11 Mayıs 2008

La Mer

Harvey Nichols'da Türkiye’de çalışan kocaları nedeniyle İstanbul’da yasayan yabancı kadınların üye olduğu bir grup için özel bir La Mar krem seansı vardı. Bu grubun üyeleri her ayın ilk Salısı Gloria Jeans'de kahve içiyorlar, ayda bir `tencere şansına' öğle yemeği yapıyorlar, arada sırada yemekli bir konferans düzenliyorlar. Ben çoğuna gidemiyorum. Sabah sabah veya öğlen öğlen okumalarımı feda edip aralarına karışamıyorum. Bu kez toplantılarına katılayım dedim, ne de olsa güzellenmekle ilgili bir konu.

Arabayla gitmeyi gözüm yemiyor. Finikülerle Taksim'deki metroya nakloluyorum. Gençten bir kalabalık ile orta dolulukta bir vagonda gidiyoruz. Kadınların hepsi pantolonlu, koyu renk giyinmişler. Başı bağlı olanlar da dâhil olmak üzere bu genç kadınların hiçbiri eskinin hanım hanımcık tarzında değil, dizlerini bitiştirmeden oturuyorlar. Önümdeki kanepede genç bir kız var. Bir tek o etek giymiş, pastel renkli çiçeklerle bezeli bir bahar kıyafeti. Uzun eteği ile çorap giymemiş, ama üşüyormuşçasına pardösüsünün yaka düğmeleri kapalı. Gençliğinin güzelliği ve iyi huyluluğu ile gözlerimiz karsılaşınca gülümsüyor.

Metro treni Levent durağına geliveriyor. Trafikte hiç sinirlenmeden. Metro City istikametine yöneliyorum, ama Kanyon Gültepe yönündeymiş. İki alışveriş merkezi arasındaki kısa mesafeyi yeryüzünden yürüyorum, sahteci kaldırımda. Sahteci, çünkü çok geniş gibi görünüyor ama sol yanımdaki gökdelenlerin bahçe duvarlarının kaldırım tarafına çimen düzenlemesi yapılmış, dev beton saksılar konmuş, yürünecek kaldırım daracık kalmış, hem de egzoz dumanı tarafında.

Kanyon'un girişine yöneliyorum, biraz gergin, yine kontrol noktasından geçilecek, ben geçmeyeceğim, hamile misiniz diyen görevliye dört bucuk aylık diyeceğim. Hangi kata geldiniz, diyor görevli, meğer çarşı giriş kapısını atlayıp ofis kapısına gelmişim.

Bir yıldır gitmiyorum, Kanyon'u boykot ediyorum, bu kapıdaki tatsızlıktan dolayı. Bu kez düzgün gidiyor işler, görevli kadın beni eliyle şöyle bir yoklayıp canlı bomba olmadığıma kanaat getiriyor. Harvey Nichols girdiğim kattaymış. Kanyon'un en beğendiğim tarafı açık havada yürünebilmesi. Keyifli bir yürüyüşe hazırlanırken camları görüyorum, içe doğru eğimli, refraksiyonuyla insanin gözünü vitrinlerden çelen bir tuhaf düzenleme. Tepeye de branda görünümlü gergiler koymuşlar. Le Pain Quotodienne' i geçiyorum, içerisi bomboş, saat 11. Koca koca tekerlek ekmekler, ev yapımı görünüşlü kavanozlar davetkâr dizilmiş tezgâhın arkasına, dönüşte uğranabilir.

Harvey Nichols en sonda. Ondan önceki dükkân Max Mara'yi görmüştüm daha önce. Bu Harvey Nichols hep burada mıydı acaba. Hani Emine Erdoğan’ın her alışveriş zamanında iki saatliğine kapattırdığı dükkân. Bakalım tesettürlülere ve rüküşlere hitap eden dükkânda neler var. Tamamen gereksiz ve efervesan bir is yapmanın keyfiyle giriyorum mağazaya. Bir renk cümbüşü karşılıyor beni. Giysileri elliyorum, çok güzel, ipek şifona bayılırım. Renkler de çok iç acıcı. Yüzde yüz koton, kimi saten 'cila’lı olan giysiler de çok hös. Bir de ketenler var, saydam olan. Bu giysileri ancak New York'da giyebiliriz, ya da şoförlü arabalarımıza binip Rayna’da ineceksek, olabilir. Gözlüklerimi takıp fiyatlara bakıyorum. Gemicik yüzdürenler alabilir.

