29 Ekim 2006

Favori Film Festivalim Başladı!

Bugün Cumhuriyetimizin 83. doğum günü. Kutlu olsun! Sabah yürüyen öğrencilerle caddede kutladık, akşam da Cumhuriyet Balosu’nda kutlayacağız.

Ancak bugünkü mesajın asıl konusu başlıktan da anlaşılacağı gibi bir film festivali. Bu sene 5. kez düzenlenen, İstanbul’a geldiğimden beri takip edip müptelası olduğum ve yapmayı en çok sevdiğim şeylerden birine hizmet eden bir festival: Komedi Filmleri Festivali! Ve bu da festival sponsorlarından Garanti Bonus’un izleyicilere yaptığı bir hoşluk!


Diğer seneleri hatırlamıyorum, ancak bu senenin afişlerini beğenmiştim. Biletimi aldığım gibi koluma giren şarlo kılığındaki pandomimciye direnmedim ve kendimi birden hatıra panosunun önünde poz verirken buldum. Sonrasında çekilen poloroidi buzdolabına iliştirmemizi sağlayacak çerçeve şeklinde bir mıknatısla birlikte elime tutuşturdular ve bir kez daha kalbimi kazandılar…

Festival açılışını Cuma akşamı 2005 yapımı bir İspanyol yapımı olan Tapas ile yaptık. Film hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadan gittik ve festivalin film seçimine güvenimizi tazeleyerek çıktık. İspanya’da –sanırım Barcelona- kenarda bir mahallede yaşayan insanların birbirinin içine geçen öykülerinin –bu da bir film eleştirisi klişesidir ancak buraya cuk oturuyor- anlatıldığı film ruhumu okşadı, kadife gibi yaptı. Conchi idolüm oldu, Don Mariano ile arasındaki sevgi idealim, Mao’ya, Cesar’a bayıldım ve Raquel’i hiç ayıplamadım! Keşke Conchi ile Don Mariano’nun o son gecelerine dair bir görsel bulabilseydim. Onun yerine filmdeki tek meşelik kişilik olan –ama o da insan- Lolo’nun yer aldığı bir kare koyuyorum ve filme on üzerinden on, beş üzerinden beş yıldız verdiğimi beyan ediyorum.


Dün akşamki film ise 2006 Fransız Belçika yapımı Dikkenek idi. Ukala anlamına gelen ismi film hakkındaki en başarılı tanımı yapıyor aynı zamanda. Belçikalıların zengini ortalaması, kadını erkeği nasıl da topluca kafayı yediklerini gayet ironik ve muzip bir şekilde ortaya koyuyor. Sapık mezbaha müdürü, alkolik mirasyedi, adapte olamamış azınlık, bitirim serseri, lezbiyen polis, ne yapacağını şaşırmış zengin çıtır, uyuşturucu kullanan öğretmen, sürekli dayak yiyen ukala, hiçbir konuda dikiş tutturamamış kaybeden… hepsi bu filmde! Böyle anlatınca kulağa pek hoş gelmiyor belki ancak film hepsinin aslında senin benim gibi insan olduğuna ikna ederek bitiyor ve geride bütün bunların arasında aşkın yeşerebileceğine dair hoş bir umut bırakıyor.

Filmde Stef’i oynayan Dominique Pinon’u nereden hatırladığımı da buldum. Yıllar öncesinin Kayıp Çocuklar Şehri’nden. Yedi tane mi sekiz tane mi klonlanmıştı ve aynı sarkık dudaklarla ortalıkta koşturuyordu. Sonra Amelie’de gördük, bu üç filmde de oyunculuğunu beğendik. Aşağıdaki afişinde kendisini alt sırada sağdan üçüncü olarak diğer renkli kişiliklerle birlikte görüyoruz.


Programa bakınca
21:30 seansındaki In a Day- Bir Günde’yi de izlemek üzere seçmiştim. Ancak ona bilet kalmamıştı. G-mall’ın hemen yanındaki Küçükçiftlik Eğlence Parkı da açık olunca çok dertlenmedim. Rezervasyondan alınmayan bilet var mı diye bakmadan çocukluğumuzdan bir anı tazelemek için ışıkları yanan ancak müşterisi olmayan parka gittik, bir seans çarpışan arabalara binip çocuklarla birlikte onlar gibi şenlendik…

27 Ekim 2006

Hologram Yarışması Sonuçları

Madem söz vermişiz, sözümüzde duralım. Festivallerden biri bitmiş, bir diğeri yoldaymış, araya bayram tatili girmişmiş. Üç gün değil beş gün süren bayramda hologramın h siyle ilgili tek satır okumamış, safi ders çalışmışım. Bitmesine üç sayfa kalmış kitabımı bile bitirmemişim, yorgun argın gelmiş, bir iyi bayramlar mesajı bile yazamamışım gibi bahaneler üretmeyelim!

Blogu en çok hologram nedir ve hologram nasıl yapılır diye merak edenler buluyor ve halen hologramın ne olduğunu ve nasıl yapıldığını bireysel imkan ve deneyimlerimizle gösterememekteyim. Neyse ki dünyada hologram hobiciliği bana gelene kadar almış başını gitmiş, yarışmaları düzenlenir hale gelmiş durumda. Daha önce burada duyurduğum yarışmanın sonuçlarını gecikmeli olsa da aşağıda görüyorsunuz.

Inaki Beguiristain nasıl olup da animasyona benzettiğini anlayamadığım –bu konuda yalnız değilim neyse ki- bu hologramıyla birinciliği kaptı. Bu yetmezmiş gibi gayet sportmence bir davranış ile hem kazandığı ödüllerin bir kısmını diğer yarışmacılara hem de eşi benzeri bulunmayan bu hologramını gelecek yılın ödülü olmak üzere hologram yarışmasına bağışladı.


Tom Burgess bu hologramıyla ikinci oldu.


Dave Battin üçüncülüğü elde etti. Kendisi benim yardım çığlığıma acilen cevap vermiş ve elindeki holografik filmlerden göndermeyi teklif etmiş bir amca olarak hologram camiasında yere göğe koyamayacağım bir şahsiyet oluvermiştir. Belirtmeden geçemedim…


Ve Michael Harrison da pek beğendiğim snopy hologramıyla dördüncü oldu. Forumu takip ettiğim kadarıyla kendisi hologram camiasının eski ve aktif üyelerindendir.


Toplamda sekiz hologramın yarıştığı 2006 Hologram Yarışması böylece başka hiçbir yerde görmediğim bir olgunluk içinde tamamlandı. Hazır hologramların nasıl olduğundan bahsediyorken yine forumda yer alan bir bağlantıyı paylaşmak istiyorum. Oradakiler forumda reklam yapıyor diye biraz bozuk atsalar da buradaki bağlantıda gördüğüm gibi vurulduğum müthiş kalitede iki hologram yer alıyor. Evet evet, dikkatli bakın! Bir düzlemin üzerinde yer almasına rağmen süper çözünürlükte, renkli hologramlar başka bir gerçekliğe açılan pencereler gibi değil mi?! İşte ben bunlardan yapmak istiyorum, böyle biline! Hem eşek yüküyle de para ediyormuş. Gerçi yaptıktan sonra satmaya kıyabilir miyim emin değilim ancak, onu yaptıktan sonra düşünürüm…

19 Ekim 2006

Film Ekimi Devam…

Salı günü, alttaki mesajı yazarken elimde dün akşam için iki filme biletim ve aklımda ardından hemen bu filmler hakkında bir mesaj daha yazmak vardı. Bunu engelleyen bir şey yok tabii ki ancak iki günde benim için o kadar büyük bir değişiklik oldu ki film ekiminin birbirinden güzel filmleri yanında sönük kaldı.

Ne olduğunu burada anlatmalı mı? Bilmem… Belki birkaç ipucu verebilirim. Bu değişikliği büyük olarak nitelendirme nedenim pratik yaşamımda bir sürü değişiklik yaratıyor olması diyebilirim. Onun dışında son iki yıl içinde olabilecekken belirgin bir talebim hatta haberim bile olmadan bir günde gerçekleştiğini söyleyebilirim. Başka başka? Benim için iyi, ilerlediğim anlamına gelen bir şey olduğunu da eklersem sanırım tahmine yer bırakmayacak şekilde açıklamış olurum.

