25 Haziran 2007

1. Uluslararası Türkiye Salsa Festivali

22-24 haziran'da istanbul arena'da gerçekleşti! Bunun haberini alan hevesli muhabiriniz yerinde durur mu?! Tamamına değilse bile pazar gün ve gece boyunca süren kısmına elinde fotoğraf makinası, bir workshoptan öbürüne koşturup, aralarda terden ıslanan üstünü değiştirip, yarışmaların yarı finallerini kaçırmayıp akşam da finalleri ve çeşitli uluslardan sanatçıların showlarını hem izleyip hem kaydedip partide dans etmeden eve dönmeyen Pınar D. den bahsediyoruz! Ne durması???

Burada web sitesini, aşağıda da uzun listede yer alan hepsi birbirinden iyi sanatçıların tamamını gördüğümüz festival, peşin peşin söyleyeyim ki, süperdi! O yoğun programın en ufak bir gecikme olmadan tıkır tıkır ilerlemesinin mucize gibi birşey olduğunu şimdi bu mesajı yazarken fark ediyorum. Yoksa asıl mucize gösteri için gelen sanatçılar mıydı?! Hangi birini sayayım? Gündüz hazırlıklarını hayranlıkla izlediğim Salsa Dance Squad'ı mı? İnsan olduğundan şüphe duyduğum Alfredo'yu mu? İnsanın tüm sınırlarını aşmış Juan Matos'u mu? Tatlı kaçıklığı her halinden belli olan Hacha Y Machetenin Burcusunu mu? Gündüz bize on2 da dans etmeyi öğreten gece de sunuculuk yapan tatlı Eleni'yi mi? Gecenin sonunda söylediği Türkçe şarkıyla dumura uğratan Farid'i mi?


Reklamlar bir yana, organizasyonu paylaşan mundo latino'nun Yonca ile Mehmet Ceyhan'ı ve SalsaUK'nin Paul Young'ı performanslarından ötürü tebrik etmekten başka bir cümle kuramıyorum. Bize böyle bir festival yaşattılar ya, işleri daha zor artık. Çünkü bundan aşağısına razı olmayız bir daha! En azından kendi adıma öyle!

Gelelim yarışmaya... Yarışma kategorilerinin ilki bachataydı!

Böylece cumhuriyet kupalarından başka latin organizasyonu görmemiş topraklarımızda ilk kez bir bachata yarışması yapılmış oldu. Festivalde karşılaştığım birkaç tanıdık yüzden biri olan Cem Hakan Hatunoğlu partneriyle (Nazlı Örücü) birlikte üçüncülüğü kaptı. Bakınız sağdan ikinci çift.

Diğerleri, show salsa grup,

-sadece iki grubun yarıştığı en tenha kategori oldu. Finalistleri ve kazananları detaylı yazacağım ancak o zamana kadar cumhuriyet kupasında ilk kez gördüğüm ankaradan salsa angora'nın birinci olduğunu peşin peşin yazayım.

Show salsa çiftler,

-burada da yine tanıdık yarışmacılar vardı. Bursalı çift gipsy passion (İlker Gürcan & Sevgi Nur Bayraktar) yine cumhuriyet kupasındaki gibi orjinal ve enerjik bir show yaptılar ancak birinciliği salsa angoranın sempatik çiftine (Muzaffer Gür & Esra Aydın)kaptırdılar.

Amatör Salsa çiftler,

tabii ki hiçbirini henüz tanımıyorum.

ve profesyonel salsa çiftlerdi.

hepsini izlemek ayrı bir keyifti. Ruhumuz şenlendi! Ödüller festivallere katılımı destekleyen cömert sponsorların elinden çıkmaydı. Öyle ki, gecelerde dans etmeyi ileri taşıyıp yarışmacılığa geçmeyi düşündürttü bana. Dansın ve müziğin varlığı için şükrettiğimiz gecenin sonunda hala enerjisi kalanlar için harika bir parti başladı. İki gündür yorgunluk ve uykusuzluğa yenik düşen izleyiciler gitmiş olsa da arenanın kocaman pisti kımıl kımıldı. Son sözüm, çok daha fazla izleyiciyi hak eden harika bir festivaldi. Elbet dvdsi çıkar ancak orada olmayanlar yine de neler kaçırdığını bilemeyecek.

