29 Nisan 2007

So dance, wanna?

Dünyaya bir gün, deliye hergün dans günü!

Dünya dans gününü dans etmek dışında bloga bir kayıt düşerek de kutlamak istedim ve bu anlamlı günün ne zamandır, neden bugün kutlanmakta olduğunu araştırmaya alternatif olarak(!) dansın benim için ne demek olduğunu ve ne ifade ettiğini anlattığım bir denemecik yazmak istedim.



Hani röportajlarda sorarlar ya: Neden dans?

Basit, çünkü çok zevkli! Şimdi bu cevabı süslesem biraz, neden zevkli olduğuna dair kılcal nedenlere kadar saysam diyorum, yok, daha iyi ifade edecek bir cümle kuramıyorum. Dansın kendisi de öyle zaten, çok basit, çok keyifli...

Dansa ilk başladığımda, o zamanlar istanbula yeni taşınmıştım, yeni sosyal hayatımın öğelerini oluştururken o zamana kadar izlemekle -ve tabii beğenmekle- yetindiğim dansa daha aktif bir pay ayırmaya karar verip bir dans kursuna başlamıştım. Yine o sıralar denk geldi ve ankarada bıraktığım yoga öğretmenimle yaptığım bir telefon konuşmasında konusu geçti. Yogaya değil de dansa gittiğim için acaba azar mı işiteceğim diye hafif işkillenerek aktardım... Kısacık bir telefon görüşmesinde daha yeni öğrendiğim birkaç şeyi anlattıktan sonra 'aferim Pınar, sakın bırakma!' deyişiyle gerginliğim geçmişti.

Ona anlattığım, dansı izlediğimiz gibi estetik yapmayı öğrenmenin gerçek anlamda ter döktüren bir süreç olduğu, yogada olduğu gibi güç ve esneklik gerektirdiği/ kazandırdığı, denge konusunda ise yogadaki sabit pozisyonlara ek olarak dönüşlerde ve dansın tümünde dinamik denge gerektirdiği/geliştirdiği ve tekniği estetik bir şekilde uygulama çabasının akılda yaptığın şeyden başka bir düşünceye yer bırakmadığı için meditasyon etkisi yarattığıydı. Üstelik benim asıl ilgi alanıma giren eşli danslar sözkonusu olduğunda; bireysel olarak bütün bu konularda gelişmekle kalmayıp bunları bir de partnerinle uyumlu bir şekilde uygulamak devreye giriyordu ki, bunun benim gibi kendisini dünyanın merkezine koyan ve burnun dikine gitmekten vazgeçmemiş bir insan için uzaya çıkmak kadar yeni bir deneyim olduğunu iddia edebilirdim.

Dansa bu şekilde hızlı bir giriş yaptıktan sonra arada dans etmeyerek geçen bir-iki yılım oldu. Daha başladığım gibi her derde deva olduğunu tespit ettiğim ve çok keyif alarak yaptığım birşeyi neden bıraktım, mantıklı bir soru, değil mi? Sanırım dans etmeyi ne kadar çok sevdiğimi anlamam ve daha büyük bir şevkle tekrar başlamam için biraz uzak kalmam gerekiyordu. Dansın, insanın hayatında verdiği tüm kararlar gibi, sadece ona ayırdığı birkaç saatini değil tüm yaşamını etkilediğinin farkına varmam gerekiyordu belki de. Dansı seven, bir türlü vakit ayıramayan, vakti olduğu zamanlar için de fazlasıyla bahanesi olan bir insanla, dansı seven ve dans eden bir insanın aynı insan olamayacağını gördüm. Ve tabii başkalarının dans hakkındaki fikirleriyle ömür geçmediğini, hiçbirşeyin sadece sevdiğin için devam ettiğin birşeyden daha fazla keyif vermediğini de...

Buraya kadar dans etmeyi sevdiğimi bildiğimi anlamış olmalıyız. Otoröportajımızın ikinci ölümcül sorusuna geçebiliriz o zaman: Neden dans etmeyi bu kadar çok seviyoruz? Bu sorunun cevabını dans etmeye başladıktan sonra öğrendim, ama öğrendim! Bir kişisel gelişim workshopunda (evet, kendimi deşmek, deşifre etmek keyif verici eylemler listemin üst sıralarındadır) sadece kendim için değil, karşılaştığım insanları doğru değerlendirmek konusunda çok işime yarayan bir konu vardı: kullandıkları iletişim dillerine göre insanlar. Bu konunun sonunda benim kinestetik ağırlıklı olmak üzere üç iletişim dilini de kullandığım tescillenince neden dans etmeyi ve dansla ilgili olan herşeyi (fırfırlı, parlak, renkli, yaldızlı, stras taşlı ya da püsküllü bütün aksesuarlar, dans elbiseleri, dans ayakkabıları ve tabii dans müzikleri...) sevdiğim açığa çıkmış oldu.