Bendeki etkisi ise, düşününce sadece iki günden bahsettiğimiz halde bana iki aylık deneyimmiş gibi gelmesi. Hazır olduğunda değişim bir anda olur deyişini daha önce duymuştum. Teoride inanırdım da. Ancak pratikte de gerçekten öyle olduğunu görmek bugüne kısmetmiş…



Neyse, fonda Leonard Cohen amca güzel güzel söylerken şarkılarını, hayatı hakkında yapılmış güzel bir belgesel olan filminden bahsetmezsem olmaz. Açıkçası filmi izleyene kadar Leonard amca hakkında sesini ve şarkılarını beğenmekten öte bir fikrim yoktu. Şairliği, şarkı sözü yazarlığı bir yana bir Budist keşiş olduğunu film sayesinde öğrendim. Sizler benim gibi müzik cahili olmayıp bunları zaten biliyor olabilirsiniz ancak bu Coheni kendi sözlerinden dinlemek ve şarkılarının muhtemelen birbirinden iyi sanatçılar tarafından –ben aralarında sadece Nick Cave’i biliyordum, cehaletimiz sadece Coheni kapsamıyor yani- yapılan yorumlarını dinlemek için bile gidilesi bir film. Bir albümünün punkçular tarafından beğenilmesini başarısızlık olarak nitelendirdiği üstelik akımın adını da bir süre hatırlayamadığı kısımda gerçekten keşiş olduğuna ikna oldum ben.


I’m your man ile başlayıp aynı şarkıyla biten filmden sonra Kim Ki-duk amcanın dialoglarıyla bizi koparttığı ‘Zaman’ vardı sırada. Kim Ki-duk amca Güney Korenin ünü parlayan bir yönetmeni. Bir an ünü parlayan diyorsun, say bakalım filmlerini dedim ve aklıma sanırım bu hafta cnbc-e de de yayımlanan Boş Ev’den başkası gelmedi. Hemen Imdb den baktım, zaten diğer filmlerini bilemezmişim. Sanırım bana göre ünlü olması sadece güney Koreli olup da isminin kolay okunup akılda çok yer kaplamayacak kadar kısa olmasından kaynaklanıyor. Öyle ya da böyle yine buradaki yazılara rağmen gittiğim filmde beklediğimin aksine çok eğlendim. İlişkiler konusunda öyle dialoglar geçiyor ki tıkabasa dolu olan salonun tamamından sitcomlarda efekt olarak kullanılan kahkahalar aynı anda yükseliyordu. Üstelik bir iki yerde değil, filmin neredeyse tamamında! Muhtemelen vizyona girecek olan filme ilişkilerin dünyanın her yerinde kaotik olabileceğine dair matrak bir film izlemek isteyenler gönül rahatlığıyla gidebilir derim.

Şimdilik bu kadar… Hologram forumundaki gelişmelerle pek yakında burada olacağım…

17 Ekim 2006

Yardım Beklerken Film Ekimi

Sadece beklemeyi her zaman zor, gereksiz ve sıkıcı bulmuşumdur. Tamam, siz hazır olabilirsiniz ancak o hazır değildir. Eninde sonunda olacağını umarak bir şey yapmamak benim gibi kurtlu birinin yapacağı şey değildir…

Tamam, bekleyerek geçirdiğimiz zamanı hayatımızın en unutulmaz anları yapalım haydi şeklinde hayalci bir teklifte bulunmayacağım. Yine de tercihim öncelikle beklediğim şeye hazır olmak, ardından da beklediğim zaman dilimini bir şekilde eğlenceli geçirmektir.

Ben de hala gelmeyen yardımı beklerken kendimi film ekiminden iki filme götürdüm. Üstelik yarım günlüğüne işi kırarak! (en eğlenceli kısmı buydu zaten!)

İlk filmimiz, Keanu Amcanın güzel yüzü hatırına öğlen öğlen yetiştiğim, A Scanner Darkly. İksv’nin ilgili sayfasında filme dair bilgiler ve sinopsis yer alıyor. Çok güvenmemek gerektiğini belirterek iletiyorum. Çünkü orada yazılanları okuyup filme katlanacağımı düşünerek gitmiştim, ancak gayet insancıl ve mantıklı bir şekilde bitti. Kullanılan değişik teknikten bahsetmiyorum bile. Meraklısı zaten benim söyleyeceklerimden fazlasını bilir…

İkinci filmimiz ise Habana Blues. Çok eğlendiğim, biraz ağladığım ve kesinlikle izlediğime pişman olmadığım bir film oldu. Coğrafyamıza uzak diyarlarda özümüze yakın insanların öyküsü, bolca güzel müzik ve biraz da dram.