10 Haziran 2007

Tarihte Bugün: 10/06/2006

Pınar D. Hologram blogundan yayına başladı.



Şimdi: 10/06/2007
Pınar D. Hologram blogunun birinci yılını biraz buruk bir şekilde 76. mesajını yazarak kutluyor.

Bu mesajı aslında elimde ilk hologramım ve yüzümde kocaman gülümsememle çekindiğim güncel bir fotoyla süsleyerek, sürpriz tadında yazmak isterdim. Gerçi bu mesajı yazmamın an meselesi olduğunu biliyorum ancak, gerçekleşmeden atıp tutmak doğama aykırı olduğu için sessiz bir doğum günü kutlamasını tercih ediyorum.

İlk yıl hologram yapmamanın keyifli yollarında epey ilerledim. İkinci yıl keyifle hologram yapma konusunda da ilerlemeyi diliyorum.

08 Haziran 2007

Mizah Ruhun Gıdasıdır

Müzik gibi...

Hologram Forumunda buldum bu siteyi. Linguistik temelli karelerinin hepsini anlayamasam da nasada çalışmış, muhtemelen orada çalışmak için edindiği onca fizik bilgisi mizah duygusunu, romantizmini öldürmemiş, blogundan anladığım kadarıyla da gayet normal görünen bu arkadaşın karikatürlerine vuruldum! Bu mesaj eskir gider, yan sütundaki yeri baki kalır.

07 Haziran 2007

Derki 22. Sayı

Derkiye yazmaya başladığımdan beri yapmayı planladığım birşeydi, orada yayımlandıktan sonra görselleriyle birlikte blogda yayımlamak. Şimdiye kadar haber vermekle yetiniyordum, sonunda elim değdi ve aşağıdaki gibi yerlerini aldılar. Derkinin mayıs -ayın sonunda çıkmasına bakarak mayıs haziran sayısı olarak değerlendirmeli sanırım- sayısı ve orada yer alan, muhtemelen başka yerde bulamayacağınız ve şu an itibariyle umutsuzca benden başka kimsenin merak etmeyeceğini düşündüğüm bir konuda yazdıklarımı okumak isteyenleri buraya alalım. Umutsuzluk olsa geçerdi, fakat istatistikler de bunu doğruluyor gibi görünüyor. Hologram sanatı meraklıları, yine de bir bakın bakalım...

Bir sonraki yazının konusunu çıtlatmama gerek var mı? Yan sütundaki ilk elemente bakın desem yeterli ipucunu vermiş olur muyum?

Haydin sağlıcakla...

Boşluklardan Boşluk Beğen

Kuantum fiziğinin günlük yaşama katkısı…

Pek meşhur olan what the bleep filminin bir yerinde boşluktan söz ediyordu. Hiçbir şey hiçbir şeye değmiyor bile. İki atom birbirine yaklaştığında değmeden birbirlerini itiyorlarmış güya. Bir de en temel parçacık olarak geçen atomun bile çoğunluğu boşluktan oluşuyormuş. Artık onun da parçalara ayrılabilmesine rağmen uzunca bir süre en küçük birim olarak geçen atom çekirdeğinin bir tenis topu ölçeğinde olduğunu düşünürsek etrafındaki elektronların ufukta takılıyor olacağını anlatan bir anestezist vardı. Filmin sonunda mesleğini ve bu işlere merak salma nedenini insanları uyuturken nereye gittiklerini merak ettiği olarak açıklamıştı. Kaldı ki çekirdeğin içinin içi olduğu da artık ortaya çıkmış, parçalanması kıtaları yerle bir eden atomun içinin de pek dolu olmadığı anlaşılmış durumda.