Bir kinestetik, görsel ve işitsel olarak dans etmeyi seviyorum; çünkü dans;
bana kendimi bedenim aracılığıyla ifade etmeme imkan veriyor (kinestetik),
normalde ifade edecek yer bulamadığım kokoş olma ihtiyacımı (evet var öyle bir ihtiyaç!) karşılıyor (görsel),
sevdiğim müzik ve ritmlerle uyuşuyor (işitsel).

Özetle, dans benim sadece sevdiğim için yaptığım kendimi şımartma eylemlerimden biri. Ve saate bakıyorum, şu an itibariyle dans hakkında konuşmayı bırakıp dans edeceğim yere doğru yola çıkmam gerekiyor. Keyifli danslar...

15 Nisan 2007

Festival altı yedi (son)

Görünmez Çocuklar/ All the Invisible Children

En sevdiğim yöntemi kullanarak izlediğim bu filmden sonra toparlanmam epey zaman aldı. Filmde Afrika’da hiç uğruna savaşan çocukları, Amerika’da aidsli babasının kurbanı olan clarayı, Güney Amerika’da çöp toplayarak yaşayan evsiz kardeşleri, Romanya’da hapisten çıktığı gibi alkolik babası tarafından hırsızlığa zorlanan çocuğu, Napoli’de hırsızlık yapan ve hasılatı keten helva ve lunapark jetonlarıyla kutlayan yeniyetmeleri, anılarından kurtulamayan İngiliz savaş fotoğrafçısını, Japonya’da çöpte bulunan yetim kız ile ayrılmak üzere olan zengin ailenin kızı arasındaki uçurumu izledikten sonra benim diyen duyarlı vicdanların da kolay kolay kendine gelebileceğini sanmıyorum. Festivaldeki gençlik filmlerinden zaten of diyerek çıkmıştım, bu filmden sonra diyecek bir şey bulamıyorum…



Fidelin Yüzünden/ La Faute a Fidel

Bu festival kapsamında izlediğim yedinci ve son film 1970’de geçen ve 68 sonrası değişimi 7 yaşındaki bir kızın gözünden olabilecek en gerçekçi ve aynı zamanda matrak şekilde anlatan Fidel’in Yüzünden. Senaryodaki koparan dialoglar ve başroldeki küçük oyuncunun performansı filmin başarısının en büyük nedenleri.

10 Nisan 2007

Festival dört beş!

Beethoven'i Anlamak/ Copying Beethoven

Hayalimiz gerçek olsaydı, hayatımız nasıl olurdu? dünya nasıl olurdu? yada o hayali gerçekleştiren olaylar örgüsü nasıl olurdu? Her film, her senaryo bu sorulara verilmiş bir cevap değil mi zaten... Bir cumartesi akşamı taksimin kalabalığında duyamayacağımız tek tür olan klasik müziğin babalarından birinin hayatına hayalci bir yaklaşım. Eğer beethoven yine anlatılageldiği kadar nemrut olsaydı, ama o kadar sağır olmasaydı, karşısına 23 yaşında bir içim su gibi bir hatun çıksaydı, bu hatun kendi bestelerini göstermek peşinde idealist bir besteci adayı olsaydı, beethoven'ın bütün aksiliklerine katlanacak, ünlü 9. senfonisini prömiyere yetiştirmesine ve orkestrayı yönetirken çuvallamamasına yardım edecek kadar hayran olsaydı, senfoniyi sağ sağlim atlattıktan sonra kendi bestelerini gösterseydi, beethoven onları beğenip üzerinde çalışsalardı, her gençkızın hayaline ek olarak yalnız yaşlı ve nobran olduğuna bakılmaksızın her adamın muradı gerçek olsaydı nasıl olurdu üzerine bir film.



