16 Ağustos 2006

Arkası Bugün

D. Gabor’un dersinden devam…

Bir önceki yazıda nelerden bahsetmiştik hatırlayalım: ışığın dalga olarak yayıldığını anlatmıştık. Bu dalganın girişim deseni oluşturduğunu söylemiştik. Birden fazla kaynak söz konusu olduğunda bunların birlikte oluşturduğu desenin aydınlık ve karanlık saçaklar oluşturduğunu da söyleyip bırakmıştık.


Bütün bunların keşfinden elli yıl kadar sonra sevgili Gabor amcamız elektronları daha iyi görebileceği bir elektron mikroskobu yapabilir miyim diye düşünmektedir. Aklına girişim desenlerini fotografik emülsiyonla kaplı plakaya düşürmek gelir. Fotoğraf geçmişimizden hatırlayalım, fotoğraf filmi dediğimiz şey ışığa duyarlı emülsiyonla kaplanmış jelatindir. Biz fotoğraf çekerek karanlık ortamdaki (fotoğraf makinesinin içindeki) filmi ışığa tabi tutar sonra da o filmi banyo eder, deklanşöre bastığımız anda vizörden görünen dünyanın yansıttığı ışığı yani görüntüyü kaydetmiş oluruz. Fakat fotoğraf yüzeyden ibarettir, paralakstan yoksundur.


Gabor’un yaptığı aynı kaynaktan gelen ışığı önce ikiye ayırmak, birini direkt olarak, diğerini de plakanın önüne koyduğu objeden yansıtarak plakayı pozlamak ve o plakanın dia pozitif baskısını oluşturmaktı. Plaka banyo edildikten sonra referans ışık kaynağı ile aydınlatıldığında plakadaki desen hem referans ışığın hem objeden gelen ışığın ortak girişim deseni olduğu için boşlukta objenin paralakslı görüntüsünü oluşturur. Sonradan yaptığı deneylerle sadece dia pozitif değil, negatifin de aynı özelliği gösterdiğini anladı ve vay bee dedi. Yani tahminimce demiştir.


Bu nidayı benim kullandığım an ise bu basit işlemi çok ilgisiz bir alanda işyerinde yapıyor olduğumu fark ettiğim an oldu. Tabii ki işyerinde hologram yapmıyorum, ancak geleceğe yönelik bir takım tahminler ya da projeksiyonlar yapmam gerektiğinde son gerçekleşen veriyi alıyorum, gün sayısının değişken olduğu bir hale dönüştürüyorum, bir denklem oluşturuyorum yani, sonra gün sayısını değiştirip denklemi sondan çözüyorum ve böylece aynı eğilimde giderse gerçekleşen verinin bir hafta sonra alacağı değeri bulmuş oluyorum. Birbirinden farklı özelliklere sahip yetmiş kalem için bunu uyguladığımda aynen burada yazdığım gibi virgüllerle ara verilip bir türlü bitmek bilmeyen bir süreç oluyor. Ama olsun, ucundan bucağından hologram tekniğiyle ilgiliymiş ya bundan sonra oflayıp puflamadan yaparım.

Sonraki yazılar umarım dersin devamından, hologramın nasıl da her parçasında bütünün tamamını oluşturduğundan bahsediyor olacak. O zamana kadar haydin sağlıcakla...

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Merhaba,

Ben o vay be! Nidasını baya bir geç dedim aslında.Tabiki anlamamamdan kaynaklanıyordu geçikme.

Bu paralaks denilen,derinliği vererek 3. boyutu sağlayan olay normal fotorafta yok.Bem bunu okumuş ve geçmiştim.Çokta ilginc gelmemişti açıkçası ammmaaa bir yerde gözüme başka bir şey çarpmıştı.(çarptı dediysem baya bir açıklamışlar yani:) )Gözümüz fotoraf makinesinin mantığıyla çalışıyormuş ya yani 2 boyutlu bir şey görüyor.Ama beyin hayır diyor sen 2 boyutlu görmüyorsun al sana derinlik..Tamam derinliği aldık ama içime de kurt düştü.Nerden çıkardı bu derinliği? Diye sorunca Vay be! lerin ardı arkası kesilmedi :)

Hologramda olan ama fotorafta olmayan paralaks ve gözde olmayan ama beyinde oluşturulan bir paralaks!E birde üstüne beyinin hologramik çalıştığını söylerlerse girişim desenleri içinde dolanıyor buldum kendimi..

(kareli)

Pınar Y. dedi ki...

Hoşgeldin Kareli,

Gözün ve beynin algılamasına ilişkin bir bölüm daha önce incelediğim Holografik Evren adlı kitapta vardı. Hatırladığım kadarıyla, gözlerinde hasar olmayıp görme merkezlerindeki bir bozukluk yüzünden doğuştan kör olan insanların görmeleri sağlandığında dünyayı iki boyutlu algıladıkları için güçlük yaşadıklarından, perspektiften yoksun baktıkları için uzaktaki şeyleri küçük algıladıklarından ve yalnızken gözlerini kapatıp ya da karanlıkta yaşamayı tercih ettiklerinden bahsediyordu.

Görme, algılama ve beynin bunlar üzerindeki etkileri hakkında daha bir dolu deney de yer alıyordu. ilgini çekeceğini tahmin ederim...