Naylon, spor bir çantayı gözüme kestiriyorum, 780 YTL. Bunu ben New York’da en fazla otuza alırım. Koton bir şapka deniyorum, hemen bir tezgâhtar beliriyor. Onun rehberliğinde dere tepe düz gidip aynaya ulaşıyoruz. Bir anlam veremiyorum bu ayna kıtlığına. Şapka fiyatı oranında yakışmıyor. Kıza teslim ediyorum, aynı yolu geri yürümek zorunda kalmıyorum. Demek ki eşyaya elimi her atışta bir görevlinin yanımda bitmesinin böyle bir yararı var. Kozmetikleri soruyorum. Alt kattaymış. Bu ne kadar büyük bir mağazaymış böyle. Yürüyen merdivenle aşağı iniyoruz. Bu katta da hiç müşteri yok, 'Hello!' diyerek bir satıcı yaklaşıyor gülümseyerek. İlerleyen yaslardaki kulaklarda yerleşik olması beklenmeyen kulaklıklardan olmalı bu vatandaşlık karıştırması. La Mer üst kattaymış, 'grupla geldiniz değil mi' diyor ve önüme düşüyor. Tekrar üst kata çıkıyoruz, yine o korkunç müziğin çaldığı bolümde rengârenk elbiseler arasındayız. Ben yoruldum, eve gitmek istiyorum. Bu müzik azaltılamaz mı, benim müziğime engel oluyor, diyorum. 'Haklısınız, efendim,' diyor, beni La Mer gösteri salonuna teslim ederken. İçerde tezahürat var, epeydir görmediği için grubun başkanı özlemiş beni. Güzel kurabiyeler eşliğinde kapuçino ısmarlıyorum. Garson fevkalade kibar, köpüğü az oldu diyor, mahcup. Ziyan yok, benim zaten renk ve ses gürültüsünden kafam durmuş durumda; köpüklü mü olurdu kapuçino, ama tarçın istiyorum, o yokmuş. Sıram sıram oturuyoruz çok aydınlık bir mekânda. Etrafımız La Mer kreminin broşürleri ve irili ufaklı kavanozlarıyla çevrili. Ebru kendini tanıtıyor. Türkçeden çeviri, fakat çok akıcı bir İngilizce ile La Mer'in tarihçesini ve misyonunu anlatıyor bize. İngilizceye takılmamaya çalışıyorum. Müzik bir yandan avaz avaz yayilmakta bizim mekâna. Elimle sesin volümünü küçültme işareti yapıyorum kenarda hazır nazir bekleşen La Mer kızlarına. Tombulcası 'ah, evet, ama' suratı
yapıyor. Belli o hiçbir şekilde müdahil olmayacak. Israr ediyorum, sessizce. Tayyörlüye söylüyor. O bana bakıyor, 'ah, evet' diye. Benim ısrarıma dayanamayıp dışarı çıkıp geliyor. Müzik aynen devam ediyor.

Sunucumuza Emre laptopuyla eşlik ediyor, duvara projeksiyonla yansıtıyor kremin mucidini. Sonra laptop devralıyor, konuyu bize anlatıyor, ama Thinkpad'in cılız spikerlerini de bastırıyor dışarıdaki müzik. Ebru tekrar konuşmaya başlayınca dışarıdaki müzik ara verinceye kadar beklemeyi öneriyorum, sonunda gerçekten kısıyorlar müziği. Kafamın uğultusu biraz hafifliyor. Tepemizdeki ampuller fenleniyor. Müzik kısılınca ışık artıyormuş. Ben bu Harvey Nichols'u kaç paraya alayım diye düşünürken ve Ebru müziği kısınca ışıklar artıyor diye tekrarlarken şirketin genç çalışanlarından birinin olduğu taraftan çıt diye bir ses geliyor ve ışıklar azalıyor, duvardaki görüntü belirginleşiyor. Ne oldu diye hayret ediyor kadınlar, 'parmağın gücünü küçümsememek gerek' diyorum, herkes rahatlıyor, gülümsüyor.