Ha, bir de müziğin tanrının sesi, bestecinin tanrının sesini duyan yüce insan olduğuna dair replikler tekrar tekrar karşımıza çıkmıyor muydu, -ki bence egosu fazlasıyla şişkin ve eksikliklerine daha iyi bir bahane bulamamış insancıklar tarafından sarfedilebilecek bir cümledir bu- tek bir beste yapmamış insanlar olarak tanrının sesini bize duyurmadığına üzülelim mi, yoksa güncel müziklere bakıp tanrının bir iki asırdır zaten çok az insana sesini duyurduğuna sevinelim mi karar veremeyerek çıktık salondan. şimdi bu satırları yazarken insan insan olmakla insancık olmak arasındaki fark iyice büyüdü gözümde.

zaten dünyayı değiştiren ne varsa hepsi enginlere sığmayıp taşan bir egonun imzasını taşımıyor mu ?! benim insan insan dediğim insanlar hep birinin annesi, babası, kardeşi ya da arkadaşı veyahut evladıdır, normal bir hayatları olan normal insanlardır. genelde sevilirler ama sevmeyeni de olur. birkaç kişi içinse dünyalara değişilmezler. öyle kitaplara yazılacak bir söz sarfetmişlikleri yoktur ancak pratik yaşam onlardan sorulur. her işin bir kolayını bilmeseler de bulurlar, herşeyini elinden alsanız bile mizah anlayışını, sabrını ya da isyanını alamazsınız. kısaca insan insan, her derde deva, her eve lazımdır. ben ona varlığıyla hayatı güzelleştiren insan diyorum. birden fazlasını tanıma şansına sahip olmama rağmen çoğullaştıramıyorum, çoğul eki bile kullanamıyorum çünkü herbiri sadece bir tanedir ve dünyalara bedeldir.

şimdi çocuksu halim soruyor: neden hepsi birden olmuyormuş?!!! dünyayı kurtarmaktan geçtim. dünyayı -tabii ki pozitif anlamda- değiştirecek birşeyler yapmak için ille de herkesin hakkımızda çekilmez, ukala, beter, uzak durulası olduğumuzu düşünmesi, üstelik bunu hakedecek kadar kötü bir insan mı olmamız gerekiyor?

Ah ah, film eleştirisi adı altında bakın ne kadar bişeyim mesajı döndü dolaştı hayat felsefesi parçaladığım uzun bir deneme oldu. Okuyup buraya kadar gelenlere kocaman bir bravo diyerek hemen haftasonunun diğer filmine geçiyorum. Söz, bunu kısa keseceğim.


Tarih Öğrencileri/ History Boys

Gün geçmiyor ki yeni bir gençlik filmi izlemeyelim sayın seyirciler. İşte uzun zamandır izlemediğim Şahan'dan hala gülerek hatırladığım bir replik. Bu seferki yönetmenimiz kenarda kalmış bir kasabanın hepsi erkek ve hepsi 'inek' öğrencilerinin oxford ve cambridge sınavlarına hazırlanarak geçirdikleri yaz hakkında bir film yapmış. Onların başarısıyla okulunun başarısını tescillemek isteyen hırslı bir müdür, öğrencilerine şiirler şarkılar ezberletmekle yetinmeyip onları elleyen bir hoca, okula geldiği gibi çocukların kafasını kendi kafası gibi karıştıran genç öğretmen gibi eğlenceli(!) karakterler de eklenince izlemesi keyifli bir film olmuş. Değişiklik yapıp bu filmin sonunu söylemeyeyim, sadece aksanlı ingilizce dinlemenin biraz yorduğunu belirtip bitireyim.

07 Nisan 2007

Festival bir kii hatta üüç!

Elde Makas Koşmak/ Running with scissors
ABD, 2006

Hayat kısa gülebildiğimiz kadar gülmek gerek felsefemin uzantısı olarak açıklamasında absürd komedi tagını tesbit ettiğim gibi izlemek üzere seçtiğim bu filmden geriye anlatacak ne kalmış bakalım. Filmin Amerikanın gayet düzenli, güvenli, normal, sıradan kesimlerinde geçtiği göz önüne alınırsa sanat yapacağım diye ilaç ve daha kötüsü psikiyatrist bağımlısı olup gerçekle bağını yitirmiş bir anne, hastalarını iyileştirmediği gibi çocuklarını evlat edinen ve ailedeki yıkımına onlar üzerinde devam eden bir sözde-psikiyatrist, ikisinin arasında hayatta ve sağlıklı kalmayı başarmış bir delikanlı ve hikayeyi daha da süsleyecek birkaç kaçık karakter daha bir araya gelince ortaya absürd bir film çıkmış. Spoilerlık olacak ancak yurdumuzun absürdlükte çok daha müreffeh bir seviyede olduğunu belirtmek için önermeden geçemeyeceğim. Gecenin bir yarısında bağırarak bütün ev halkını uyandıran psikiyatrist babanın herkesi banyoya toplayıp –ifademi bağışlayın- bokunun şeklinden tanrının kendisine mesaj gönderdiğini açıklamasına gülmemizi bekleyen yönetmen yapımcı tayfasına itiraf.com’da ‘fal’ kelimesini aratıp çıkan sonuçları okumasını öneriyorum. Nokta.



