajlı bir şekilde gevşeyerek ve iki gün önceden yer ayırttığımız Zazen’de akşam yemeği ile geçirdik. Maenam Plajındaki Zazen, adada gördüğümüz en orijinal otel ve restorandı. Ödüllü menülere Tayland geleneksel dansları eşlik ediyordu. Birbirinden şirin üç genç kız iki saat boyunca sürekli kostümlerini değiştirerek canlı müzik eşliğinde Tayland folklorunda yer alan dansları sergilediler ve biz izleyenleri mest ettiler.

Her güzel şeyin olduğu gibi bu tatilin de sonu geldi ve bizi Bangkok’a götürecek uçağı beklerken gördüğümüz en değişik havaalanında bulunduğumuzu fark ettik. Çünkü ne check-in yaptığımız yerin, ne uçağa bineceğimiz terminalin duvarı yoktu. Birbirinden bağımsız, sadece çatıları olan ve yiyecek, içecek, dergi ve internetin ücretsiz ikram edildiği sanırım tek hava alanıydı. Tayland körfezinde, çok bilinmeyen bu tropik adadan Tayland masajı ve acı Tayland yemeklerinin tutkunu olmuş bir şekilde güçlükle ayrıldık.

10 Ekim 2009

Derki Sayı 33: Mutfak Askım

Lütfen başlığı okuduğunuz gibi ş yerine yanlışlıkla s yazdığımı, bu yazının mutfağa duyduğum romantik hislerle ilgili olduğunu düşünmeyin. Bahsettiğim bir mutfak askısı, kepçe, spatül, karıştırgaç, kevgir gibi mutfak aletlerini duvara asmaya yarayan bir mühendislik harikası!


Bir mutfak askısı ihtiyacımın olduğunu yeni mutfağımda leziz yemekler pişirmek için aldığım dökme demir tencerelerimde silikon gereçler kullanmam gerektiğini ögrendigimde farkettim. Onları ocağa yakın bir yerde konuşlandırmaya yarayan bir çubuk ve çubuga takılan çengeller ve tabii o çubugu duvara monte etmekte kullanılacak iki dübel ve iki vidadan oluşan seti eve getirdim ve matkaplı prensi beklemeye başladım. Prens zaten mevcut, matkap da mevcut -hiç kullanmamış olsam da- ve prensle matkap güzel bir pazar gününde mutfak askımla tanışıp onu duvara monte etmeye niyetlendiler. Ben de gözlemci ve yardımcı olarak onlara eşlik ettim. Ve hikayemiz başladı.


Matkap dediğim su terazisinden ingiliz anahtarına, kerpetenden şerit metreye ve tabii çesit çesit matkap ucu ve tornavida ucuyla birlikte bavula benzer kocaman siyah bir kutu içinde duruyor ve ben daha önce denediğim için biliyorum ki kapağını kilitleyen klipsleri bile açamıyorum. Prense nasıl açılacağını tarif edip kapağını açmasını sağladıktan sonra matkabı çikariyoruz. Nevi şahsına münhasır başka bir mühendislik harikası olan bu ağır ve bir miktar korkutucu aleti sanki canlı bir yaratıkmış gibi evirip çeviriyoruz, üzerindeki düğmeleri inceliyoruz. Namluya en yakın yatay bir düğme var sol tarafında bir spiral sağ tarafında bir çekiç resmi var mesela. Spirali anlıyorum da çekice bir anlam veremiyorum oysa az sonra onun da darbeli şekilde kullanmaya yaradığını ögrenecegim. O hizada sağında solunda herhangi bir ikon olmayan başka bir düğme var -o da tornavida sıkıştırma ve yön değiştirip gevşetme modunda kullanmaya yarıyormuş. Onun dışında da zaten bir tek tetik kısmı var, onun ne işe yaradığını zaten biliyoruz.


Matkabı fişe takıyoruz, tetiğe basınca namlu bölümündeki siyah şey dönmeye başlıyor. Bir de ucunu taktık mı çalisacak yani. Mutfak askısının kutusundan nasıl monte edileceğini gösteren bir kağıt da çikmisti, ona bakıyoruz, 06mm diyor. Matkap uçlarını inceliyoruz inceden kalına gittiğini görüyoruz ama çapini gösteren bir işaret ya da yazıya rastlayamıyoruz. Tahmini bir tanesini takmak istediğimizde başka bir sürpriz bizi bekliyor, matkabın ucu bütün uçları toplayıp takabileceğimiz kadar geniş. Namlunun ucundaki siyah bölüm gövdeden ayrıymış gibi duruyor, en ucundaki bilezikte bir ok ve release yazıyor. Yani ters tarafa döndürünce sıkıştırması gerek şeklinde bir mantık yürütüyoruz. Hangi ucu seçip nasıl takacağımızı ögrenmek için babamı arıyorum. Önce ne yapmak istediğimizi anlatıyorum. O da hangi ucu seçmemiz gerektiğini ve onu nasıl takacağımızı ve deleceğimiz yer fayansa denk geldiği için önce bir çivi çakar gibi yerini belli etmemiz gerektiğini ondan sonra önce spiral tarafında biraz delip sonra darbeliye getirip derinleştirmemiz gerektiğini o kadar sürede ve o kadar spesifik şekilde anlatıyor ki kendimi 1 dakikada marangozluk bilgisi yüklenen Neo gibi hissediyorum. Doğru çaptaki elmas uçlu ucu kolayca takıyoruz, ben elektrik süpürgesini hortumuyla tozları çekecek şekilde ayarlayıp çalistiriyorum ve prens matkabı ateşliyor ve ucu elektrik süpürgesinin sesini katlayan bir gürültü ve tozlar çikararak duvarın içine giriyor. Matkabın ucunun daha fazla dönmediğini farkettiğimde dur diye bağırmam gerekiyor. Çkarip merakla deliğimize baktığımızda sadece fayans kalınlığında olduğunu gülerek farkediyoruz. Evin duvarlarının sağlam olduğunu söylemişlerdi de delinmeyecek kadar sağlam olduğunu kastettiklerini anlamamıştık. .Önceki sahiplerinden kalan bir çivi farkediyorum. Tam fayansların arasına denk gelecek şekilde çakilmis. Derinliğini merak ettiğimiz için kerpetenle tutup çekiyoruz ve derinliğinin taş çatlasa 1 cm olduğunu görüyoruz. Demek ki onlar duvarların -delinmeyecek kadar- sağlam olduğunu biliyorlardı ve 1 cmlik çivi dışında birşey çakmaya tenezzül etmediler. Ama bizim 6 mm çapinda iki deliğimiz olması ve onların içine 3 cmlik dübel girmesi gerekiyor!

Aynı zamanda mühendis olan prensin aklına bambaşka bir çözüm geliyor. Bir japon yapıştırıcısı almış, üzerinde metal, deri, ahşap vs herşeyi yapıştıracağını yazıyor. Kullanma talimatını okuyup kolları sıvıyoruz. içimden eğer öyle olsaydı o zaman kimsenin hiçbir yeri matkapla delmemesi gerekirdi gibi bir düşünce geçiyor ama innovatif çözümleri seven yanım onu susturuyor. Daha yapıştırıcıyı delerek açarken eline bulaşiyor, hızla yıkayıp parmağında kalan kısmın soyularak geçeceğini umuyoruz. Talimatlar, bir yüzeye yapıştırıcıyı sürün, hemen kapağını kapatın ve yapıştırın 10-60 saniye sabit bir şekilde bastırın şeklinde minimum iki kişi gerektiren bir süreçten bahsediyor. Neyse ki biz de iki kişiyiz ve yapıştırıcının kapağını açıp hızlıca prensin elindeki askının duvara değecek iki ucuna sürüyorum ve ben kapağını kapatırken o duvara yapıştırıyor. Sağlam olsun diye bir dakikadan bile uzun bir süre boyunca askıyı duvara itiyor. artık olmuştur herhalde diyerek bıraktığında askıyla beraber onu bu şekile asabileceğimize dair hayallerimiz de şangırt diye mutfak tezgahına düşüyor!


Sözlüğümüzde vazgeçmek gibi bir kelime olmadığı için ben askıya sürdüğüm japon yapıştırıcısı izlerini temizlemeye çalisirken prens bir vidayı çivi gibi açtığımız deliğe çakmayi deniyor. Japon yapıştırıcısı tam bir baş belası, metal askıyı fayansa yapıştırmıyor ama metalin üzerindeki kalıntıları elimin yapışmasına yetiyor. Elimi hemen yıkayıp iki parmağımı birbirine değdirmeye korkarak fırça ve süngerle ovuyorum. Birden hayalimde değen herşeyin ona ve zorlukla ayırabildiklerimizin de ondan sonra değdiği herşeye yapıştığı gibi bir kabus canlanıyor ve gülüyorum. Neyse ki öyle olmuyor, tamamen çikmiyor ama kalıntılar en azından yapışkan değil artık. Çivi seansı da çok iyi gitmiyor, sadece çivinin ayakta kalacağı kadar çakabilmis, onu çikarip metalin ayağından geçirip tekrar çakmaya kalkınca o da askıyı taşimıyor.


O sırada telefonum çaliyor. Arayan babam. Ona matkapla ve japon yapıştırıcısıyla olan maceramızı anlatırken o kadar çok gülüyorum ki gözlerimden yaş geliyor. Canım babam japon yapıştırıcısı ile ilgili bölüme hiçbir yorum yapmıyor, maktapla ilerleyemediysek arkasında demir olabileceğini ve o durumda delinmeyeceği gibi matkabın ucunun bozulacağını anlatıyor. Bu durumda arkasında demir olmayan ve tam da askının iki ucuna denk gelen iki delik kombinasyonunu bulmak üzere mutfak duvarını delik deşik etmek yerine bu konuyu unutmaya karar veriyoruz. Tam o sırada delikleri delmiş olsak bile onlara yerleştirmemiz gereken dübellerden birinin mucizevi şekilde ortadan kaybolmuş olduğunu farkediyoruz. Bütün bu hikayenin mekanı olan mutfakta çöp dahil her köşeye bakmamıza rağmen de bulamıyoruz.


Eh, delinmemek için bu kadar direnen duvara daha fazla ısrar etmiyoruz. Daha önce dolap kapağına bir çöp kutusu monte etmiş ve ilk kez karşilaşilan bir güvenlik sistemi olan bir ocağı nasıl yakacağını kendi kendine keşfetmiş bir çift olarak özgüvenimiz tam, mutfak askımız çekmecede hayatımıza devam ediyoruz.

11 Mayıs 2009

Yazma Sanatı

Stephen King'in bu kitabını elime geçtiği andan itibaren her boş vaktimde okuyarak çabucak bitirdim. Yazın konusunda hiç kafa yormadığım, kafa yormakla birlikte herhangi bir çözüm bulamadığım birçok nokta olduğunu farkettim.

Okumaya eskisi kadar fırsat bulamayışımı yazma konusundaki ataletime bahane etmekte pek de haksız değilmişim. Kitabın bir yerinde hiç okumayan ya da çok az okuyan insanların nasıl olup da yazdıklarının beğenilerek okunacağını düşünebilmelerine hayret ettiğini belirttiği bir yer vardı Stephen amcanın. Bu cümle kitabın ilk cümlesi olsa biraz ağır olmuş derdim ancak kitabın tamamı boyunca süren samimiyet ve mütevazilik, bunu yazdığında haklı olduğunu düşündürtüyor.

İlham perisinin sadece seçilmiş bazı insanları ziyaret eden ve beraberinde dibimiz düşerek okuduğumuz bir öykü/roman vs getiren bir şey olmadığını yazıyor. Aksine, her gününün belirli bir saat dilimi boyunca kendisini dünyaya kapatma disiplinini gösteren herkese er ya da geç uğrayacağını söylüyor.

Bana en ilginç gelen birçok kitap yazmış bir yazar olarak benim özendiğim ve kendimi disipline etmeye çalıştığım, blog yazarlığı, gazete köşesi yazarlığı, film eleştirisi, kitap tanıtımı yazarlığını yaratıcı yazarlığı engelleyici faaliyetler olarak değerlendirmesi oldu. Bir yandan bu gibi düşüncelerinin tamamen kendi subjektif görüşü olduğunu ifade ediyor, kaldı ki bunu ifade etmese bile yazdıklarının Allahın emri olmadığının farkındayız okurken ancak bu hiç bu şekilde düşünmediğimi farketmek beni şaşırttı.



Daha önce yazaratölyesinde tartıştığımız konuyu kitapta detaylı okudum. yazaratolyesi.blogspot.com aynı zamanda benim bu kitaptan haberdar olmamı sağlayan blog. Yazmanın sahilde bir kemik parçası bulmak ve etrafındaki kumları açarak nazikçe ve sabırla bir dinozor iskeletini ortaya çıkarmaya benzediğini yazdığı bölüm. Yazmaya oturmak için bir fikir bulmayı bekleme bahanemi ortadan kaldıran başka bir bakış açısı daha...

Yazmak hakkında kendisine gelen soruların tamamını cevapladığı kitapta yazı atölyelerinden de bahsetmiş. Hastaya ilaç misali yazdıkları benim de bu konudaki sorularıma cevap oldu. Kimseye yazı atölyesine gidin ya da gitmeyin dememiş ancak kendi fikrinin yazı atölyelerinin yazı yeteneğini geliştirmek için değil eğlenmek için gidilebilecek yerler olduğunu belirtmiş. Hayatı boyunca yaşadığı yazar bloku dönemlerinin yazı atölyesine katıldığı dönemlere rastlamasını manidar bulmamak elde değil!