Bay Huber NASA'da çalışan bir fizikçi, broşür kendisinden roket bilim adamı diye söz ediyor. Kazayla yüzü yandıktan sonra deniz yosunundan ve başka doğal bileşenlerden La Mer kremini icat ediyor ve 1965 yılında küçük çaplı bir üretime başlıyor. Heyecanım tırmanıyor, en sonunda kaza öncesi ve sonrası fotolarını göreceğim diye. Aile istemiyormuş böyle ticari fotoları, göstermiyorlar. Ama hiçbiri yirmi yaşında olmayan 'hayli geçkin' biz dinleyiciler kremin mucizesine inanmaya hazırız. Kapuçinolarımızı yudumluyor, artık alıştığımız değişik İngilizce sunumu izlemeyi sürdürüyoruz. Kremin Çin'deki başarısını duyunca `Pagan bir unsur var' diyorum. Kadınlar, nasıl yani diyorlar. Noel ve kilise meraklısı bir grup içinde olduğumu anımsıyorum, endişeyle. Mistik bir havası var kremin ve mucidinin diye sürdürüyorum. Mucizevî şekilde ileri derecede yanığa iyi gelen bir krem buluyor, tek başına,
dev kozmetik şirketleri koca koca labaratuarları yıllarca deney yapmaları için bir dolu kimyagerin emrine sunarken, diyorum. Herkes basını sallıyor, huşu içinde onaylıyor.

Bay Huber öldükten sonra kızı kremi Estee Lauder kozmetik firmasına satıyor. İki yıl süren laboratuar incelemelerinden sonra krem dünya çapında üretime geçiyor. Yine de doğal olması ve aşırı sıcak ve soğuktan zarar görmesi nedeniyle fazla üretilmiyor, bu nedenle de çok yüksek fiyatlarla satılıyor. New York'da sadece iki mağazada bulunuyor: Saks Fifth Avenue ve Bergdorf Goodman. İstanbul’da ise dört mağazada satışa arz ediliyor. Çin'deki satış noktasında ise hep kuyruk oluyormuş. En güzel kadınlar Çin'de ve İstanbul'da mı demek oluyor bu diye düşünceye dalarken memur kızlarımız küçük kaşıklara aldıkları kremden ellerimize bırakıyorlar. Ben hemen yüzüme götürüyorum, hepsi birden `hayır, hayır, gösterdiğimiz gibi önce avuçlarda ısıtılacak, ondan sonra yüze sürülecek' diye telaş gösteriyorlar. Ama bu durumda avuç içlerim göreceli en güzel cilde sahip olacak desem de itirazımı kabul etmiyor, işin doğrusunu uygulamam için bastırıyorlar. Küçük bir kavanozu 450 liraya satılıyormuş. Fiyatları henüz öğrenmişken doğrusu bu zorunlu israfa canim sıkılıyor.

Bir saatlik yüz bakımının yapıldığı odalardan dünyada bir düzine varmış, bir tanesi de burada. Onu görmek için kozmetik katına iniyoruz. Bize okyanus fısırtılı teybi çalıyorlar demo babında. Ya bir iş bulmalı, ya da derken saate gözüm ilişiyor, kuzenim kızının düğün davetiyesini getirecek birazdan, eve yetişmem gerekiyor.

Vedalaşırken kadınlardan biri atılıyor, bakin yüzünüz nasıl da ışıldıyor, diyor. Ben hayretimi gizleyemiyorum, `hepimizin öyle yüzü, ışıl ışıl' diye diğer kadınlara dönüyor. İşte pagan mistikliği. Al bir krem, sür yüzüne, ışılda dur.

Dışarı çıkıyorum. Max Mara'ya giriyorum, ışıldayan yüzüme yakışacak bir döpiyese takılı gözüm. Kumaş çok güzel, ipekten dokunmuş. Ama ne dikişi, ne de stili olağanüstü. Ah Lady Diana neredesin, ne güzel modeller alıyordum ondan. Hiçbir satıcı tepeme dikilmeden. Fiyatlara düşüp bayılmadan.

O içe eğik camların önleyemediği soğuğa geri donuyorum. Metro katına iniyorum. Karşıma Camper geliyor. Yeni keşfettim bu ayakkabıcıyı New York'da. Tüy gibi hafif spor bir modelini ucuzlukta otuza aldım. Burada ikiyüzelliye satıyorlar. Rengârenk topuklu bir iskarpini denemek için oturacak yer bakınıyorum. Hasırdan, elbiseme takılır mı dedirten çok rahatsız ve de her an devrilecek gibi duran dürümcü oturağı yüksekliğinde silindirler var sadece. Keyfim kaçıyor, vazgeçiyorum.

İki yanımdan öğle tatiline cıkmış olan afili çalışanlar akıyor, söyle bir alıcı gözüyle bakıp Geçiyorlar. Işıltımdan tabii ki. Kredi kartına yirmi sekiz taksit yaparlar mıydı, alsa mıydım mucize kremi derken müziğimi kulaklarıma yerleştiriyorum, Kanyon'un dünyasından metroya doğru uzaklaşıyorum.

Aygül Özkaragöz

Hiç yorum yok: