11 Haziran 2010

Hiç İşte…

Dün bir arkadaşımın gönderdiği bağlantıyı tıkladım, bir yazı, okudum, güzelmiş dedim. Sitenin görünümü hoşuma gitmişti zaten, reklam yok, sade bir tasarım var, sararmış bir kitabın sayfalarını okur gibi, huzur veriyor. Bu huzuru biraz daha yaşamak için kalmak istedim, biraz daha okumak… Sayfanın sağ üst köşesinde editörün önerisini gördüm, neymiş bakalım deyip tıkladım. Ali Türkan’la tanışmam böyle oldu işte, o zamandan beri de şurada alt alta yer alan yazılarını okuyorum kendisiyle konuşur gibi. Eğitime dair, edebiyata dair neden kimse bunları yazmıyor dediğim yazıları su gibi akıyor, okudukça susuzluğum artıyor mu azalıyor mu bilmiyorum, niyeyse okumayı da bırakamıyorum… İki yıl önce öldüğünde 43 yaşındaymış, bana sorsalar sadece yazdıklarına bakarak daha büyük bir sayı söylerdim yaşı için. Bunları bugün şu yazıdan öğrendim.

Öğrendim de ne oldu? Hiç işte… Hayıflanıyorum, iyi bir yazar, bir insan varmış, yaşarken bile haberim olmamış, bir hayırsever yazılarını internette derlemiş de, o sayede… Düşünüyorum, göçüp gittiğimde geride ne bırakacağım? Hiç işte… Bana bu son cümleyi yazdıran haleti ruhiyeden hiç bahsetmeyeyim ki geride iz/ yazı/ kitap/ herhangi yararlı bir şey bırakmaksızın gitmek bir işe yarasın!

10 Haziran 2010

2006dan 2010a...

Bugün bir şey dürttü beni uzun zamandır el atmadığım bloguma bir el attım. Bir yazımın yayımlandığını fark etmiştim dün, onu eklemekle başladım. Böyle hangi yazısı ne zaman nerede yayımlanıyor bilmeyen bir yazarmışım gibi konuşuyorum işte. Hepi topu iki dergiye yazıyorum, şimdilik.
 
Sonra eski sayılarda çıkan ancak nedense bloga yerleştirmeyi şu ana kadar ertelediğim diğer yazılara el attım. Gezmişim, düşünmüşüm, hissetmişim, yazmışım. Yazdıktan sonra benim olmaktan çıkmış, niye kendi bloguma yerleştiriyorum, zaten beğenmiyorum, bu kadar tevazu akşama yeter mi, eve giderken tazesini alsam mı diye düşünürken şöyle bir fikir geliştirdim: O yazılar uçurduğum uçurtmalar olsun, rüzgar öyle yükseklere taşımış olsun ki o onları, ipim yetmesin, ben de ipin yetmeyeceğini anladığım anda elimde kalan kısmına asılmak yerine avucumdan gökyüzüne kayışını izlemiş olayım. Sadece, artık göremeyeceğim bir yerde olsa da o uçurtmanın var olmuş olduğunu hatırlatmak için yeryüzüne temsili gölgesini çizeyim. Blogda sayı numarası ve başlığı ve kaybolmayacağını umarak url adresi yazdığım kayıt da o gölge olsun. Nasıl?
 
Neyse, şimdi asıl önemli noktaya gelelim… Bütün bu işleri yapar kayıtları düzenlerken aniden fark ettim ki bugün taa 2006 yılında ilk kez buradan merhaba deyişimin üzerinden tam tamına dört yıl geçmiş! Vay be! Aynı anda çocuk doğsa şimdi kreşe başlamıştı! Bense, önce hologramcı oldum, dilekler tuttum, gerçekleştirdim, sonra yazar oldum, aşık oldum, gezdim tozdum, dans ettim, İspanyolca öğrenmeye başladım, okur-yaşar oldum… Eh, ben de az şey yapmamışım, durduk yerde hayat muhasebesi bile yaptım, daha ne olsun?!
 
Ne diyordum, kesin unutulduğunu düşünen blogumun ruhu dürttü beni! Ne yani, olamaz mı?! Hayatta her şey olabilir, bunu bilir bunu söylerim…

Avangart Kadın Sayı 7: Küba'nın Avangart Kadınları

Geçtiğimiz mart ayında Kübaya gitmeden önce oraya dair okunacak her şeyi okuyarak, birçok fotoğrafını görerek, daha önce gidenleri dinleyerek detaylı bir hazırlık yapmama rağmen, kendi gözlerimle gördüğümde yine de beni şaşırtan ülke; Küba. 50 yıl öncesinde zamanın donduğu başkent Havana, 100 yıl öncesindeki dekorla aynı kalan eski başkent Santiago de Cuba ve 200 yıl öncesindeki hali korunmakta olan Trinidad’da, müziğin, dansın, romlu envai çeşit kokteylin, puronun, beyzbolun keyfi yazıyla anlatılamaz, yaşanır. Benimse on gün geçirdiğim Küba’da en çok anlatmak istediğim şey kadınlar.