Geçen seneki rekorum üst üste üç film izlemekti. İksv gündüz seanslarını gitmemeye pişman edecek şekilde fiyatladığı için tam gün izin alıp soğuğa aldırmadan limitlerimi zorlayan bir performans göstermiş ve bunun o kadar da gerekli olmadığı kanaatine varmıştım. Üst üste izlenecekse, iki film idealdir. Devamı Çarşamba akşamına…

(Kozmik ışınlarla yıkanırken bir de beni festival festival gezdirecek bir iş dilesem mi diye düşünmeden edemiyorum. İşim bu olmasın ancak şu, pek içlenip de gidemediğim açılış konserleri, galalar, festivallere gani gani gidebileceğim zaman ve kaynak sağlayan ve zevkli ve çok başarılı olduğum ve iyi ve bana trafik sorunu yaşatmayacak bir iş olsa tek kelimeyle süpper olur!)

16 Ekim 2006

Deney #5

Ekipman: Mevcut Hologram Seti ve 8mWlık yepisyeni lazer diyotum
Pozlama: 10+3 ve 15+5 dakika
Sonuç: Kendimi akıl sağlığımı sorgularken bulmam

Bir Cumartesi daha hologram deneyi ile geçti. Bu sefer bir öncekinden farklı olarak yaptığım ışın ayırıcıyı da olaya dahil etmem. Obje olarak da –nasıl olsa görünen bir şey yok- değişiklik olsun bari diyerek boyadığım deniz kabuklarından birini kullandım.

Yeni lazer daha geniş olduğu için onu ışın ayırıcının hizasında sabitlemek, ışını odaklayıp tam ışın ayırıcı denen o minik merceğin içinden geçecek şekilde ayarlamak zaten akıllı insanların uğraşmayacağı cinsten bir faaliyetti. Bir de uzun sürelerde pozlamak ve pozlama boyunca sessiz, hareketsiz, nefesimi bile yavaşlatarak geçirmek de sabır taşı olsa çatlardı durumları yaratıyor.

Ama ben? Gördüğünüz gibi hala hayattayım! Bir miktar motivasyon güçlüğü çekmiyor değilim. Ancak düştüğüm her yerden bir avuç toprakla kalkmayı ilke edinmiş inatçı –yok yok kararlı diyelim- kişilik olarak o gerçekte 20 dakika olan bana bir ömür gibi gelen süreyi gayet meditatif ve cool bir şekilde hayatın gizemine benliğimin derinliklerinde rastlayarak geçirdim.

Neyse, bu kadar uhrevi muhabbetten sonra dünyaya dönüp dünyevi işlerimizi tamamlayalım. Nitekim burada bulunma nedenimiz budur zaten. Pazar günü, bu böyle olmayacak bir yardım almak gerek diye düşünüp bir bilene sormak için foruma girdim. Tabii ki soru sormak için üye olmak gerekiyormuş. Hesaba katmadığım konu, üye olmak için de üyelik talebinin onaylanması gerekiyormuş! Hologram camiasına girmek bile öyle ben geldim şeklinde olmuyormuş meğer… Pazar akşama kadar bekledim ancak üyeliğimi kabul eden maili bu sabah okudum. Üstelik onda da üyeliğimin bir de aktive edilmesi gerekiyormuş, aktive olunca bir mail daha gelecekmiş şeklinde okuyunca hiç hoşuma gitmeyen şeyler yazıyordu. Oysa dünyanın -onlara göre- doğu koordinatlarında bir can, ‘abiler ablalar, ben bu allahın cezası litiholoyu aldım, onunla nasıl hologram yaparım?’ diye sormak için yanıp tutuşuyor, umurlarında mı? Değil tabii ki!

Özetle, bildiğim bütün yolları denedim, olmuyor. Yardım bekliyorum…

11 Ekim 2006

Blogger Betayı Test Ediyorum

Evet, gördüğünüz gibi blogger betaya geçtim, test ediyorum. Şimdilik herşey kolay görünüyor. Betaya geçmekten daha çok, mesaj sütununun daha geniş olduğu -şimdiki gibi- bir stil istiyordum. Beyaz sayfadan memnundum ancak sevdiğim renkleri de göz yormadan kullanabilmek istiyordum. Betaya geçişi bahane edip yeni stilime de kavuşmuş oldum.

Bakıyorum, başlık, mesajın paragraf yapısı, mesajdaki monokrom yapı hoşuma gitti. Eski halleri bilen okuyucu, sen ne dersin?

08 Ekim 2006

Holografik Obje(lerim)

Hologramı yapılacak objeler hakkında atıp tutmayı ve kendi objelerimi sergilemeyi ne zamandır istiyordum. Deney ve konu yokluğundaki şu hafta bunun için ideal görünüyor.