Yazarken dikkat etmemizin iyi olacağı bir dolu noktanın ardından neden yazdığını da anlatmış. Tabii ki herkesin nedeni onunkiyle aynı olmak zorunda değil, ancak bu son bölümün bana anlattığı yazmak için bir nedenin olması gerektiği oldu, ki benim de var!

10 Mayıs 2009

Derki Sayı 32: La Viva İspanya

2008’in sonunda bir arkadaşımla birlikte, Mart’ın 28’inde Madrid'de oynanacak olan İspanya-Türkiye maçına gitmeye ve gitmişken İspanya’yı gezmeye karar verdiğimizde zamanın bu kadar çabuk geçeceğini hiç tahmin etmemiştim.

Uçak biletlerimizi aldıktan sonra uçuş tarihimize kadar geçen sürede önce gideceğimiz yerleri planladık, kalacağımız yerler için rezervasyonlarımızı yaptık, İspanya içi yolculuklarımıza karar verdik ve bulunacağımız şehirlerde kaldığımız süre içinde nereleri gezip göreceğimizi çalıştık. Onlarca hosteli tarayıp en güvenli, en temiz, merkeze en yakın ve en çok beğeni almış olanlarda fikir birliğine varmamız ve bunu kalacağımız dört şehir için de yapmamız epey yoğun bir mesai aldı. Sıra tam akşam atıştıracağımız tapas bar, kahvaltı yapacağımız kafe vs. için de rezervasyon yapmaya geldiğinde seyahat zamanı gelmişti. Yola çıkarken işimi kolaylaştıracak kadar olmasa da biraz sempati yaratacağını umduğum birkaç İspanyolca kelimeyi çat pat söyleyebiliyor ve gideceğimiz şehirlerin haritalarına aşina hale gelmiştim. O anda biraz fazla planlı bir tatil gibi görünse de İspanya topraklarına vardığımızda öyle yapmakla iyi ettiğimizi anladım. Uçaktan, otobüsten veya trenden yol yorgunu bir şekilde valizlerle indiğimizde yaptığımız tek şey, şehrin ve metronun haritasını edinmek, nerede olduğumuzu ve nereye gideceğimizi bulmak oldu ve kalacak yer konusunda hep iyi kararlar verdiğimiz ortaya çıktı. Bize bu imkânı sağlayan interneti bulanın gözünü seveyim!

Yolculuğumuz maçtan bir hafta önce cumartesi sabah Madrid uçağına binerek başladı. Türk Hava Yolları’nın Amsterdam'daki kazası hala akıllardayken bir miktar tırsmadım değil. Ancak bu satırları yazıyor olduğuma göre sağ salim gidip döndüğümü anlamış olmalısınız. Pilotumuz öyle hafif kondurdu ki uçağı, indiğimizi anlamayanlar oldu. Üstelik yemekler de süperdi!

İlk günkü programımız akşama kadar Madrid'de vakit geçirip gece de Barcelona'ya geçmekti. Hemen bavulları emanete bırakıp kendimizi şehrin merkezine attık. Yorgun olsak da bir şehre bir ülkeye ilk ayak basmanın verdiği heyecan bizi ayakta tuttu, şehirde ilk Sol meydanını ve Plaza Mayor'u gördük ve İspanyol mutfağı lezzetlerini tatmaya başladık. Gelmeden önce okuduğumuz sokak sanatçılarını canlı canlı izlemek, baktığımız her yerde bir heykel, bir bina süslemesi, bir resimle karşılaşmak hatta spontane bir flamenko gösterisine tanık olmak çok güzeldi. Bunları dünyanın her yerinden gelmiş bir dolu turistle birlikte yapıyor olmayı turistik bölgede bulunmamıza bağlamıştık. Daha sonra turistik olmayan bölgelerin de turistlerle dolu olduğunu görünce İspanyollar’ın toptan şehri terk edip memleketlerini bize bıraktığını düşünmedim değil...

BARCELONA

Programımız sorunsuz ilerliyordu, Barcelona'ya otobüs biletimizi internetten aldık ve hareket saatine yakın havaalanındaki emanetten bavullarımızı alıp otogara gittik, geniş koltuklu otobüsümüze atladık ve sabah gözümüzü Barcelona'da açtık. Kalacağımız hostel Barcelona'nın en civcivli caddesi La Rambla'nın denize ulaşan ucundaydı. Erken saatte vardığımız için odamız henüz hazır değildi, biz de valizleri bırakıp kendimizi La Rambla'ya attık. Kahvaltı için dişimize uygun bir şeyler arar, kısmen bulurken bir pazar sabahına uyanmakta olan şehri izliyorduk. Yan masamızdaki İngiliz turistler güne birayla başlıyorlardı, Fransızlar kruasan buldukları için mutlu görünüyorlardı. Sırayla birbirlerinin fotoğrafını çeken, ancak birlikte fotoğraf çektiremeyen Amerikalı turistlerin imdadına başka bir Amerikalı aile yetişti, onlar da bir İspanya spesyalitesi olduğunu duydukları churros con chocolate yiyorlardı, yani çikolatali çuros.

Şehirdeki ilk durağımız Mirador de Colon oldu. La Ramblas’ın denizle birleştiği güney ucunda yer alan bu anıtın alt kısmı bile fotoğraf karesine ancak sığıyordu diyeyim, görkemini siz anlayın. Tepesinde yüzünü denize dönmüş halde Kristof Kolomb’un heykeli yer alan anıtın tepesine klostrofobiklere göre olmayan bir asansörle çıktık ve adım adım keşfedeceğimiz Barcelona'yı tepeden izledik.
Anıttan yere indikten sonra denize doğru devam edip fotoğraflarını gördüğüm Rambla del Mar ikinci durağımız oldu. Bir yanımızda Port Vell yürümeye devam edip, modern bir alışveriş merkezi diyebileceğimiz Maremagnuma vardık. Barcelona'yı heykellerle süsleyenlerin denizin yüzeyini unutmadığını görmek ilginç bir deneyimdi. Dönüş yolunda sadece pazar günleri kurulan bitpazarı kurulmuş hatta hareketlenmişti. La Ramblas'ın üzerindeki tezgahlar da açılmaktaydı.

Yorgunluğumuzu atmak için hostelimizin yolunu tuttuk, bir banyo ve siestanın ardından Barcelona'nın gece halini keşfetmek için hazırdık. Kahvaltı için alışveriş yaparken sokağımızda iki tane Türk dönerci olduğunu gördük, Plaça Reial'de birşeyler atıştırıp La Ramblas'ı boydan boya geçerek Plaça de Catalunya'dan sağa, Barrio Gotic'e yani Gotik Bölgeye döndük. Serinleyen akşam havası ve yorulmaya başlayan ayakları dinlendirmek için lokal bir barda mola verdik. Hem sonraki durağımız olan milongaya nasıl gideceğimizi çalistik hem de sangrialarımızı içtik. Barmenin tavsiye ettiği sanırım ev yapımı olan vermutu denedikten sonra soğuğu artık hiç hissetmiyordum!

Ertesi gün kahvaltıdan sonra ilk iş Barcelona'nın sembolü haline gelmiş olan La Sagrada Familia'ya gittik. Sabah saatleri olmasına rağmen girişindeki kuyruğu görünce dışarıdan fotoğraflamaya karar verdik. Henüz bitmemiş -ve bitecek gibi de durmayan- kulelerin ihtişamı fotoğraflarda gördüklerimizin çok üzerindeydi. Her santimetrekaresinde ayrı bir detay barındıran kulelerin etrafında bol fotoğraflı bir tur attıktan sonra mimarı Gaudi'nin ismini taşiyan caddeye yöneldik. Sadece yaya trafiği olan caddenin sonunda yine görülesi bir bina vardı: Hospital de la Santa Creu i Sant Pau, kısaca Sant Pau Hastanesi. Avinguda de Gaudi üzerinde gördüğümüz bir Türk lokantasında bir Türk bulup metronun gitmediğini farkettiğimiz Parc Guell'e nasıl gideceğimizi sorduk. Katalan bölgesi olan Barcelona'da iletişim kurmak İspanyolca bilen bir arkadaşla bile sorun olabiliyordu; sokak isimleri, menüler, durak isimleri ve konuşulan dil Katalanca’ydı ve Madrid'deki kadar İngilizce bilene rastlamıyorduk. Şansımıza Sant Pau'nun yakınındaki otobüs durağında duran ilk otobüs Gaudi'nin başka bir projesi olan Parc Guell'e gidiyordu. Şehrin kuzeyine doğru etrafı izleye izleye epey gittikten sonra parkın üst girişinde indik. Sangria içip güneşlenerek, Küba müziği çalan sokak sanatçılarını dinleyerek, bol bol fotoğraf çekip gördüğümüz detaylara inanamayarak Gaudi'nin kült haline gelmiş kertenkele heykelinin olduğu parkın alt girişine kadar gezdikten sonra indiğimiz noktadan dönüş otobüsüne binip Passeig de Gracia'ya gittik. Gaudi'nin tasarladığı kaldırım taşları üzerinde yürüyerek, Pere Falques'in eseri sokak lambalarının altından geçerken başyapıtı sayılan bina olan La Pedrera ya da diğer adıyla Casa Mila'ya ulaştık. Tasarımı şu anki mimariye göre bile sıradışı olan binadan sola dönüp ünlü Diagonal Caddesinde Les Punxesi gördük. Gracia caddesine geri dönüp başka bir Gaudi eseri olan Casa Batllo'ya geldik. Illa de la Discordia yani üç binalık uyumsuzluk bloğunun parçalarından biri olan Casa Batllo'nun gerçeküstü mimarisi hayli etkileyiciydi. Kötü olan şeyse, diğer blokların restorasyon geçirmekte olduğu için tüm cephesinin dev bir Chanel reklamı ile örtülmüş olmasıydı. Gün boyunca yürümekten bitap düştüğümüz için hostele gidip biraz dinlendik ve akşam yemeğinde bir İspanyol spesyalitesi olan paella denemek için aynı İspanyollar gibi gece 10’dan sonra dışarı çıktık. İspanya'ya özgü bir pilav türü olan paellanın orjinal valencia usulü yani deniz ürünlüsünü denedik ve pişman olmadık.

Bir sonraki gün La Ramblas'da yürüdüğümüz her zaman kapalı haline rastladığımız ünlü pazarı La Boquera'ya yöneldik. Girişte bizi meyveciler ve şekerlemeciler karşıladı. Ürünlerin çeşitliliği, renkleri ilk adımda başımı döndürdü. İlerledikçe balıkçıların ve deniz ürünleri, şarküteri, ekmek, baharat, kısaca bir mutfağa giren her şeyin tezgahlarını gördük. Bu market şehrin en taze ve en güzel ürünlerini bulabileceğimiz tek yermiş. Arka tarafında hemen orada satılan ürünlerin pişirilip servis yapıldığı birkaç ayaküstü yer vardı ve tabakları hayli iştah açıcı görünüyordu. Fiyatları biraz yüksek ve çalışma saatleri sınırlı olsa da bu pazarda sadece gezinmek bile büyük keyifti.

Pazarı gezmekten kendimizi güçlükle alıp yolun hemen karşısına Gotik Bölgeyi keşfe çıktık. Yolumuza çıkan meydanlarda fotoğraf çekip, ilgimizi çeken mağazalara girerek epey oyalandık. Mağazalar hem siesta yaptıkları hem de akşam erken kapandıkları için beğendiğimiz şeyleri bulduğumuz açık bir dükkanın kıymetini anlamaya başlamıştık. Gotik Bölgedeki son durağımız Picasso Müzesi idi. Ondan önce yorulmuş ayaklarımızı dinlendirmek ve ara öğün olarak churros denemek istiyorduk. Şansımıza sadece churros yapan bir yer bulduk ve orada bulunduğumuz süre boyunca hem leziz çukulatalı çuroslarimizi yedik, hem de nasıl yapıldığını izledik.

Yine bol miktarda dolaşarak odamıza döndük, dinlenip akşam yemeği için çıktığımızda sora sora hem lokal hem de çok iyi bir tapas bar bulduk. Tapas, yine gelmeden önce mutlaka denememiz tembihlenen, bizdeki mezelere benzeyen minik porsiyonlar halinde atıştırmalıklara deniyor. Bizimle ilgilenen bayan öyle canayakındı ki harika tapasların yanında bize sonraki duraklarımız hakkında bilgi verdi, bir de crema de orujo ikram etti. Bu da İspanya’ya özgü bir likörmüş, Baileys’i andıran bir lezzeti vardı.

İyice doyduktan sonra metroya yürüyüp Antiller’e doğru yola çiktik. Antiller dediğim bir latin klüp. Geç kaldığımızı düşünerek koştursak da gecenin hareketlenmiş haline denk geldik. Hemen bu harekete katılıp biz de kurtlarımızı döktük. Latin camiasının yeni yüzlere açık olduğunu görmek beni sevindirdi. İlginç olan, biz gece 2’de yorgunluktan bitap bir şekilde çıkarken, hala klübe gelenlerin olmasıydı. Onları gördükten sonra bir daha İstanbul’da latin gecelerinin geç başladığından bahsetmemeye karar verdim!

SEVİLLE

Sonraki gün olabildiğince erken kalkıp hazırlandık, sıra uçakla Sevilla'ya gitmeye gelmişti. Uçuşumuz, yetişmek için koştursak ve check-in kontuarı kapandığı için bagajlar konusunda bir miktar iletişim sorunu yaşasak da sorunsuz geçti ve kendimizi birden Barcelona'nın serin havasından uzun kolluların fazla geldiği Sevilla’nın ılık ve mis kokulu havasında bulduk. Sevilla’nın ağaçlarla çevrili yolları, portakal çiçeği kokan havası, rengarenk açmış çiçekleri insana adeta cennetteymiş hissi yaşatıyordu. Hemen hostelimize yerleşip şehri gezmeye çıktık. Katedral ve sarayın arasından yürüyüp, açık havadaki heykel sergisinin yanından geçerken faytonlara bağlı atların ahenkli nal sesleri az ilerde duran ultra modern görünümlü tramvayla ilginç bir ironi oluşturuyordu. Ara yollardan yürüyerek kanala vardık, önünden geçtiğimiz vitrinler artık Endülüs’te olduğumuzu gösteriyordu, gül desenli şallar, kastanyetler ve yelpazeler... Nehrin üzerini birbirinden güzel köprüler süslüyor, iki yanındaki yeşil alanlarda insanlar güneşleniyor, kendilerine ayrılmış yollarda bisikletçiler ve koşucular ve yürüyenler güzel havanın tadını çıkıyorlardı. Bu sene ilk açmış leylakları orada görüp kokladım ve Sevilla'yı görmeden dönmemem konusunda ısrar eden İspanyol arkadaşıma içimden teşekkür ettim.

Boğa güreşleriyle ünlü Seville'da akşamüzeri olmuş saatlerde gezebileceğimiz tek açık müze ünlü boğa güreşi arenası The Plaza de Toros de la Maestranza oldu. Rehber eşliğinde boş haldeki arenayı ve boğa güreşinin tarihçesini, eski boğa güreşi afişlerini, ünlü boğa güreşçilerin resimlerinin, giysilerinin bulunduğu müzeyi gezdik. Her müzede olduğu gibi hediyelik satan bir dükkanı vardı, bana ilginç gelen, boğa güreşi arenasının kumlarının olduğu minik kavanozların 6 Euro’ya satılıyor olmasıydı. Aynı kumları biz bedava olarak ayakkabılarımızda ve paçalarımızda Türkiye’ye kadar getirdik.
Oradaki ilk akşamımızda da Plaza de Espana'yı gezdik. Gece de açık olmasını takdir ederek, batan güneşin loşluğunda kalabalık gitmiş koca saray ve yarım daire şeklinde bir o kadar büyük meydanı bize kalmıştı. Yıldız Savaşlarının ikinci bölümünde sahne olmuş sarayın süslemelerinin bir kısmı tadilat halindeydi. Ancak tadilattaki bölümleri aynı boyutta kendi resimlerinin basılı olduğu tentelerle örttükleri için görüntü estetiği korunmuştu. Sarayı gezdikten sonra hemen önünde 1929 da Ibero-Americano Dünya Fuarı’na mekan olmuş Maria Luisa Parkı'ndan şehre doğru yürüdük. Parkta mis gibi açmış ağaç ve çiçeklerin kokusu bizi takip etti.

Seville’daki ikinci ve son günümüz hostelimizin hemen yanıbaşindaki Alcazar Sarayı’nı, orijinal ismiyle Alcázares Reales de Sevilla'yı ve bahçelerini gezerek başladı. Yoğun olarak Arap mimarisinin etkisini taşıyan sarayda attığımız her adımda süslemelerin güzelliğine, detaylardaki inceliğe, hayret ettik. Bahçeye, daha doğrusu bahçelere geçtiğimizde hayranlığımız bitmedi. Sarayın yapıldığı yıllarda da böylesine bakımlı mıydı bilmiyorum ancak ağaçların, çiçeklerin, havuzların yerleşimi ve bakımının özenli ellerde olduğu kesin görünüyordu.

Saraydan çıktıktan sonra kapılarını ziyaretçilere henüz açmış olan ilk hali cami olan ve daha sonra gotik mimarinin en büyük ve görkemli katedraline dönüştürülmüş olan Catedral de Santa María de la Sede'yi ziyaret ettik. Aynı zamanda dünyadaki dördüncü büyük olan bu katedralin çan kulesi olan Giralda ise cami zamanındaki minaresi imiş. Katedrali gezerken tepelere bakarken tutulan boynumuzun ve Giralda kulesinin 35 katlı eğimli yolundan tırmanırken yorulan bedenimizin acısı tepede şehri panaromik olarak izlerken geçti.

GRANADA

İki büyük eseri gezdikten sona programımız Granada'ya olan yolculuğumuzdu. Sevimli ve ingilizce bilen hostel görevlimiz otobüs yerine trenle gitmemizi önerdi, hatta bununla yetinmeyip telefonla tren saatlerini ve ücretlerini bizim için öğrendi. Pencereleri kırmızı sardunyalarla süslü hostelimizden güçlükle ayrılıp tren istasyonuna gittik. Hızlı, rahat ve kısa bir tren yolculuğunun ardından başka bir Endülüs şehri olan Granada'ya inmiştik. Sempatik bir taksi şoförü bizi buradaki hostelimize bıraktı. Orada bizi çok daha sempatik bir görevli bekliyordu. Bize akşam nereye gidelim, yemek için neresi iyidir, bağlantı var mı gibi sorularımıza sabırla cevap verdikten sonra nereden geldiğimizi sordu. Türkiye cevabı üzerine bize bir sarılışı vardı, İngilizce İspanyolca karışık İstanbul’u kastederek büyük tarih, çok güzel diyordu bir yandan da.

Onun sayesinde hemen bir haritamız olmuştu, bize akşam saati için hem şehrin tarihi yapısını, hem de Alhambra Sarayını karşıdan görebileceğimiz bir rota çizdi. Bu rotada ilerlemeden önce yemek yemeyi akıl etseydik daha keyifli bir gezi olurdu. Darro Nehri'nin kenarından, dere, hatta çay da diyebiliriz buna, yürüyüp yol bittiğinde yokuş yukarı çıkınca tüm şehri ve tabii ki sarayı panoramik olarak izleyebildiğimiz bir teras olan Mirador San Nicolas'a ulaştık. Bir restoran dışındaki tüm kafeteryalar kapalıydı, birçok insan kendi aracı ya da taksi ile gelmeyi tercih etmişti ve restoranların kapalı olduğunu bildikleri için o güzel manzara ve yaz akşamı kıvamındaki havanın tadını çıkarmak üzere tedarikli gelmişlerdi. İyice acıkan bünyemizi mutlu etmek için boş dönen bir taksiyle tekrar şehre döndük ve otelimizin altındaki Sultan isimli Arap Restoranına girdik. Giderken de dönerken de hakim mutfağın Arap mutfağı ve Türkçe tabelalı bir dolu kebapçı ve dönerci olduğunu görmüştük. Karışık salata olarak humuslu, muhammaralı, patlıcan salatalı bir tabak ve tavuklu pilavlarımızla karnımızın en çok doyduğu akşam oldu.

Ertesi gün önce şehri dolaştık. Çok sayıda dövmeli, piercingli, rasta saçlı gençle karşılaşınca Granada'nın hippi turistlerin gözdesi olduğunu sanmıştık. Ancak şehrin içine dağılmış Granada Üniversitesi’nin Fakülteleri ile karşılaştıkça onların üniversite öğrencisi olduklarını anladık. Granada Üniversitesi sayesinde bu şehir öğrenciler için İspanya'daki en iyi üç şehirden biri olmuş.

Bunları öğrenip, şehirdeki bir manastırı gezdikten sonra günün kalanını Alhambra sarayını gezmeye ayırdık. Çok büyük olduğunu okumuş, yakından görmeyi merakla bekliyorduk. Enerjimizi gezerken kullanmak için biletleri alacağımız, yokuşun taa tepesindeki noktaya bizdeki minibüs-halk otobüsü karışımı olan otobüsle gittik, ve turizm sezonu dışında gitmemiz sayesinde hemen biletlerimizi aldık. Bilgi masasındaki rehberler Nazari'nin sarayının randevusuna kadar hangi bölümleri yetiştirebileceğimizi anlattı. Bu bilgilerin ve sesli rehberin ışığında gezmeye, Alcazar’ın bahçeleriyle yarışabilecek denli güzel Generalife bahçelerinden başladık. Rengârenk çiçekler, havuzlar, havuzların ortasındaki fıskiyeler ve şu zaman için bile ince bir mühendislik gerektiren akarsu tasarımlarıyla büyülendik. 5. Carlos'un yaptırdığı sıra dışı mimarideki saray, şehre giriş çıkışların gözetlendiği kule, heybetli surlar arasında zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Randevulu gezilen Nasr sarayının içi de dışı da 'dünyadaki cennet' olarak ünlenmiş olmasını doğrular nitelikteydi.

Alhambra'nın tamamını gezdikten sonra yokuş aşağı olmasına rağmen şehre yürüyecek halimiz kalmamıştı. Hatta gelen otobüscüğün dolduğunu görünce ayakta gitmemek için bir sonrakini bekledik. Şehirde güzel bir akşam yemeğinin ardından bir ispanya klasiği olan flamenko dansı izlemek istiyorduk. Gündüz uğradığımız bilgi merkezinde şehrin haritasıyla birlikte flamenko gösterisi olan mekânların yerleri ve programlarının yer aldığı bir döküm almıştık. Ancak tahmin ettiğimiz saatten daha geç toparlandığımız için gittiğimiz yerde flamenko sanatçılarının çıkışına rastladık ve daha sonra başka gösteri olmayacağını öğrendik. Biz de otobüsle otogara gidip otobüsle Madrid'e doğru yola çıktık.

MADRİD

Alsa firmasıyla ikinci yolculuğumuz da sorunsuz geçti. Varış saati olan tam 6:30 da Madrid otogarına ulaşmıştık. Odamızın hazır olmayacağına hazırlıklı olsak da bavulları bırakmak için ilk iş iki aktarma yaparak metroyla Sol meydanına oradan da hostelimize gittik. Uykusundan uyandırdığımız görevli girişlerimizi yaptıktan sonra odalarımızın öğlen hazır olacağını söyledi. Biz de yarım günü kaybetmemek için sıkı bir kahvaltı ve kafein takviyesinden sonra haritaya bakıp az zamanda çok şey görmeye yönelik bir plan yaptık. Önce metroyla Atocha Durağına gidip, içindeki kocaman botanik parkını görmek için Atocha Tren İstasyonuna ziyaret ettik. Dışından hayli heybetli görünen binanın içinde tam okuduğumuz gibi tropik bir park kurulmuş, öyle ki çeşitli bitki türlerine ek olarak çevreleyen havuzda mutlu mutlu yüzen su kaplumbağaları bile vardı.

İstasyondan sonra hemen yakındaki Real Jardin Botanico'yu yani kraliyet botanik bahçesini gezmekti niyetimiz ancak henüz açılmadığını ve açılmasına saatler olduğunu öğrenince sınırını oluşturan kaldırımdan yürüdük. Park alabildiğine geniş, temiz ve huzurlu görünüyordu. Yürüdüğümüz kaldırım aynı zamanda bizi Madrid'in ünlü müzelerinden Museo del Prado'ya götürüyordu. Zamanımızın darlığını göz önüne alarak Thyssen-Bornemisza ve Reina-Sofia müzelerini gezemeyeceğimizi üzülerek kabul ettik, enerjimizin yettiği kadar Prado müzesini gezdik. Cumartesinin sabah saatleri olmasına rağmen hayli kalabalıktı, ünlü tabloların ve heykellerin orjinallerini yakından görmek etkileyiciydi.

Müzeden çıktıktan sonra artık odamızın hazırlanmış olacağını düşünerek tekrar Sol meydanına yollandık. Gece yolculuğunun üzerine üç saat süren müze gezisi ve yürüyüşleri ekleyince hepimiz tükenmiştik. Oysa bu gezinin nedeni olan maç akşamı gelmiş, maça kadar yenilenmek için bir banyo ve siesta takviyesine ihtiyacımız vardı. O yorgunlukla sanırım hayatımın en deliksiz uykularından birini çektim. Maça gitmek üzere hazırlandık, karnımızı doyurduk ve Santiego Barnebeu Stadına doğru yola çıktık. Metroda her durakta maça gitmek üzere eklenen Türkiye ve İspanya taraftarlarının coşkusu bize de bulaştı ve uyku mahmurluğundan eser kalmadı. Güvenlik kontrolleriyle stada girip bizim yararımız için olduğunu öğrendiğim ağla çevrili tribünlere yerleştikten sonra bol bol fotoğraf çekmek için fırsatımız oldu. Benim için stadyumda maç izlemek, milli maç izlemek hatta bir maçı baştan sonra kadar izlemek gibi konularda bir ilk olan bu deneyimi coşkuyla yaşadım. Sesim kısılana kadar tezahürat yaptım, top bizim kaleye girince üzüldüm, arkadaşlar onun gol değil ofsayt olduğunu anlattılar. Sonra gerçekten gol olunca hep birlikte üzüldük.

Maç bittiğinde biz Türk taraftarları çıkarmak için bir süre beklediler. Metroya gitmeye şöyle bir niyetlendik ama adım adım ilerlediğini görünce taksiyle dönmeye karar verdik. Yerin üstündeki trafik altındakini aratmıyordu, gece saat bir olmasına rağmen sıkışık bir trafikte güçlükle merkeze vardık. Siestanın dinlendirici, maçın canlandırıcı etkisiyle, araştırdığım salsa klüplerinden birinin tam da hostelimizin sokağında olmasını fırsat bilerek Madrid'deki Latin arenasını keşfetmek üzere El Son'a girdik. Gece saat 1.30’a gelmiş olmasına rağmen içeride insanlar üst üste gibilerdi. Kendimize ayakta duracak bir alan bulmamız hiç kolay olmadı. Oradaki Latin ateşinin hiçbir bayanı kenarda ayakta bekletmediğini hayretle fark ettik. Bolca ayağımıza basılıp/ basıp, dirsek atılıp/atıp dumandan ve yüksek ses düzeyinden ve içerideki insanların yarısının Salsa’yla uzaktan yakından ilgisinin olmamasından sıkılıp kısa sürede çıkıp hostelimize döndük.

Ertesi gün pazardı ve İspanyadaki son tam günümüzdü. Kahvaltıya oturduğumuzda niyetimiz sadece pazarları kurulan bitpazarını gezmekti. Gayet tenha bir kafede olmamıza rağmen kalkarken arkadaşlarımızın birinin çantasının çalındığını fark edince önce toplu olarak panikleyip sonra kafenin sorumlusuyla konuşmak, tuvaletleri kontrol edip bir şey bulamayınca uluslararası polisi bulmak, orada çantasını cüzdanını çaldırmış başka turistlerle birlikte sıramızı bekleyip, önce telefonda İngilizce’yi tane tane konuşan bir polis, daha sonra ofisteki polislerle olayı, çantanın ve cüzdanın içindekileri detaylı olarak anlattığımız ifademizi verip tutanak tutturmak ve ertesi gün pasaport işlemlerini yaptırmak için Türkiye Büyükelçiliği’nin adresini almakla geçti. Hep tedbirli olduğumuz için beklemediğimiz bu olay hepimizi sarstı. Öyle ki fotoğraflarımızda hepimiz sırt çantasını öne asmış kangurular gibi çıkmıştık. Bu olaydan sonra bitpazarına gitmeyi boş verip plansız programsız dolaşırken Madrid'in simgesi olduğunu öğrendiğimiz ama bir türlü göremediğimiz ağaca tırmanan ayı heykeli ile karşı karşıya gelince sevinemedik bile. En azından harcayacağımızı harcamıştık, başında olsaydı on gün zehir olurdu, şimdi iki günle yırttık, zaten telefon eskimişti, yenisini almaya bahane oldu şeklinde birbirimizi avuttuk.

Olayın şokunu atlattıktan sonra toparlanmaya ve moralimizi bozmamaya karar verdik ve ögleden sonra için İspanya'nın Madrid'den önceki başkenti olan Toledo'ya gitmeye karar verdik. Atocha terminalinden gidiş dönüş tren biletlerimizi aldık ve sadece yarım saatlik bir tren yolculuğunun sonunda Toledo'nun tarihi ve bir o kadar güzel tren garına varmıştık bile. Dünyanın en romantik şehirlerinden biri olarak anılan Toledo, sakin ve huzur doluydu. Katedralin olduğu bölge daha çok taş yollar, taş binalardan oluşuyordu. Şehri çevreleyen nehrin kenarları ise yemyeşil ve ağaçlarla süslüydü. Küçük bir şehir olmasına rağmen Musevi, Hıristiyan ve Müslüman etkilerinin baskın olduğu bölgeleri vardı. Şehirdeki en görkemli yapı olan Katedral de Toledo'yu ve bir kiliseyi gezip, Yahudi mahallesinde biraz dolaşıp, açık bulduğumuz mağazalarda eşinirken dönüş saatimiz geldi ve Madrid trenine binmek üzere tekrar istasyona döndük.

O gece şehre fazla açılmayıp hemen hostelimizin sokağındaki bir biracıda tapaslardan oluşan akşam yemeğimizi yedik. Şansımıza hem yediklerimizin lezzeti, hem fiyatı açısından çok memnun kaldığımız bir yer oldu. Hostele dönerken önünden geçtiğimiz El Son'dan Latin müziği geliyordu. Bir önceki akşam içeri bakmak için sadece birimize izin veren gudubet görevli bu sefer giriş ücretinin olmadığını ve hepimizin bakmak ya da kalmak için girebileceğini söyledi. Şöyle bir başımızı uzattığımızda bir önceki gece birbirini çiğneyen insan kalabalığından eser olmadığını, sadece iki çiftin dansetmekte olduğunu gördük. Yine de ertesi günkü elçilik ziyareti ve yolculuk programının selameti için odaya dönüp, yolculuk hazırlıkları yapıp uyuduk.

Son gün yolculuk belgesi işleri hallolduktan sonra uçuş saatine kadar alışveriş yaptık. Yeni uygulamalara göre sıvı taşımak hayli risk içerdiğinden ve yerel içkilerin marketlerde de freeshop kadar ucuz olduğunu öğrendiğimizden valize sığabilecek birkaç şişe sangria ve oruho ve İspanya’yı hatırlatan bir şeyler aldık, havaalanına gidip, uçağımıza bindik ve bizim gibi maç için gelmiş Türkler ve maçın rövanşı için gelen İspanyollar ve çanta çaldırmak dışındaki güzel anılarla birlikte yurda döndük.

29 Nisan 2009

Kars, Digor vs.

Şu anda bir yanımda kuru yemişlerim bağdaş kurmuş bu satırları yazıyorum. Altta kalan ayağımın serçe parmağındaki nasır, üzerine ağırlık bindiği için acıyor, onun dışında bir derdim yok. Neden bunları yazıyorum? Eh bir yerden başlamak gerek de ondan!

Bugün öğlenden şu ana kadar neredeyse aralıksız yazacaklarımı düşündüm. İşyerinde, işten çıktıktan sonra yürüyerek eve ulaşana kadar iç sesim hiç durmadı desem yeridir. Tabii ki onun söylediği herşeyi hatırlamıyorum, şu an önemi var mı, onu da bilmiyorum. Tek bildiğim yazasım var ve gördüğünüz gibi yazıyorum.

Bu fikir öğlen geldi aklıma. Her öğlenden değişik olarak -mı acaba?- önce çıkıp biraz yürüdüm. Ayaklarım beni göztepe parkına götürmüş. Parkın haftaiçi gündüz halini hiç görmemiştim. Laleler açmış ve semt sakinleri kah çocuklarını parkta oynatarak kah bankta dinlenerek bir güzel parkı kullanıyorlardı. Bu insanlar muhtemelen onbeş dakika önce de oradalardı, aynı anda ben inanılmaz yüksek bir ses tonu ve agresif bir tavırla 'sözlerine dikkat et ben karslıyım' diyerek kafa tutan bir müşteriye laf anlatmaya çalışırken yani. Sadece bu bile başka bir hayatın mümkün olduğunu hatırlattı bana, mümkündür ya, mümkün olmalı!

Neyse, dıştan bir tur atıp parkın içindeki gül bahçesine geçtim. Güller henüz açılmamıştı ama gölgedeki banklar pek hoş görünüyorlardı. Oturdum, çantamdan elmamı ve bir önceki gün aldığım ve okumayı bitirmediğim Uykusuz'u çıkardım. Zamanım bol ya, didik didik okuyorum. İç sayfalarda mini mini puntolarla yazılmış yazılar var. Misal Akıl Fikir Ofisi, Barış Uygur yazmış, ya da Benim de Söyleyeceklerim Var, Umut Sarıkaya yazmış. Onları okudum. kah kah kah gülmesem de gülümsedim, sonuna kadar okudum ve dünyadan koptum, hoşuma gitti. Bunları yazanlar da yarı yaşımda zıpırlardır, onlar da şöyle insandır, ne kadar kazanıyorlardır, ne kadar okuyorlardır, toplamda ne kadar çalışıyorlardır diye düşünmedim, bir tek okuduğum yazıyı kaç kere tekrar yazmış ya da üzerinden geçmiş olabileceklerini düşündüm, o da birazcık. Sonuçta ortada üretilmiş bir şey var, bu ürün bana ulaştı ve ben o ürünü zevkle kullandım, bu kadar!

O anda zihnimde bir ampul yandı. Çünkü parka giderken müşteriyle uğraşmayacağın bir iş yapmalı, ne yapmalı acaba diye düşünürken kısa ve berrak bir şekilde üretmek lazım fikri geçti. Uykusuz da okuduğum yazılar da buna cevap oldu. Okunacak şeyler olur, gülünecek şeyler olur. Neden daha çok yazmıyorum? Neden Uykusuz da ya da ona benzer bir dergide yazmıyorum? Hadi onu bırak, terapi niyetine al işte blog, yaz yazabildiğin kadar! Değil mi ama?!

Akşam yürürken yazma konusunda acayip gaza gelmiş şekilde kendimi de ve reye attım. Ta ne zaman alıp okumaya karar verdiğim fakat okumaya başlayıp yarım bıraktığım kitaplar düzineyi bulduğu için almayıp, dolayısıyla okumadığım bir kitap vardı; Stephen King'in Yazma Sanatı. Olup olmadığını sormak için beklerken bir düşünce daha geçti: bunu alıp okuyunca ne olacak, yazar olmuş mu olacaksın?! İçsesim doğru dedi, o ya da bu kitabı okuyarak yazar olmayacaksın, yazarak, yazmaya bir yerden başlayarak olacaksın. Vakit kaybetmeden hemen çıktım. O kitabı ve çok takdir ettiğim başka bir yazar olan Asimov'un otobiyografisi olan Dolu Dolu Yaşadım'ı ve birkaç kitabı daha internet kitapçısından de ve reye göre çok daha uygun fiyatlarla sipariş verdim. Aferim bana!

Şimdi, yazımı geliştirmek için bir yazar koçuyla mı çalışsam acaba diye düşünüyorum. Şu sıralar pek moda ne de olsa... En son hayatım değişti seminerine gittim ya, hayatımda bir değişim yaratmak için adım atmam gerektiği konusunda feci motive hissediyorum kendimi. Yarın sabah altıbuçukta uyansam kendiliğimden tekrar uyumak yerine bilgisayarı açıp yazmaya başlayacak kadar diyeyim, siz anlayın! Bu konuda zaman limiti olan ve gerçekçi bir hedef de koymam gerek kendime. Ancak bu hedefin ne olacağını bilmiyorum. Ne gerçekçi olur, artı yaratıcılık gerektiren konularda gerçekçi olmak gerekir mi? Her gün bir mesaj girmek mi? Haftada bir öykü/deneme vs yazmış olmak mı? Yazdıklarımı bir yerlere göndermek mi? İşte koça danışılacak bir konu daha. Ve tabii bu hedefe ulaşma adımlarını belirlemece falan... Bir yanım alışıla geldiğim üzere bu kadar yapılacak işin üzerine aman uf diyor ama yok ya, harbi motiveyim, hala yazıyorum mesela...

Neymiş? Karslıyım diyene ben de Digorluyum diyecekmişiz! Ya da geçmişi sevgiyle bırakıp yeni bir geleceğe yol almak üzere gerekli adımları atacakmışız.

09 Nisan 2009

Atina-İstanbul

Geçen Pazar bu filmi izledim. >Festival başlamış, bir festival klasiği olarak kelimenin gerçek anlamıyla koşarak filme yetişerek çok da beğenmediğimiz, film bittikten sonra ne kadar uzun, nasıl izlemişiz dediğimiz bir film oldu. Filmin özetini, sonunu anlatmayacağım. Bunu yaptığım mesajlardan birini buldum, sanki başkası yazmış gibi geldi, öylesine yabancı, çocuksu… Birden aklıma bir soru takıldı. Bunları yazıyorum, bağlantılarını falan da veriyorum, o bağlantılar ne kadar süreyle yaşıyorlar. Hadi iksv kurumsal bir yapı, herhalde geçmiş festivallerin sayfalarını yaşatıyorlardır. Hadi bağlantılar sonsuza kadar yaşasın, onlarla süsleyerek yazdıklarım ne kadar süre boyunca bir anlam ifade edecek?

İspanyadaki sarayları müzeleri gördükten sonra dünyaya anlamlı bir iz bırakma kaygısı edindim tekrar. Kurtulmak için ne çok çaba harcamıştım halbuki… İş güç diyoruz, diyorum yani, yoruldum yıprandım uf oldum diyorum, insanı yine de böylesi kaygılardan koruyor. Bir daha kendimi yorulmuş hissettiğimde bunu düşüneceğim, en azından içimi oyan, egomdan taşan ben kimim, ne yapıyorum, şu dünyaya anlamlı ve kalıcı ne iz bırakıyorum gibi bir kaygım yok diyeceğim.

Ben ispanyayı anlatayım en iyisi. Madrid metrosu çok ilginç, havaalanından bilet alıp metroya giriyorsun, istersen akşama kadar takılıp istediğin duraktan çıkabiliyorsun. Ama şehirde herhangi bir yerden binip havaalanı durağından çıkmak istediğinde çıkmak için 1 euroluk bilet alman gerekiyor!