Elektronlar pozitronlar birbirini ağırlar…
Şu an bilimin çözemediği bir tek fotonlar kaldı sanırım. Hangi elementin ne kadar elektronu olduğunu, elektronları stimüle ya da provoke ederek neler yapıldığını ve eksi yüklü olduklarını hiçe sayıp bir de artı yüklülerini yaptıklarını, marifetmiş gibi bunlara bir de pozitron adını verdikleri sabah haberleriyle ayağımıza gelmese bile biraz araştırıp öğrenme imkanımız var. Fakat fotonlar öyle mi? Ne zaman nasıl davrandıklarını çözebilene aşk olsun! Bu durumda nasıl davranacaklarını onların bile bilmediği uzak bir varsayım mı? Şu ajan Temeli işkenceyle konuşturma fıkrasında olduğu gibi. Hani temeli konuşturmak için her türlü işkenceyi uygulamışlar da tek kelime alamamışlar ağzından. Artık ölmesin diye durup hücreye atıp gizlice gözlediklerinde temelin kafasını duvarlara vura vura hatırla hatırla diye çırpındığını görmüşler! Belki fotonlar da öyledir, ne zaman ne yapacaklarını onlar bile bilmiyorlardır… Heisenberg amca belirsizlik ilkesini boşuna mı bulmuş, hem?!

Hayal ettiğin kadar varsın!
İnsanın gönlü zengin olsun…
Normalde hayal gücünün sınırsız olduğu söylenir. Teoride doğru olabilir. Ancak kendimden biliyorum, insan bazen bazı şeyleri hayal bile edemiyor. Üstelik bu hayal edemedikleri genellikle güzel şeyler oluyor. Bir şekilde aklımıza olumsuz bir düşünce getirdiğimizde kolaylıkla kendimizi o durum içinde hayal edebilirken, haydi, hayal değil mi, kur bakalım en güzeli nasıl olur diye hayal kurmaya oturduğumuzda şu anki durumumuzdan daha iyi bir fiziksel durum, hayal edemiyor. Sürekli endişe, güvensizlik, tehlike mesajlarıyla bombardımana uğrayan dimağımız koşullanıyor. Sürekli negatifi düşünüyor, öyle düşündüğü için negatif gerçekleşiyor, böylece bu şekilde düşünmekte haklı olduğuna ikna olup aynı düşünce paternini bir ömür boyu tekrarlıyor.

Hâlbuki the secret de ne diyordu. Bilinçaltımız alaaddinin cini gibi bizim dileklerimizi gerçekleştirir. Biz bir şey istersek onu bize vermek için süreç başlar. Biz sabırsızlık gösterip kararsızlığa düşersek ya da ilk isteğimizle çelişen mesajlar gönderirsek bizi sorgulamaz. Dediğimizi kelime anlamıyla gerçekleştirir. Geçmişe bakınca kendi hayatım için tıpa tıp geçerli olduğunu görüyorum. Beyan ettiğim, farkında olduğum ya da olmadığım tüm dileklerim realiteye dönüşmüş. Tabii ki hayatım tatlı cadınınki gibi burnumu oynatmayla bir anda gerçekleşen mucizelerle dolu olmadı. Ben de herkes gibi normal bir okul bitirip normal bir işe girip normal koşullarda çalışıp normal insanlarla arkadaşlık ederek geçti. Sevindiğim ya da üzüldüğüm olaylar oldu. Bu kuralın tıpa tıp işlediğini istediğim şeyleri sonradan istemekten vazgeçtiğimi ya da bir şeyi ister görünüp kendimi buna layık görmediğimi veya bir şeyi isteyip gizliden gizliye bunun mümkün olmayacağına dair güçlü bir inanç beslediğimi fark ettikçe söyleyebiliyorum. İstemekte istikrar gösterdiklerim ise en geç iki yıl içinde ve benim hiçbir şekilde tahmin edemeyeceğim şekillerde gerçekleşmiş.

Geçen geçmiş olsun, bundan sonrasına bakalım… Yakın gelecekte (mayıs 2007) yaşadığım evi değiştirmem söz konusu. Ve ben her normal insan gibi bu değişimin aynı zamanda bir miktar belirsizlik anlamına geldiğinin farkındayım. Ve şu anki bilincimin önderliğinde bunun tadını çıkarmayı ve bunu normalde hiç düşünmediğim bir konuda sıçrama yapabileceğim bir fırsat olarak görmeyi tercih ediyorum.