Bir de başrolü oynayan genç arkadaşımızın (Joseph Cross) oyunculukta iyi ancak olması gereken yaştan hep daha büyük olarak algıladım ben. Öyle olunca yaşadıkları daha normal göründü. Halbuki ne senaryolaştırılan kitabın yazarı Augusten Burroughs’un –kendisini de bu film sayesinde tanıdım, yazarmış, ne cehalet!- ne de yönetmenin amacının normal bir film yapmak olduğunu sanmıyorum.

Durgun Yaşam/ San xia haoren
Çin, 2006

İşte her festivalin olmazsa olmazı bir film. İlle de iyi bir şeyler yazacağız ya, aklıma daha iyisi gelmiyor. Ancak nedir film festivalinde olmazsa olmayan film? Tabii ki bir önceki festivalden beri izlediğin en uzun, sıkıcı, durağan film olan, ara verilmediği ve iki yanında uzun sıralar dolusu insan oturuyor olduğu için salondan çıkamadığın, kendini köşeye kıstırılmış, esir edilmiş hissettiren ve bu işkencenin biteceği anı saniyeleri sayarak beklemene neden olan filmdir. Ünlem!

Ve bu filmi açıklamalarına kanıp kendimiz seçtik izlemek için. Acıklı olan kısmı bu zaten. Yine de haksızlık etmeyip filmde bizim arabeskimiz diyebileceğimiz tınıda şarkılar söyleyerek dolaşan çocuğu ve üç boğaz bölgesinin –gerçekten varsa öyle bir yer- sisler içindeki manzarası başka bir yerde izleyemeyeceğim güzelliklerdi. İstanbul İstanbul olalı böyle işkence görmedi diyerek çıktık, ne yapalım, sağlık olsun…


2:37
Avustralya, 2006

Festivalin çarpıcı filmlerinden olan ve biletleri hemencecik tükenen bu filme, karanlık bir konusu olmasına rağmen gitmemin sebebi hem hit filmlerden birini izlemekten geri kalmamak hem de işi kırmaya bahane arıyor olmaktı. Pişman mıyım peki? Hmm, şöyle böyle…



İngilizce konuştukları halde ne dediklerini anlayamadığım film kahramanı genç arkadaşlar yine uzun sayılabilecek süre boyunca bu sefer sıkmayarak kendilerinden ve hayatlarından bahsediyorlar. Aynı lisede –ne zor bir dönem- okuyan kızlı erkekli bu yavrucukların hepsinin ayrı bir derdi var ve bunlar bizim zamanımızda yaşadığımız büyüme sıkıntılarından çok farklı. Film boyunca hangi birine üzüleceğimizi şaşırdığımız yetmezmiş gibi bir de en başında verilen ipucunun sonunun hangisine çıkacağını bekliyoruz yüreğimiz hop hop ederek. Fakat filmin sonunda ne çıkıyor? Evet bir ergen intiharı. Ancak hikayesi muhtemelen filmdeki karakterlerin hiçbirinin olmadığı kadar sıradan, normal ve sağlıklı görünen bir karakterin intiharı! Ve bence filmi çarpıcı yapan da bu beklenmedik son oluyor. Ben filmdeki karakterlerden büyük ve onların anne-babaları olacak insanlardan –ki asıl taşlar hep onlara gidiyordu bence- küçük olduğum için sadece hayat zor, of of of diyerek çıktım. Bir de ergen annesi olarak bu filmi izleseydim herhalde hayata dönmem daha uzun zaman alırdı. Bunca kalem oynattıktan sonra sanırım filmin neredeyse oyuncuları kadar genç yönetmenini tebrik etmek gerek.