Orada doğmuş büyümüş kadınların ilkin güzelliği çarpıyor göze. Ancak bu bizim bildiğimiz anlamda güzellik değil, fotoğrafa bakarak anlaşılmaz. Anlayabilmek için Kübalı kadınları Küba’da gözlemlemek gerekir. Onlar ten rengi, boy, kilo olarak çok çeşitliler ve güzelliğin her birinin kendine özgülüğünde olduğunu biliyorlar. Tahminim o ki, hiçbir Kübalı kadının fiziken bir başkasına benzemek, olduğundan başka bir şekilde olmak gibi bir amacı yoktur ve olmamıştır. Bu nedenle güzellikleri geçen zamanla solmuyor, aksine artıyor. Hayatı seviyorlar, onu koyu tenleriyle kontrast oluşturan canlı renkler giyerek renklendiriyorlar. İklim, kanları gibi sıcak olduğundan çok da fazla giyinmiyorlar. Yaşamayı seviyorlar, kulaklarına çalınan her melodide, yürür gibi rahat, su içer gibi kolayca dans ederek yaşıyorlar…

İlginçtir, Kübalı kadınların tamamı okuma yazma biliyor, gazete okuyor ve okuduklarını anlıyor… Çok büyük bir yüzdesi lise düzeyinde eğitim görmüş, isteyenlerin hepsi üniversite eğitimi almış ve ona göre işlerde çalışıyor. Şu anda çocuk olanlar da ailesinin ekonomik durumu ne olursa olsun temel eğimlerini alacaklar. Küba’da liseli bir genç kız önce üniversiteye gidip gitmemeye, sonra da hangi alanda eğitim alacağına karar verir, ona yönelik çalışır. Bu sırada kafasında ‘acaba üniversiteyi kazanabilir miyim, kazansam bitirsem bile iş bulabilir miyim?’ gibi sorular olmaz. Bu konudaki geleceğini bir sınav belirlemediği gibi daha iyi bir üniversiteye gitmek için yüklü paralar ödemesi de gerekmez. Bütün üniversiteler en iyisidir ve hepsinde eğitimin gerektirdiği her şey ücretsiz olarak kendisine sağlanır.

Kübalı bir kadın, ne zaman anne olmak isterse o zaman olur. Anne olmaya karar verirken bilir ki çocuğu profesyonel bir sağlık kurumunda doğacak, yüzde yüze yakın olasılıkla yaşayacak ve sağlıkla büyüyecek, karnı hep tok olacak, okula gitme zamanı geldiğinde gidecek… Bebeğin babası bundan fazlasını elinden geliyorsa sağlamak ama en çok onu sevmek için yanında olacak. Kendisi de benzer koşullar altında uzun yıllar boyunca, sağlıklı olarak yaşayacak. Hayatında zorluklar olsa da intihar etmek aklına hiç gelmeyecek…

Küba’da bir genç kız ya da kadın geceyi dışarıda geçirebilir ancak bunun nedeni hiçbir zaman evsiz olması değildir. Başını sokacağı bir ev, olması amaçlanacak, satın almak için para biriktirilecek ya da ömür boyu borcu ödenecek bir şey değil Kübalılar için. O bir olarak mevcutsa, eski de olsa küçük de olsa, kalabalık ailesiyle paylaşmak zorunda da olsa bir ev ona sunulur ve bunun için para bile ödemesi gerekmez. Geceyi dışarıda geçiriyorsa bu dans etmek, sosyalleşmek veya deniz kenarında serinlemek istediği içindir. Bunu ne zaman istese yapabilir, en karanlık ve ıssız sokaklarda tek başına dolaşabilir ve bu sırada başına hiç kötü bir şey gelmez.

Kübalı kadınların zorlandığı konular var elbette. Temel maddeler devlet tarafından karneyle, herkese eşit ve ücretsiz olarak sağlansa da bu evin ihtiyaçlarını tamamen karşılamaya yetmiyor. Ambargo altında bir ülkede yaşadığı için dünyanın başka bir yerinde olsa ulaşabileceği ürün çeşitliliğine hiçbir konuda ulaşamadıkları gibi, rejim nedeniyle bunlara ulaşabilecekleri başka bir ülkeye de gidemiyorlar. Alınabilecek ürünler ve onu alabilecek para çoğunlukla aynı anda mevcut olmuyor ve dünyanın geri kalanındaki insanları ve onların sahip olduklarını, yıllarca kapalı tutulan sınırların turizme açıldığı doksanlı yıllardan beri görüyorlar ve doğal olarak değişim halindeler.

Küba bu süreçte neye dönüşür, daha keyifli bir ülke mi olur bilemiyorum. Eğitimli, sağlıklı, tok olmanın ve hayatın tadını çıkarmanın para gerektirmediği belki de tek ülkenin vatandaşları olarak onlar da küreselleşmeden nasiplerini alacaklar mı, yoksa başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair biricik kanıt olmaya devam mı edeceklerini zaman gösterecek.

Avangart Kadın

Yeni bir dergiden bahsetmek istiyorum bugün: Avangart Kadın. 7. sayısına ulaşmış durumda, neresi yeni diyeceksiniz. Yeni olan kısmı, bir yazımın bu ayki sayısında yer alması diyebilirim:)

Şaka bir yana, mevcut medya ürünleri ile karşılaştırıldığında çok yüksek bilinçli ve büyük vizyon sahibi insanlar tarafından hazırlanıyor. Yaptıkları işi ciddiye aldıklarını seçtikleri konulardan ve her ayın başında yayında oluşundan anlayabilirsiniz.