Bir de bazı metro trenlerinde kapılar durakta durduğunda otomatik açılmıyor. Sen tam kapının önünde durup açılmasını beklersen, eğer o kapıdan inen biri kapıyı açmazsa sadece beklemiş oluyorsun. Eğer o kapıdan biri inmezse trenin 20 saniyelik bekleme süresi içinde kapının üzerindeki o minik kolu farketmen, çevirmen gereken yönü gösteren oku görüp anlaman ve tren kalkmadan kolu çevirip kapıyı açıp binmen gerekiyor. Zeka testi gibi bir şey…

Bir de bir de çok ilginç başka bir şey gördüm. Metroda trenin durduğu ve insanların beklediği uzun peron boyunca hemen hemen her metroda olduğu gibi aralıklarla banklar var. Bir de ne var, yere paralel, yerden 80 ve 100 cm yükseklikte iki kalın silindir var. Ne bu? Popo ve bel dayamalık. Eğer yorgunsan ve bütün banklar doluysa ve tabi ortalama bir boydaysan öndeki alçak demire otururmuş gibi dayanıyorsun ve arkadaki silindir de tam beline denk geliyor, oturmak kadar olmasa bile hayli dinlendirici bir pozisyonda beklemiş oluyorsun metroyu. Bunun tam arkasındaki duvarda da bir insan prototipini yandan bu şekilde dayanırken gösteren bir kare vardı, fotoğrafını çekmediğim için pişmanım!

20 Şubat 2009

Derki Sayı 31: Hayatım Değişti

Uzun zamandır yapmak istediğim ve ertelediğim işlerin başinda yazma işine ağırlık vermek geliyor. Daha sık yazmak ve yazdıklarımı beğenmek istiyorum ve bu işe başlama gayretini ancak şimdi bulabiliyorum. Sanırım bu da benim değil, dinlediğim subliminal telkinlerin yaptığı, yapmamı sağladığı bir şey. Olsun, önemli olan sonuç.

Evet, bu telkin içeren müzikleri iki hafta önce annem sayesinde buldum. Geçen hafta sonu gardırobun kapılarını bir iki kere açıp, içine pis pis bakıp, kapatıp, tekrar açıp, gerilerde neler olduğunu görebilmek için parmaklarımın ucunda yükselip, aklımdan iyi bir düzenleme yapmalı düşüncesini geçirdiğim birkaç günün ardından ansızın bütün kazakları aşağı indirdiğimde, bu hareketin ardından böyle bir atağın geleceğini anlamıştım. Evet bütün kazakları, trikoları, tişörtleri, dolabın içinde katlı duran her şeyi döktüm, uzun zamandır giymediklerimi ve giymeye niyetimin olmadıklarını ayırdım. Uzun zamandır giymemiş olmakla birlikte artık giymeye karar verdiklerimi tek tek inceledim, kokladım, denedim, yıkanacakları ayırdım, diğerlerini mağaza raflarındaki gibi katladım: kazak yüzüstü yatırılır, iki yanından iki dikey kat arka ortada birleştirilir, kollar katlara paralel yerleştirilir, kazağın boyuna göre enine ortadan ikiye yada üçe katlanır. Ters çevrildiginde ta taam! Bu şekilde katladıktan sonra askılıları, kolsuzları, kısa kolluları ve uzun kolluları üst üste koyup yan yana sütunlar halinde dizdim. Aklımda çekmecelere benzer bir uygulama yapmak vardı. Siyah ve renkli çamasirlar, beyaz ve ten rengi çamasirlar, uzun ince çoraplar, pantolon çoraplari, soket çoraplar, pijamalar, Allahım daha nasıl gözünü çikarabilirim dolap düzenlemenin sorusunu sormadan halihazırda geçirdiğim sürenin 2 saat olduğunu fark edince durdum. Zaten saydığım her unsur kendi çekmecesinde duruyor, sadece görmeyi arzu ettiğim düzende değiller, sanırım buna bir süre daha katlanabilirim diye düşündüm. Katlanabilir miydim? Sonuçta bir oturup bir kalkmaktan, ayakta parmakucumda ellerim havada yükselerek geçen iki saatin ardından belime yerleşen ağrı ile çekmecelerin dağınık kalmasına katlanmak arasında bir seçim yapmam gerekti. Tamam, kabul, çekmecelerim, modern sanat, raflarım daha konservatif daha naif bir sanat eseri olsun, ben de pilates topunda bir sırt üstü bir yüzüstü devrilerek sırt kaslarımı esneteyim. Buna katlanabilirdim işte! Katlanmak ne demek? Bu zevkle kabul edeceğim bir çözüm olur ve oldu.

Sonra bugün, öncelikle hayatıma yeni giren her şeyi böyle bayıltırcasına anlatmak, yazmak isteğiyle uyandım diyeceğim, yalan olacak. İlginç bir şekilde uyandığımda ya da uyandıktan işe başlamadan önceki zaman diliminde kendimi şarkı söylerken buluyorum. Güzel bir gelişme. Onun dışında sabahları zınk diye kalkmayı isterdim. Henüz öyle bir şey yok. Tek değişim, saat çalmadan önce kendiliğimden gözlerimi açmam fakat saatin çalmasina daha vakit olduğunu görünce kapatıp uykuya devam etmem ve saatin çalmasi ve sonrası aynı: çalan saati 8 dakika sonra tekrar çalacak şekilde susturmam ve bunu üç kere yapmam ve yine koşturarak hazırlanmam ve servise kıl payı yetişmem… Belki sabahları çalar saatle kalkmayı bırakmam gerek. Hatta başucumdan saati toptan kaldırabilebilirim, böylece uyanıp saatin erken olduğunu görüp tekrar uyumamış olurum.

Bunları anlatmayacaktım, yazmaya başlayınca spontane olarak gelişti. Henüz okumadım, okuyunca beğenecek miyim bilmiyorum. Yazdıklarımı beğenmeyi neden bu kadar önemsedigimi de bilmiyorum. Ya da ne zaman beğenmemeye başladığımı… Ancak bu gelişmeleri olumlu yorumluyorum. Belki eve gidince zen tarot kartlarına da sorabilirim. Nasılsa onlara sorduğum soruların saçmalığında herhangi bir sınır yok. Sevgili zen tarotu kartları, spontane bir şekilde yazmaya başlamamın ardındaki derin gerçek nedir? Hahaha..

Evet, dolabımın içi kadar olmasa da biraz toparlanayım. Bir akşam bilgisayarı açtığımda annemin offline mesajı beni karşiladı. Bana bir iki internet adresi göndermişti ve onlardan biri buydu: hayatimdegisti.com Bunu annem sayesinde ögrendigimi özellikle belirtmek istiyorum ama nedenini bilmiyorum. Nedenini bulmakla şu anki konuyu dağıtmak istemiyorum. Dediğim gibi, bağlantıyı annem gönderdi, herkesin böyle bir annesi olması gerekir. Ama o sadece benim ve ağabeyimin annesi, dolayısıyla böyle bir annesi olmayanların ne halde olduğunu yüz yıl düşünsem bile bilemem. Ama bu onların sorunu, bu konu üzerinde yüz yıl falan düşünemem. Doksandokuz yıl da düşünmem, cık, doksansekiz de...

Konuyu dağıtma konusundaki becerimi hayretle fark ediyorum. Bu da telkinlerin bir etkisi mi acaba? Hadi yeni bir paragrafa başladık, inşallah burada toparlarız. Yaptığım şey basit, adresteki bütün bilgileri, forumu, forumdaki rehber kısmını okudum, ücretsiz müzikleri indirdim ve gece gündüz onları dinliyorum. Dinlediğim metinler site sahibinin önerdigi suçluluk, ego güçlendirici ve kendimce ihtiyaç duyduklarım, kilo verme, topluluk karşisında konuşma ve zinde uyanma. Doğa sesi versiyonlarını gece boyunca çalacak şekilde ayarlayıp uyuyorum, ki kafadan 7 saat eder. Klasik müzik ve new age versiyonlarını da usb ile bilgisayara bağlanıp minik hoparlörü ile en azından bilgisayarın başindakinin duyabileceği kadar dışarıya ses veren eski, basit mp3çalarımla işyerinde dinliyorum, o da bir 7-8 saat eder. Ve bunu iki haftadır yapıyorum.

Bunu yapıyorum da ne oluyor? Efendim kendimde gördüğüm ilk etki, müziği ilk kez çalmaya başladığım anda hissettiğim hafif bir baş ağrısıydı. Ne hoş bir başlangıç, değil mi? Bunları dinleyin, muhteşemler, hafif ve sürekli bir başağrınız olacak ve yeni bir siz! Neyse ki şu anda böyle bir etki hissetmiyorum, demek ki baş ağrısı hafif ve de geçici, fani, üzülmeye değmez yani. İkincisi tokluk hissi oldu. Kilo verme ada metninde yer alan her şey dinlediğim ikinci günden itibaren hiç zorlanmadan kendiliğinden oldu desem yalan olmaz. Dehşet kilolu olmamama rağmen yapışmış birkaç kiloyu verme isteğindeydim ancak bunun için yaptığım her şey ters tepiyordu ve tartıda 61,5un altını uzunca bir süredir görmemiştim. Fakat iki haftadır her tartıldığımda bir öncekinden daha düşük kiloda çikiyorum ve bu çok hoşuma gidiyor. Bu sabah tartıldım, 60,0 kilogramım. Güzel tarafı kendimi hiç aman şunu yemeyeyim şeklinde kısıtlamadım. Kendimi yemek saati gelmesine rağmen öyle tok hissediyorum ki canım ne yemek istiyor diye uzunca düşünmem gerekiyor. Ve sağlıklı seçenekler tercih ediyorum, yemek aralarında hiç atıştırma ihtiyacı duymuyorum, rahatlıkla ögün atlıyorum ve çok daha yavaş yiyorum çok daha çabuk doyuyorum ve bütün bunların sonucu olarak hiç fark etmeden kilo veriyorum. Üstüne üstlük kendimi çok hafif, ince ve tok hissediyorum. Bu hissi sevdim.

Üçüncü etki daha çok susuyorum. Daha önce de çok su içerdim ama şimdiki susuzluğum daha şiddetli oluyor. Dördüncüsü, daha dik olduğumu fark ettim, kamburum çiktiginda kendimi rahatsız hissediyorum. Sesim daha çok çikiyor, söylediklerim daha çok fark ediliyor. Normalde birisi aniden bir şey sorduğunda başka bir şey düşünüyor olduğumdan ya da zihnim daha hızlı düşündüğünden teklerdim ve bir an bile sürse bu hiç hoşuma gitmezdi. Şimdi böyle anlar yaşamıyorum. İnsanlar hakkında daha önce aklıma gelen şeyleri söylemezken, şimdi tanımadığım insanlar bile olsalar kendimi aklıma gelen güzel şeyleri söylemiş buluyorum ve iyi tepkiler alıyorum. Sanırım bu konuda yaşadıklarım topluluk karşisında konuşma metnindeki diğer detayları da doğrular nitelikte.

Daha önce ertelediğim şeyleri yapar olmayı da bunun etkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü programlı olma adına bir sürü şey düşünüyordum ve onları yapmak yerine düşünmeye devam ediyordum. Ama şimdi bir anda düşünmeden yapıyorum. Bakınız hayatımın devamı sanki buna bağlıymışçasına yaptığım dolap düzenlemesi ve burada anlatarak okuyanı öldürmek istemediğim diğer şeyler.

Bir de kendimi gülümseyerek yürürken, şarkı söylerken buluşum var ve bunu artan iç huzurum olarak algılıyorum. Ve tabii bunları yaşadığım için iki haftadır karşima çikan herkese bu siteden, dinlediğimden ve etkilerinden bahsediyorum! İlginç bir şekilde insanların tamamı kuşkuyla yaklaşiyor ve kilo vermek gibi somut sonuçlar bile birçoğunu ikna etmeye yetmiyor. Böylece ne kadar hevesli ve saf olduğumu fark ediyorum. Eh bu da iyi bir şey olsa gerek…

Hissettiğim bütün etkiler okuduğum kadarıyla beklenen etkiler. Yani henüz bir seri katile dönüşmediğim gibi, rahatlıkla dönüşebileceğim durumlarla karşilaşmama rağmen eskisi gibi kızmayıp, ne ilginç insanlar var hayretiyle karşilıyorum. Dolayısıyla dinlediğim ancak duymadığım telkinlerde kötü şeyler söylenmediğini çikarabilirim. Daha az televizyon izler olmak gibi başka etkilerden de bahsediliyor ancak ben zaten televizyon izlemeyen biriyim dolayısıyla bu etkiyi hissedemiyorum, şikayetçiyim hakim bey! Biraz daha esprili ve neşeli miyim aynı zamanda? Sanki evet.

Hayatım değiştinin güzel yanını belirterek kapatmak istiyorum. Ben zaten insanın hayatta istediği her şeyi elde edebileceğine hatta bunu düşünce gücüyle bile yapabileceğine inanan hafif romantik, yerine göre naif ve daima iyimser bir insanım. Hayatımda bunun mümkün olduğunu doğrulayan muhteşem deneyimlerim de oldu, sadece bu umuda sarılarak ayakta kalabildiğim feci deneyimlerim de. Hayatımdaki sanırım ilk büyük değişiklik –aynı zamanda kendime yaptığım en büyük iyilik- hoşuma giden, beni mutlu eden düşünceleri tercih edebileceğimi ve bu düşünceler doğrultusunda yaşayabileceğimi anlamamdı. Çok büyük bir iyimserlik ve coşku hissettiğimi hatırlıyorum. Hoşuma giden şeyleri düşüneyim -hayal bile olsa- o doğrultuda yaşayayım -mümkün olduğunca- ve olmak istediğim insan olayım -uzun vadede kaçınılmaz olarak- Düşünce mantığım bu şekildeydi ve ben yapıyorsam bunu herkes yapabilir şeklinde devam ediyordu; herkes olmayı istediği insan olabilir –birazcık çabayla! Hayatım değiştideki subliminal telkinlerin farkı, bu süreci bir düğmeye basarmış gibi basitleştirmesi. Bence artık herkes her zaman olmak istediği insan olabilir, basitçe, kendiliğinden ve neredeyse anında!