Hologramın her detayında olduğu gibi hologramı çekilecek objeler de hologramda iyi çıkmak için bir takım alengirli özellikler taşımak zorunda. Böyle olduğunu setim gelip de kutuyu açtığımda öğrendim. Öneri mahiyetinde de olsa iyi çıkmasını sağlamak için ya parlak kırmızı renkli veya gümüş ya da altın gibi ışığı yansıtan cinsten olması gerektiğini yazıyordu. Aşağıda gördüğünüz prenses leia heykelciği (ortada) ve oyuncak otobüs (sol önde, hahaha çok eğleniyorum burada) setin içinden çıkan objeler olarak bu özellikleri taşıyorlar. Bir de işi bilen bir hologramcıya rastlasalar ne güzel çıkacaklar, oysa garibanlar geceler boyu poz verdikleriyle kaldılar… Aynı fotoğrafta solda arkada yarışmaya göndermek için gelen biraz irice bir dalmaçyalı ve sağ arkada ise parlak olması itibariyle denemeye değer bulduğum fil şeklindeki tütsülük yer alıyor. Evet, doğru okudunuz, o minik porselen fil, tütsülük olarak geçirdiği ömrü yeterince çileli değilmiş gibi bir de holojenik mi (bunu da şimdi uydurdum, fotojenik’e muadil olması bakımından, o kadar çalışıyoruz, literatüre katkımız olsun değil mi?) diye denenmek üzere sırasını bekliyor.


Bu fotoğrafımızda zamanında denizden ya da kumsaldan topladığım deniz kabukları var. Orijinal materyalleri lazer ışığını yansıtmaz da soğurursa diye birer tanesini yaldızla boyadım.


Ve bu fotoğrafımızda da yine zamanında ormandan topladığım kozalaklar ve at kestanelerini görüyoruz. At kestanelerinden biri açık havada kahvaltı yaparken ağaçtan tak diye masamıza düştü, sekti, ortalığı devirdi. Ben de bu saldırısını kınadığımı onu yaldıza bulayarak ifade ettim. Red kit’de suçluları önce katrana sonra kuştüyüne bularlardı ya, onun gibi…


Ve son olarak, hologramla hiç ilgisi olmayan bir mor kuvars görüyoruz. Doğal parlak olması nedeniyle ve tamamen deneysel takıldığım için onu da sıraya koyuyorum…


Sonuçta monokrom çalıştığımız için –şu an için- ya parlak olması nedeniyle ya da rengi nedeniyle bizim kırmızı lazer ışınımızı yansıtacak objeler holojenik olacaktır. (hala bir tanecik yapamadık ya, olacaktır cektir demek zorunda kalıyoruz, pek gücümüze gidiyor, öyle ki birinci tekil değil birinci çoğul zaman kullanarak genele yansıtıyoruz aklımız sıra, o da komik oluyor) Olur da renkli hologram yapmaya geçersek o zaman bu konuda daha az sorun yaşayacağızdır. Hele bir de pulsed lazer geçerse elimize, o zaman objelerden portrelere terfi ederiz ki, artık o lazeri yer miyiz, yanında mı yatarız bilemiyorum.

01 Ekim 2006

Carlsberg ve Bilim

… Bunlar 1900-1930 yıllarıydı, fizikte en önemli keşifler Bohr, Sommerfield, De Broglie, Einstein, Planck, Dirac, Heisenberg ve diğerleri tarafından yapılmıştır. Her hamleden sonra bu bilim adamları bir araya toplanır ve bir Danimarka birası olan Carlsberg eşliğinde, Carlsberg Sarayında bunu kutlarlardı. Bu bira fabrikasının kurucusu, yapıcı eylemlere yatkın, döneminin bilim insanlarına yardım etmiş bir hayırseverdi. Şirketinin kazançlarını bilimin gelişmesi için kullanılmak üzere Danimarka Kraliyet Akademisi’ne bağışlamıştı. Mirasında kendi muhteşem evinin dönemin en ünlü Danimarkalı bilim adamının hizmetine sunulmasını özellikle belirtmişti ve Bohr buraya taşınmıştı. Bohr Enstitüsü, Kuvantum Fiziği dünyasının merkezi oldu. İnsanlığın bir bira fabrikası sahibinin eylemleri aracılığıyla bilgide bu denli dev bir aşama yapacağını kim hayal edebilirdi?