19 Şubat 2009

universalove

Bu akşam bu filmi izledim. Filmin bitişinin üzerinden daha saat dolmadan sonunu size yetiştireceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Sonunu anlatmayacağım gibi, ortasını ya da başını da anlatmayacağım. İzlemek isteyen ifistanbul kapsamında varsa bir gösterimi daha gider, izler.

Olay şöyle gelişti: Sonsuzluğun içinde bir an -bir an diyorum ama ne kadar sürdü bilemiyorum, ölçemediğimiz için öyle ifade ettim- big bang oldu, sonra gaz ve toz bulutları dağıldı -oralar biraz uzun ama özetle öyle deyip devam edebiliriz- ve ben kendimi caddenin bostanında ekin ekerken mi desem, hasat yaparken mi desem, yoksa ekinlerin üzerindeki kargaları kovalarken mi yok yok danayı kovalarken buldum. İş zahmetli ve yorucuydu ve üstelik uzun sürdü. Biter bitmez kendimi eve atmak yerine bir filme attım, o da hemen karşıdaki kültür merkezinin geniş mi geniş, kırmızı mı kırmızı, tiyatro mu tiyatro salonunda -anlam dediğin nedir ki diye sormak istiyorum şu noktada kendi yazdıklarımı okumamın akabinde- ifistanbul filmleri gösteriliyor olması sayesinde oldu. Maksat kafa dağıtmak.

Neticede kafa dağıtıldı mı? Dağıtıldı. Üstüne bir miktar da caddenin o geniş, o ferah, o yağmur altında ıslanmış, o insansız, o sevgili -demek istiyorum şu noktada- kaldırımlarında yürüyüş yapıldı mı? Yapıldı. Yürürken derin derin nefes verilip sonra alındı mı? Verildi ve alındı. E daha ne olsun?! Bir insanın midesi durduk yerde yanmıyorsa, gece dişlerini gıcırdatmıyorsa ve kendi diş gıcırtısının sesine uyanmıyorsa, yaptığı her ne ise bundan hoşlanıyorsa ve mutlu oluyorsa, bir insan daha ne ister azizim?!

Sevgili dokur, sen onu bunu bırak da derkinin 31. sayısı çıkmış, haberin var mı onu söyle. Ahanda burada!

17 Şubat 2009

Kedi var, kedi var

Kadıköyden ayrılmadan şubenin önunde yaşamaya başlayan bir kedimiz olmuştu. Sırtının arkasından kuyruğuna kadar siyah, başi göğsü ayakları beyaz, beyaz dediysem kirli beyaz, sokak kedisi malum... Siyah kuyruğunun ucu sanki beyaz boyaya daldırılmış gibi beyazdı. Kendisine yiyecek verenlere karşı bile pek nadan, sokak köpeklerini sindirmiş, ne sevdiren ne yaklaşan aksi bir kediydi. Bir yardımseverin sağladığı bir parça kartonun üzerinde uyur, güneş açarsa güneş gören bir yere geçer, yalanır da yalanırdı...

Yeni şubenin de kedileri var. Bir tanesi kapının hemen yanındaki girintiye konuşlanmiş tosun mu tosun bir sarman. Keyfine pek düşkün olduğunu sürekli kumasş kaplı süngerden yapılmış mini bir pusete benzeyen yatağından çıkmadığına bakarak anlıyorum. Cadde kedisi olmak başka birşey!

06 Şubat 2009

Slumdog Millionaire- Çömez Milyoner

Geçen akşam bu filmi izledim. Bir önceki filmin sonunu söyleyişim o kadar hoşuma gitti ki, bu filmi izledikten sonra hemen sonunu anlattığım bir mesaj yazmak istedim. Zaman geçti, bunu yazmaya ancak oturabildim. Önce spoiler’in anlamına bakayım dedim, bir daha kullanacağım ya, anlamını öğreneyim bari. Sesli sözlük (bkz. Seslisozluk.com) bir sürü alakasız şeyin ardından böyle demiş:

A topic that not everyone on the list may want to read about For example, the ending of a movie or the plot of a novel Spoilers can also include announcements of surprise events or discussion of sensitive subjects that may be painful for others to read about It is considered good netiquette to include descriptive information in the subject so that those who wish to skip such messages are forewarned See Netiquette for more information on how to handle spoilers

Türkçe olarak da bulabildiği en yakın karşılık yağmacı, şımartıcı ve bozucu olmuş, ben mızıkçıyı daha uygun buldum. Yaptığıma da internet mızıkçılığı diyebilirim.

Bunları okurken şu netiket için ne yazmış diye bir baktım ve amanın, neler yazmamış ki?! İnternet adabı muaşereti, şudur budur diye okurken ve içimden so vat derken bu maddede durdum:

The combination of the words Net and etiquette, this refers to the proper behavior on a network, and more generally the Internet The key element in Netiquette is remembering that actual people are on the other end of a computer connection, and offensive comments or actions are just as offensive even if you can't see your recipient.

Durdum ve ben internet mızıkçılığı yaparken eğleniyorum ama bunları okuyanlar ne düşünüyor, dahası ne hissediyor? Mesela benim dün yaptığım gibi ifistanbul bağımsız filmler festivalinin sitesinde hit filmler bölümünde görmüş bu filmin adını, izleyenler ne demiş, blogırlar ne yazmış diye ararken bu sayfaya gelmiş ve daha açtığı gibi, "bu filmin, eğer iki saat ayırıp filmi izlerseniz –hayli sürükleyici bir film, bence nasıl geçtiğini anlamayacaksınız- en sonunda oğlan kızı öpüyor. Gerçi öpmeyi, kız öp beni dedikten sonra akıl ediyor ama olsun, dediğim gibi o yaşına kadar kızın peşinden koşmuş, ama nasıl koşmak, senin benim aklımın ucundan geçmeyecek belalara karışmış, bir şekilde hayatta kalmayı ve hatta paçasını kurtarmayı becerip ancak kavuşmuş, ancak milyoner olmuş –bir kritik nokta daha, savaşta söylenmez- üzerinde bir şaşkınlık olması normal, ayrıca zaten şaşkın bir karakteri canlandırıyor. Kız da ayrı bir hikaye, öp beni diyene kadar niye kendisi öpmüyor diye düşündüm, ama o da normal, çocuğun ancak omzuna geliyor boyu. Ve öpüşüyorlar, ve birden onlarla birlikte tren garındaki herkes dans etmeye başlıyor ve bir hint filmi izlemiş olduğumuzu anlıyoruz. Yani biz de çocuk kadar şaşkın değilsek ve filmin hindistanda çekildiğini, karakterlerin Hintli olduğunu, hint aksanlı İngilizce konuştuklarını ve başlarını evet anlamında bir kukla gibi sağa sola salladıklarını görmemiş isek…" diye ballandıra ballandıra anlattığımı görüyor.

Bir üstteki paragrafta istediğin kadar "ben bir internet mızıkacısıyım, yok pardon mızıkçısıyım, filmlerin başını değil sonunu söylerim, ona göre oku" yazmış olursam olayım. Zaten okumasa bile beyin fotoğrafik olarak filmin sonunu anlattığım paragrafı da görmüş algılamış olacak. Çok geç yani, diğer bir deyişle tuu leyt. İyisi mi ben suçsuz günahsız insanlara böyle bir kötülüğü bir daha yapmayayım. Hoş hak eden insanlara bütün kötülükler yapılabilir, bu sayfayı tıklamakla da hak etmiş sayılabilirler ama sayılmayadabilirler, hüküm vermek bana mı kalmış canım?! Daha eğlenceli başka bir şey bulurum yapacak, onunla mı uğraşacağım?! Hayret bişey…

Bu mesaj mı? Nesi var bu mesajın? Sonunu söylemedim canım, örnek verdim. Onun onun sonu olduğunu nereden çıkartıyorsunuz hem?! Merak eden gider sinemada izler. Bak ifistanbulda da gösterilecekmiş hem. Bağlantı bile verdik, daha napalım?!

02 Şubat 2009

Degrade

Ben bugün degrade kelimesinin anlamını öğrendim. Aferim bana! Ve bu kelimeyi cümle ve paragraf ve kompozisyon içinde kullandığım akıllara zarar bir metin yazdım, amanın diyorum.

Geçende bir öğlen, vitrinlerde ne var ne yok diye bakınırken bir mağazada mankenin üzerinde dehşetengiz bir elbise gördüm. Omuzlarından kıpkırmızı başlıyor, fuşyaya ve bordoya ve nihayet etekuçlarında mora dönüşüyor. Modelinde pek birşey yok, v yakalı kloş etekli bir elbise. Favori renk tayfımın tamamını bir elbisede görünce gözlerimi kamaştı. Mağazanın içinde bir süre o elbiseyi giyen cansız mankenle flört ettim diyebilirim. Etrafındaki raflarda dolaşıyorum, elime ne alsam onun yanında soluk kalıyor, bir elimdekine bakıyorum, bir de göz ucuyla mankene. Sırtımı dönüyorum, bu sefer karşımdaki aynada yansımasını görüyorum. Aklımdan düşünceler akıyor, böyle bir elbiseyi nerede giyeceksin, neyle giyeceksin, senin üzerinde iyi duracak mı, senin bedenin kalmış mı... Cık, o birbirinin içine geçmiş renkler aklımı çelmeye devam ediyor ve öğle tatilinin bitmesini fırsat bilerek kendimi dışarı atıyorum.

Sonra, hayat bu ya, o elbiseyi giyebileceğim bir olay olacak oluyor ve ben koşa koşa o mağazaya gidiyorum. İçimde elbise çok güzel olduğu için hepsinin satılıp bitmiş olduğu korkusuyla ulaştığımda hiç de öyle bir şey olmadığını görüyorum. Geriye bir tek üzerimde nasıl duracağı konusu kalıyor. Denediğimde sanki üzerime göre biçildiğini görünce derin bir oh çekip muzaffer bir havayla kasaya yönleniyorum.

Giyecek yer çıktı ya hazırlık yapmalı, ayakkabı çanta uydurmalı. Şu sıralar elimi attığım herşeyin gözünü çıkarma eğiliminde olduğumdan vitrinleri değil kumaşçıları gezmeye başlıyorum. Niyetim tam eteklerindeki mordan kumaş alıp Necmi Ustanın yolunu tutmak. Elbiseyi kumaş toplarının yanına tutarak uygun tonu bulmaya çalışıyoruz, elbiseyi düzgün katlamak için açınca kumaşçı şaşırarak 'e bunun kumaşı degradeymiş' diyor ve böylece hayatımda ilk kez bu kelimeyi duyuyorum. Duymakla kalmayayım öğreneyim diye soruyorum, baskı mı dokuma tekniği mi? Dokuma tekniği diyor ve kendisindeki örneklerden gösteriyor. Hmm, diyorum, ben bugün degrade kumaştan elbise aldım, degrade kumaşın bir dokuma tekniği olduğunu öğrendim, bunu anlatmalıyım.

01 Şubat 2009

Yes Man- Bay Evet

Dün bu filmi izledik ve aklıma geldikçe hala gülüyorum. Az önce aklımda bir çorba yapmak varken fakat nasıl başlayacağımı düşünürken aklıma yine filmden bir sahne geldi ve çorbayı boşverip -şimdilik- bunu yazmak üzere oturdum. Eskiden olsa sanki filmi imdb'de bulmak isteyen ben bağlantı vermesem bulamayacakmış gibi önce başlığa filmin imdb adresini bağlardım, ki aldığı not 7.3dü galiba, dün bakmıştım, daha sonra da kendimi bir film eleştirmeni sanırcasına film hakkında atıp tuttuğum, muhtemelen aynı zevki paylaşan insanlarda izleme isteği uyandıracak birkaç paragraf karalardım. Şimdi ise içimden filmde güldüğüm bütün sahneleri anlatmak geliyor ve sanırım bunu yapacağım. hahaha!

Ey okur, bundan sonrası spoilera giriyor, benden söylemesi! (Spoilerin türkçesini bilmediğimi farkettim, özetle filmin sonunu söyleyeceğim, ortasını ve başını da söyleyebilirim, aaa, biz de izleyecektik filmi, çotang diye sonu söylenir mi birden demek yok) Yine de nezaketi elden bırakmıyorum, koyacak bir yer bulamadığımdan olabilir mi? haha, neyse... Filmi izlemeye karar verdik, baktık palladium'da da gösteriliyormuş, orayı da görmüş oluruz diyerek -keşif ruhu iş başında- yola çıktık. Temelde dört yolla ayrılmış bölgede, bulunduğumuzun çaprazındaki adaya ulaşma çabamız yaklaşık 45 dakikamızı aldı ve palladiumun otopark girişini resmen sezgilerimize güvenerek artı koklayarak bulduk! İnsan İstanbul trafiğinde çok rahat yolun karşısında kalma fobisi geliştirebilir, o yolculukta ben bunu anladım. Gideceğin binayı görüyorsun, oraya doğru gitmeye gayret ediyorsun fakat sadece karşı şeritte kaldığın için yanından geçmek zorunda kalıyorsun. Hoş otoparkı bulmakla da işin bitmiyor, bir de o otoparktan çıkışın, çıktıktan sonra yolunu yönünü buluşun var. Lafı eğlenceli kısımlara getirmek için o kısımları anlatmıyorum.

Otoparktan çıktık, çık babam çık, sırayla yürüyen merdivenlerden en alttan en üste doğru gidiyoruz, palladiumun otopark katlarını, sonra da mağaza katlarını görmüş oluyoruz, en üstte yemek katını görmüş oluyoruz, sinemasını görmüş oluyoruz, turnikeden geçip salona giriyoruz, reklamları izliyoruz, reklamları izliyoruz, reklamları izlemeye devam ediyoruz, tv izlemeyince insanın kırk yılda bir gittiği sinemada reklam izlemeye katlanabildiğini hatta bazılarını ilginç bile bulabildiğini farkediyoruz ve film başlıyor.

Filmin sonunda adam kızı tekrar birleşmeye ikna ediyor, mutlu son yani. Ohhh, sonunu söyleyeceğim deyince bir ağırlık olmuştu, yazdım, kurtuldum. Ama adam kim, kız kim, niye ayrıldılar, dahası niye birlikteydiler, sanırım onları öğrenmek için filmi izlemeniz gerekecek. Çünkü güldüğüm sahneleri düşünüyorum ve onları yazmak istediğimde o kadar komik gelmiyor, oysa filmde gözlerimden yaş gelene kadar gülmüştüm. Oyuncular iyiydi, senaryo iyiydi, zar adamla benzer yönleri olan bir felsefesi bile vardı ancak yüzeysel bir yazı yazmak istediğim için sadece bahsediyorum. Film Los Angeles'da çekilmiş, tanıdık bir yere rastlamadım ama mekan iyiydi diyebilirim, bunu da Los Angeles'i görmüş olduğumu belirtmek için yazdım, umarım herkes anlamıştır, arkamda hollywood yazan yamacın göründüğü fotoğrafım bile var. Özetle notumu veriyorum: iyi.

Hadi filmden bir replik de hediyem olsun. Filmin bir yerinde hatun, kendi hayat tarzını açıklamak için 'çocukken herşey bir oyundu, dünya da oyun alanıydı, büyürken bir yerlerde, bir zaman bunu unutuyoruz, halbuki dünya hala oyun bahçesi. koşarken çekilmiş blurlu fotoğrafların pek beğenilmediğini biliyorum ama kimin umrunda?!' diyor. Ben de bu felsefeyi kaptım ve konuya odaklanamamış, yüzeysel, herhangi bir bilgi veya yorum içermeyen ve hatta bir konusu olduğu bile şüpheli bu yazıyı yazdım ve bunu yapmak hoşuma gitti, kimse okumasa ve okuyanlar da beğenmese bile huu keerz demek istiyorum. Dedim gitti hatta...

31 Ocak 2009

Çeşitlerimiz Daima Taze, Temiz ve Nefistir

Yazıyor yanıbaşımda duran ve içindeki leblebileri atıştırdığım kesekağıdının üzerinde ve ben aynen bizim yazı çeşitlerimiz gibi diyerek tamamlamak istiyorum. Tamam buraya yazdıklarım taze, ancak temiz uygun bir sıfat mıdır, ve nefis kime göre neye göredir, ayrıca kimin umurundadır, bu hayatımızı değiştirecek bir soru mudur vs. vs. Kesekağıdının diğer yüzünde Tarihi Vefa Leblebicisi ve Kuruyemişcisi yazıyor ki zaten kendisi bugün Vefa Bozacısına uğramadan önce 1 liralık leblebi almak için ziyaret ettiğimiz leblebici olur. Açıkçası kesekağıdının üzerini okuyana kadar ben orasını Vefa Bozacısının karşısındaki leblebici olarak tanıyordum, meğer o da Vefa Bozacısı kadar tarihi ve ünlü imiş...

Boza doyurucu bir kış içeceği. Vefa Bozacısının Vefa'daki -doğal olarak- yerini geçende haritaya bakarak bulduk gittik ve öğrendik ya, zırt pırt gidiyoruz. Marketlerde boza diye Vefa Bozacısı markası ile 1 litrelik plastik şişelerde satılan ve şansına göre ekşi ya da çok katı çıkabilen sıvı hikaye! Asıl olay karşıdan sıcak leblebi alıp taze taze yerinde içmek. İsteyene plastik kaşık da veriyorlar ama bence o da olayı bozan unsurlardan. Bardağı kafana dikip akmasını beklemek boza içmenin raconunda var ama günümüzde nerede ve kimde o sabır?!

Neyse, ben aslında dün akşamki garsonları anlatacaktım, kesekağıdı dikkatimi dağıttı. Cumaları dans etmeye gittiğimiz bir yer var. Geçtiğimiz yaz başladı latin gecelerine, açıkhavada geniş bir pisti ve süper bir diceyi olduğu için yazın en kalabalık en hip en in mekanıydı, söylentiye göre 400 kişinin geldiği oluyordu ve tabi bu ne oturacak ne de dans edecek yer olmamasını ve piste baktığında sadece kımıl kımıl kafalar görülmesini açıklıyordu. Velhasıl havalar dışarıda dans edilemeyecek kadar soğuyunca süper dicey içerideki bir salonda çalmaya ve biz de içeride dans etmeye başladık. Daha küçük bir alandayız ama bir köşede hoş bir şömine yanıyor, elini kaldırdığında çarptığın ilginç ışık düzenleri var, tavanlar yüksek halbuki şeklinde eksiler artıları götürüyor mu, yok o üç yanlış mıydı bir doğruyu götüren... Olan her ne ise bizi oraya gitmekten alıkoyamıyor ve neredeyse her cuma işten çıktıktan sonra eve gidip, yemek yiyip, belki biraz uzanıp, ne giysem diye düşünüp, hazırlanıp, hazırlanırken latin dinlemeye, ısınmaya ve hatta dans etmeye başlayıp soluğu orada alıyorum. Orada dediğimin farkındayım bu arada, bilen nasılsa biliyor, bilmeyen de benim anlatacağım garsonları ve dans eden güzel kızları izlemek için gitmesin diye özellikle yazmıyorum.

Ne kadar uzatıyorum lafı, ben bile hayret içindeyim. Nasıl yazacağımı bilmiyorum, belki ondandır. Neyse, gittiğimiz bu yerde doğal olarak görevli insanlar var. Seni karşılıyorlar bir masaya yerleştiriyorlar, ne içmek istediğini soruyorlar, sonra siparişini getiriyorlar, arada kül tablasını boşaltıyorlar, çerezini yeniliyorlar vs. Sanırım onlara garson deniyor ve işlerini layığıyla yapıyorlar. Mesela başka bir dans mekanında neredeyse müşteri sayısı kadar garson vardı ve sürekli masaların aralarında dolaşırlardı ve gözleri hep pistte olurdu, müzik de yüksek sesle çalındığından ondan birşey isteyeceğin zaman dikkatini çekmek mümkün olmazdı, özetle hiçbirşeye yaramadıkları gibi bir de pisti görmene engel olan bir kalabalık! Neyse, bizim garsonlara dönelim, gerçekten işlerini layığıyla yapıyorlar, kesinlikle ayakaltında dolaşmıyorlar ve bu nedenle onlara dikkat etmiyoruz. Etmiyordum, ta ki birini barın yanında diğer iki arkadaşına 'işte böyle' diyerek bir dansçıyı taklit ettiğini görene kadar! Durduğu yerde yaptığı abartılı bir beden kıvrılmasıydı, işyerinde işbaşında! Ve izleyen arkadaşları da ona cesaretinden ötürü mü yoksa onu yetenekli buldukları için mi yoksa dans gecelerinde görevlerinin yanı sıra bir de dans edenlerin nasıl dans ettiklerini izleyip, konuşup, yapmaya çalıştıkları için mi bilmem, işyeri için taşkın sayılabilecek bir neşe ile karşılık verdiler.

Bu sahneyi gördükten sonra dikkatim tamamen onlara yöneldi ve gecenin kalanında onları gözlemledim. Üç kişiydiler, ikisi beyaz gömleklilerden -beyaz gömlekli başkaları da vardı- biri de tek siyah gömlekliydi sanırım o daha sorumluk taşıyan bir konumdaydı. Sonuçta bu üç garsonumuz, iş icabı geceler boyu latin müziğine ve dansına maruz kaldıkları için latin ateşi kanlarına nüfuz ettiğinden olsa gerek, büyük bir dikkatle dans edenleri izliyorlar. Dans edenler derken, kendi başına shine yapmaktan hoşlanan ve incecik fiziğiyle adeta dansı kendisine muhteşem bir giysi gibi giyen bayan dans hocasını ya da diğer güzel bayanları değil, dans eden erkekleri izliyorlar. Beyaz gömlekliler merdivenin alt basamaklarında iki yandaki trabzanlara dayanmışlar, komik dans eden birini gözleriyle işaret edip birbirlerine bakarak kaçamak gülüyorlar, iyi dans eden birine işte bu dercesine kaşlarını kaldırarak onaylıyorlar, birisi birşey istediğinde gülümseyerek bara gidiyorlar, gülümseyerek servis yapıyorlar ve gülümseyerek trabzanların yanındaki yerlerini alıyorlar. İçlerinden neşe taştığı görülüyor, sanki en mutlu anını yaşıyormuş gibiler. Siyah gömlekli diğer yanda, bir bar sandalyesine yan oturmuş, bir dirseğini sandalyenin arkalığına çenesini de eline dayamış adeta kilitlenmiş bir şekilde izliyor.

Müzik değişiyor, bachata oluyor, salsa oluyor, cha cha oluyor ve gecenin sonuna doğru herkesi ayaklandıracak neşeli bir merengue çalmaya başladığında garsonlar tarafında da birşeyler olacağını hissediyorum. Diceyin çabasıyla o ana kadar piste çıkmamış utangaçlar da çiftler halinde sıraya giriyorlar. Her çift yan yana durup ellerini yukarıda birleştirerek pisti boylu boyunca kaplayan bir koridor oluşturuyor ve koridorun ucundakiler dans hocalarının önderliğinde onun gösterdiği hareketleri tekrarlayarak o koridorun içinden geçiyor. Koridoru oluşturanlar her adımda yana kayıyorlar ve sıra kendilerine geldiklerinde onlar da el ele, çömelerek, emekleyerek, geri geri ya da kendi etraflarında dönerek koridorun içinden geçiyorlar. Herkesin yapabileceği ve eğlenceli bir dans, başı sonu, alengirli bir kuralı yok. Öyle eğlenceli ki bir an garsonları unutup dans edenlere dalıyorum ve birden koridorun içinde ilerleyen kimleri görüyorum?! Evet bildiniz, siyah gömlekli diceyle, beyaz gömlekliler de birbirleriyle eş olmuş dans ederek geçiyorlar! Yüzlerinde 'yaşasın biz de dans ediyoruz' neşesini okumak zor değil. O an anlıyorum ki dünyada dans etmekten sonraki en keyifli şey, coşkuyla dans eden birini izlemek.

Aklıma yıllar önce Pariste girdiğim yeni yılda geceyarısından sonra müşteriler gitmeye başladığında cezayirli garsonların ses sistemini ve dans pistini ele geçirdiği ve dansın ne olduğunu gösterdikleri şov geldi. Sanki o saate kadar çalışmak onları yormamış gibi dans ediyorlardı. Evet bunu Paris gördüğümü cümle aleme bildirmek için yazdım ama lütfen fotoğraf ile kanıtlamaya zorlamayın, dijital fotoğraf makinelerinin henüz yaygınlaşmadığı zamanlardı...

Neyse, bizim garsonlar bir kere piste kendilerini atarak şeytanın bacağını kırdılar. Bir gece ansızın işi bir kenara bırakıp kendi şaynlarını yapmak, ve hatta birbirleriyle kapışmak üzere bizi pistten süpürebilirler. Böyle birşey olur mu olmaz mı bilmiyorum ama olabileceğini düşünmek hoşuma gidiyor. Onlara dair hikayeler uydurmak istiyorum, hikayelerin sonunda onların hep iyi bir dansçı, belki tanınmış bir dans hakemi, ya da yarışmacı oldukları, dansın coşkusunu bir kere yaşadıktan sonra bir daha bırakmadıkları güzel hikayeler...

Neyse, cumaları dansa ve garsonları teftişe devam. Bakalım hangi hikayeler hikaye olarak kalacak hangileri gerçek olacak...

29 Ocak 2009

E Merhaba!

Uzun zamandır yapmak istediğim ve ertelediğim işlerin başında sevgili bloguma çekidüzen vermek geliyor. Daha sık yazmak ve yazdıklarımı beğenmek istiyorum. Ocak ayı bitti ve ben bu işe başlama gayretini ancak şimdi bulabiliyorum. Sanırım bu da benim değil, dinlediğim subliminal telkinlerin yaptığı, yapmamı sağladığı bir şey. Olsun, önemli olan sonuç.