Ruhun Fiziği, Fabio Marchesi, Goa Yayınları, 2006, sayfa 25, 26

Bu satırları okumuş, ilginç deyip geçmiştim. Daha sonra sadık okurumuz Metin Beyin ısrarıyla bulup buraya da aktarmaya niyet etmiştim. Bu sabah yatakta daha çok kalmaya bahane olması için buna rastlamış olabileceğim kitapları sayfa sayfa karıştırıp hangisinde yer aldığını buldum. Tabii ki baktığım son kitaptan çıktı!

Klasik bir titiz başak eğilimiyle bu kadarıyla yetinmedim ve bunun hakkında rastlayabileceğim başka kaynaklar için gugıla başvurdum ve o da bana kanıtları bir bir sundu.


İlk olarak Bohr (sağdaki amca) ve Heisenberg’i (o da soldaki yakışıklı) bir masada bahsi geçen seanslardan birinde görüyoruz. Fotoğrafın sağındaki Carlsberg şişelerine dikkatinizi çekerim.


Ve burada da Carlsberg bira fabrikasının sonradan Bohr’un emrine amade edilen binası. Yeşillikler içinde taş bina tek kelimeyle süper! Evet, ben de düşündüm, karar verdim, ben hologram yaparken böyle bir sponsorum olması benim için de hiç fena olmaz… Aynen bunun gibi bir mekan, ancak içinde parke bir salonu da olsun isterim, dans etmek için. Yediğin önünde yemediğin ardında, sen kafana göre takıl modeli bir sponsor diliyorum! Zaten öyle boğazlı biri değilimdir, otla çöple doyarım. Kimseye zararım da yoktur, normal insanların öldüresiye sıkıcı buldukları anlamsız rutinleri bıkmaksızın tekrarlayabilirim, deney güncelerimden şimdiye kadar anlamış olmanız gerekir. Hem, belli mi olur, böyle bir sponsorum olur da tüm mesaimi hologram yapmaya ayırırsam bir Nobelcik de ben kaparım! Lab dışındaki zamanlarda da öyle çimenlerin üzerinde yatar yuvarlanır, yüzümde bir tebessümle huzur meleği şeklinde takılırım. Yurdumuzun gelişecek alanlarında destekleyecek adam arayanlar, beni bir düşünün diyorum!

Hikayeyi özetlemek gerekirse, J. Carl Jacobsen adındaki biracı hayırsever bir amca, -ismi Bohr ve Carlsberg arattığımızda ilk sayfada çıkan sonuçların sadece birinde yer alıyor. Sadece onun adını arattığımızda ise karşımıza daha çok Danca sonuçlar çıkıyor- yaptığı biraları ve kazandığı paraları dönemin bilim insanlarına hibe etmiş, miras bırakmış. Ancak yatırımları da karşılıksız kalmamış, Neils Bohr, muzip kişiliği, alçak gönüllülüğü ile İleri Araştırmalar Enstitüsünü bilim adamlarını mıknatıs gibi çeken bir hale getirmiş. Daha sonra enstitü kendi ismini almış ve daha sonra bu enstitü de, inanmazsınız Avrupa Parçacık Fiziği Araştırma Merkezi’nin, ki biz onu kısaca CERN diye biliriz, kurulmasına yardım etmiş. Ya, nereden nereye!

Niels Bohr'un altı çocuğu olduğunu -eski topraklar nesli geliştirmek için bizden daha çok çalışmışlar- ve kendisi gibi, oğullarından Aage Bohr’un da fizikçi olup 1975’de Nobel Fizik Ödülü aldığını da buradan öğreniyoruz. İkinci dünya savaşı sırasında Danimarkalıların Nazilerden kaçışına yardım ettiğini, Manhattan Projesinin atom bombasını bulacak çalışmalarından rahatsız olup bu bilgilerin dönemin Sovyetler Birliğine de iletilmesi gerektiğini savunduğunu öğrenince ‘heyt bee, işte heykeli dikilecek adam!’ dememize kalmıyor, zaten yaptıklarını görüyoruz. Eh, peynirleri, gemileri ve masalcı Andersen’iyle birlikte Danimarka’nın simgesi olmak böyle bir şey demek ki!



Tarihin tozlu yapraklarında çıktığımız bu keyifli yolculuktan –nasıl bir klişedir bu da- dönerken rastladığım üç Türkçe bilim sitesinden bahsetmek istiyorum. Biri, elektromania.net; diğeri, atominsan.com; ve sonuncusu da, bilim.biz. Şimdilik burada yerlerini alsınlar, detaylı olarak kurcaladıktan sonra belki kalıcı olarak bağlanırız onlara da.