Evet, bu telkin içeren müzikleri iki hafta önce annem sayesinde buldum. Geçen hafta sonu gardırobun kapılarını bir iki kere açıp, içine pis pis bakıp, kapatıp, tekrar açıp, gerilerde neler olduğunu görebilmek için parmaklarımın ucunda yükselip, aklımdan iyi bir düzenleme yapmalı düşüncesini geçirdiğim birkaç günün ardından ansızın bütün kazakları aşağı indirdiğimde, bu hareketin ardından böyle bir atağın geleceğini anlamıştım. Evet bütün kazakları, trikoları, tişörtleri, dolabın içinde katlı duran her şeyi döktüm, uzun zamandır giymediklerimi ve giymeye niyetimin olmadıklarını ayırdım. Uzun zamandır giymemiş olmakla birlikte artık giymeye karar verdiklerimi tek tek inceledim, kokladım, denedim, yıkanacakları ayırdım, diğerlerini mağaza raflarındaki gibi katladım: kazak yüzüstü yatırılır, iki yanından iki dikey kat arka ortada birleştirilir, kollar katlara paralel yerleştirilir, kazağın boyuna göre enine ortadan ikiye yada üçe katlanır. Ters çevrildiğinde ta taam! Bu şekilde katladıktan sonra askılıları, kolsuzları, kısa kolluları ve uzun kolluları üst üste koyup yan yana sütunlar halinde dizdim. Aklımda çekmecelere benzer bir uygulama yapmak vardı. Siyah ve renkli çamaşırlar, beyaz ve ten rengi çamaşırlar, uzun ince çoraplar, pantolon çorapları, soket çoraplar, pijamalar, Allahım daha nasıl gözünü çıkarabilirim dolap düzenlemenin sorusunu sormadan halihazırda geçirdiğim sürenin 2 saat olduğunu fark edince durdum. Zaten saydığım her unsur kendi çekmecesinde duruyor, sadece görmeyi arzu ettiğim düzende değiller, sanırım buna bir süre daha katlanabilirim diye düşündüm. Katlanabilir miydim? Sonuçta bir oturup bir kalkmaktan, ayakta parmakucumda ellerim havada yükselerek geçen iki saatin ardından belime yerleşen ağrı ile çekmecelerin dağınık kalmasına katlanmak arasında bir seçim yapmam gerekti. Tamam, kabul, çekmecelerim, modern sanat, raflarım daha konservatif daha naif bir sanat eseri olsun, ben de pilates topunda bir sırt üstü bir yüzüstü devrilerek sırt kaslarımı esneteyim. Buna katlanabilirdim işte! Katlanmak ne demek? Bu zevkle kabul edeceğim bir çözüm olur ve oldu.

Sonra bugün, öncelikle hayatıma yeni giren her şeyi böyle bayıltırcasına anlatmak, yazmak isteğiyle uyandım diyeceğim, yalan olacak. İlginç bir şekilde uyandığımda ya da uyandıktan işe başlamadan önceki zaman diliminde kendimi şarkı söylerken buluyorum. Güzel bir gelişme. Onun dışında sabahları zınk diye kalkmayı isterdim. Henüz öyle bir şey yok. Tek değişim, saat çalmadan önce kendiliğimden gözlerimi açmam fakat saatin çalmasına daha vakit olduğunu görünce kapatıp uykuya devam etmem ve saatin çalması ve sonrası aynı: çalan saati 8 dakika sonra tekrar çalacak şekilde susturmam ve bunu üç kere yapmam ve yine koşturarak hazırlanmam ve servise kıl payı yetişmem… Belki sabahları çalar saatle kalkmayı bırakmam gerek. Hatta başucumdan saati toptan kaldırabilebilirim, böylece uyanıp saatin erken olduğunu görüp tekrar uyumamış olurum.

Bunları anlatmayacaktım, yazmaya başlayınca spontane olarak gelişti. Henüz okumadım, okuyunca beğenecek miyim bilmiyorum. Yazdıklarımı beğenmeyi neden bu kadar önemsediğimi de bilmiyorum. Ya da ne zaman beğenmemeye başladığımı… Ancak bu gelişmeleri olumlu yorumluyorum. Belki eve gidince zen tarot kartlarına da sorabilirim. Nasılsa onlara sorduğum soruların saçmalığında herhangi bir sınır yok. Sevgili zen tarotu kartları, spontane bir şekilde yazmaya başlamamın ardındaki derin gerçek nedir? Hahaha..

Neyse, bu yazı yazma konusuna umutsuzca takık olduğum bir zaman diliminde araştırdım. Söyle gugıl dedim, nasıl yazar olunur ve karşıma yazaratolyesi çıkmaz mı? Okudum, oradan besinimi aldım, hala da alıyorum. Sonra gugıl dedim, işin daha bitmedi, yazı nasıl geliştirilir, bir bakıver ve karşıma atakansonmez’in benimblog sayfası çıkmaz mı? Sayfanın bağlantısını şimdilik veriyorum ancak içerik foruma taşındığı için burada sonsuza kadar kalacağına çok güvenemediğimden yazı geliştiricinin orijinal ve çeviri metnini buraya -buraya nereye?- kopyalıyorum. Bu sayfayla ilk karşılaştığım anı hatırlamaya çalışıyorum. Sanırım annem bana forumun adresini göndermiş ben de kilo verme müziklerini dinlemeye başlamıştım. Bir de yazı yazmayla ilgili olanı gördüğümde dehşete düşmedim, sadece dertlerimin devasının aynı adrese çıktığını anlayıp vaauv demişimdir. Zaten forumda bu metnin yer aldığı ücretsiz bir müzik yok, ya da ben rastlamadım. Ve zaten kendinizi bombardımana tutmayın, konuları sırayla dinleyin öneriliyor.

Neyse, ikidir neyse ile başlıyorum paragrafa, farkındayım. Bunu fark edince yine neyse demek geliyor içimden. Koyuvermiş günümde miyim neyim! Ay bunun üzerine de neyse diyesim ve koca bir kahkaha atasım geliyor. Hahaha! Yazmanın iyi tarafı bu, yazmaya başlayana kadar kıvranıyorum, başladıktan sonra da eğleniyorum ve buna değdiğine hükmediyorum. Konuyu dinlediğim telkinlerin etkilerine getiremedim bu arada, onun da farkındayım…

Evet, dolabımın içi kadar olmasa da biraz toparlanayım. Bir akşam bilgisayarı açtığımda annemin offline mesajı beni karşıladı. Bana bir iki internet adresi göndermişti ve onlardan biri buydu: hayatimdegisti.com Bunu annem sayesinde öğrendiğimi özellikle belirtmek istiyorum ama nedenini bilmiyorum. Nedenini bulmakla şu anki konuyu dağıtmak istemiyorum. Dediğim gibi, bağlantıyı annem gönderdi, herkesin böyle bir annesi olması gerekir. Ama o sadece benim ve ağabeyimin annesi, dolayısıyla böyle bir annesi olmayanların ne halde olduğunu yüz yıl düşünsem bile bilemem. Ama bu onların sorunu, bu konu üzerinde yüz yıl falan düşünmem.

Konuyu dağıtma konusundaki becerimi hayretle fark ediyorum. Bu da telkinlerin bir etkisi mi acaba? Hadi yeni bir paragrafa başladık, inşallah burada toparlarız. Yaptığım şey basit, adresteki bütün bilgileri, forumu, forumdaki rehber kısmını okudum, ücretsiz müzikleri indirdim ve gece gündüz onları dinliyorum. Dinlediğim metinler site sahibinin önerdiği suçluluk, ego güçlendirici ve kendimce ihtiyaç duyduklarım, kilo verme, topluluk karşısında konuşma ve zinde uyanma. Doğa sesi versiyonlarını gece boyunca çalacak şekilde ayarlayıp uyuyorum, ki kafadan 7 saat eder. Klasik müzik ve new age versiyonlarını da usb ile bilgisayara bağlanıp minik hoparlörü ile en azından bilgisayarın başındakinin duyabileceği kadar dışarıya ses veren eski, basit mp3çalarımla işyerinde dinliyorum, o da bir 7-8 saat eder. Ve bunu iki haftadır yapıyorum.

Bunu yapıyorum da ne oluyor? Efendim kendimde gördüğüm ilk etki, müziği ilk kez çalmaya başladığım anda hissettiğim hafif bir baş ağrısıydı. Ne hoş bir başlangıç, değil mi? Bunları dinleyin, muhteşemler, hafif ve sürekli bir başağrınız olacak ve yeni bir siz! Neyse ki şu anda böyle bir etki hissetmiyorum, demek ki baş ağrısı hafif ve de geçici, fani, üzülmeye değmez yani. İkincisi tokluk hissi oldu. Kilo verme ada metninde yer alan her şey dinlediğim ikinci günden itibaren hiç zorlanmadan kendiliğinden oldu desem yalan olmaz. Dehşet kilolu olmamama rağmen yapışmış birkaç kiloyu verme isteğindeydim ancak bunun için yaptığım her şey ters tepiyordu ve tartıda 61,5un altını uzunca bir süredir görmemiştim. Fakat iki haftadır her tartıldığımda bir öncekinden daha düşük kiloda çıkıyorum ve bu çok hoşuma gidiyor. Bu sabah tartıldım, 60,0 kilogramım. Güzel tarafı kendimi hiç aman şunu yemeyeyim şeklinde kısıtlamadım. Kendimi yemek saati gelmesine rağmen öyle tok hissediyorum ki canım ne yemek istiyor diye uzunca düşünmem gerekiyor. Ve sağlıklı seçenekler tercih ediyorum, yemek aralarında hiç atıştırma ihtiyacı duymuyorum, rahatlıkla öğün atlıyorum ve çok daha yavaş yiyorum çok daha çabuk doyuyorum ve bütün bunların sonucu olarak hiç fark etmeden kilo veriyorum. Üstüne üstlük kendimi çok hafif, ince ve tok hissediyorum. Bu hissi sevdim.

Üçüncü etki daha çok susuyorum. Daha önce de çok su içerdim ama şimdiki susuzluğum daha şiddetli oluyor. Dördüncüsü, daha dik olduğumu fark ettim, kamburum çıktığında kendimi rahatsız hissediyorum. Sesim daha çok çıkıyor, söylediklerim daha çok fark ediliyor. Normalde birisi aniden bir şey sorduğunda başka bir şey düşünüyor olduğumdan ya da zihnim daha hızlı düşündüğünden teklerdim ve bir an bile sürse bu hiç hoşuma gitmezdi. Şimdi böyle anlar yaşamıyorum. İnsanlar hakkında daha önce aklıma gelen şeyleri söylemezken, şimdi tanımadığım insanlar bile olsalar kendimi aklıma gelen güzel şeyleri söylemiş buluyorum ve iyi tepkiler alıyorum. Sanırım bu konuda yaşadıklarım topluluk karşısında konuşma metnindeki diğer detayları da doğrular nitelikte.

Daha önce ertelediğim şeyleri yapar olmayı da bunun etkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü programlı olma adına bir sürü şey düşünüyordum ve onları yapmak yerine düşünmeye devam ediyordum. Ama şimdi bir anda düşünmeden yapıyorum. Bakınız hayatımın devamı sanki buna bağlıymışçasına yaptığım dolap düzenlemesi ve burada anlatarak okuyanı öldürmek istemediğim diğer şeyler.

Bir de kendimi gülümseyerek yürürken, şarkı söylerken buluşum var ve bunu artan iç huzurum olarak algılıyorum. Ve tabii bunları yaşadığım için iki haftadır karşıma çıkan herkese bu siteden, dinlediğimden ve etkilerinden bahsediyorum! İlginç bir şekilde insanların tamamı kuşkuyla yaklaşıyor ve kilo vermek gibi somut sonuçlar bile birçoğunu ikna etmeye yetmiyor. Böylece ne kadar hevesli ve saf olduğumu fark ediyorum. Eh bu da iyi bir şey olsa gerek…

Hissettiğim bütün etkiler okuduğum kadarıyla beklenen etkiler. Yani henüz bir seri katile dönüşmediğim gibi, rahatlıkla dönüşebileceğim durumlarla karşılaşmama rağmen eskisi gibi kızmayıp, ne ilginç insanlar var hayretiyle karşılıyorum. Dolayısıyla dinlediğim ancak duymadığım telkinlerde kötü şeyler söylenmediğini çıkarabilirim. Daha az televizyon izler olmak gibi başka etkilerden de bahsediliyor ancak ben zaten televizyon izlemeyen biriyim dolayısıyla bu etkiyi hissedemiyorum, şikayetçiyim hakim bey! Biraz daha esprili ve neşeli miyim aynı zamanda? Sanki evet.

Hayatım değiştinin güzel yanını belirterek kapatmak istiyorum. Ben zaten insanın hayatta istediği her şeyi elde edebileceğine hatta bunu düşünce gücüyle bile yapabileceğine inanan hafif romantik, yerine göre naif ve daima iyimser bir insanım. Hayatımda bunun mümkün olduğunu doğrulayan muhteşem deneyimlerim de oldu, sadece bu umuda sarılarak ayakta kalabildiğim feci deneyimlerim de. Hayatımdaki sanırım ilk büyük değişiklik –aynı zamanda kendime yaptığım en büyük iyilik- hoşuma giden, beni mutlu eden düşünceleri tercih edebileceğimi ve bu düşünceler doğrultusunda yaşayabileceğimi anlamamdı. Çok büyük bir iyimserlik ve coşku hissettiğimi hatırlıyorum. Hoşuma giden şeyleri düşüneyim, hayal bile olsa, o doğrultuda yaşayayım ve olmak istediğim insan olayım. Düşünce mantığım bu şekildeydi ve ben yapıyorsam bunu herkes yapabilir şeklinde devam ediyordu; herkes olmayı istediği insan olabilir –birazcık çabayla! Hayatım değiştinin subliminal telkinlerin farkı, bu süreci bir düğmeye basarmış gibi basitleştirmesi. Bence artık herkes her zaman olmak istediği insan olabilir, basitçe, kendiliğinden ve neredeyse anında!