Ne diyordu, bir şey dilerken onun nasıl olacağına kafa yormayın, evren bir yolunu bulur. Siz ne istediğinize konsantre olun ve olabilecek en detaylı şekilde onu tanımlayın. Bilinçli düşünmeye sanırım ilk kez 8 yıl önce devam ettiğim yoga derslerinin etkisiyle başlamıştım. Kabıma sığamayan bünyem kendi düzenini kurmayı her şeyden çok istiyordu. Bir yıl sonrasında bir şehir değişikliği ile bunun gerçekleşeceği belli oldu, ikinci yıl sonunda koşulları oluşmaya başladı. Üçüncü yılın içinde benim dilediğimden de uygun bir şekilde dileğim gerçekleşti. Şu an içinde bulunduğum belirsizlik o zaman da vardı ve her şey havalanıp arkamdan esen rüzgârla yeni yerlerine konduğunda bıraktığımdan çok daha iyi bir konumdaydım.

Olanlar olacakların garantisidir!
Konut değişimim beni daha iyi bir konuma taşıyacak bir fırsat olabilir. Çünkü öğrendiklerimin ışığında hiç olur mu demeden gayet yüksekten uçmayı tercih ediyorum. Birbiriyle çelişmediği gibi; hayatımın, yaşadığım yer, yuvam dışındaki alanlarını da pozitif etkileyecek şekilde düşüncelerimi oluşturuyorum ve evrene iletiyorum. O kadar kira ödedikten sonra düşüncelerimi dünyevi konulara harcamaktansa kökten çözmeyi ve evimin sahibi olmayı diliyorum. Sahibi olmayı dilediğim ev de az bir şey değil hani, yerden ısıtması, jakuzisi, manzarası, güneş alması, havadarlığı, muhiti, mahallesiyle hayal edebileceğimin en iyisi diyeyim kısaca, siz anlayın. Eğer şu anki işimle finanse edemiyorsam, evren bana bunu finanse edebileceğim yeni ve daha iyi bir iş verir, daha bile iyi olur… Kaynaklar sınırsızken beni hayal etmekten kim alıkoyar, değil mi?

Verileri göz önüne aldığımızda iki aylık bir süre olduğunu görüyoruz. Dikkat ederseniz az ya da çok demiyorum, tam tamına iki ay. Bu süreye takılacak kuşkucular için küçük bir not: Hazır olduğunda, değişim, bir an’da olur.

Bir de kuantum çorbasından bahsediyordu ak saçlı ak sakallı dede. Biz bir şeyi gözlemlerken orada, gözlemlemezken tamamen bir bilinmez. Bütün atomlar birbirine karışıp maddeden tekrar olasılık moduna geçiyorlar. Biz gözümüzü onlara diktiğimizde, hop, tekrar madde oluveriyorlar. Böyle düşününce, hem bizim madde sandığımız şeyler boyutsuz alanlar, yetmezmiş gibi bir hareketliler, sormayın gitsin. Senin bakmadığın an kuantum çorbası, baktığın an her şey bıraktığın gibi. Bir kez olsun şaşırır, kibrit kutusundaki bir kibrit çöpü ters gelir mesela, değil mi? Yok, o da yok! Şaşırtma adına tek yaptıkları şey, bazen ortadan kaybolmak bazen de aynı anda iki farklı yerde olmak. Bizim dünya dediğimiz şeyin çivisi çıkmışken bile diyemiyorum, çıkacak bir çivisi bile yokken, üstelik belki dünya diye bir şey bile hepimizin ortak yanılgısı olan bir hologramdan ibaretken, bir görünüp bir kaybolmak, aman ne orijinal! Buna sebep olan şey, bilinç, yaratıcı, her ne ise artık, eğlenedursun, ben kimim, neredeyim diye kafa yoran bilinçcikler de kendisini paralasın…

Yine boşluk konusuna dönecek olursak. Madem bizim materyalist dünya olarak nitelendirdiğimiz şey bir boşluk. Diğer yandan bize biçilmiş ömür boyunca buralarda takılmak durumundayız. Aslında iş sadece bütün fiyatları ödeyebilecek kadar zengin olduğumuzu fark etmekte. Sonuçta ödeyebileceğinden emin olduğunda bir insan alışveriş yaparken fiyat etiketine bakar mı? Bakmaz, onun yerine alacağı şeyin özelliklerine bakar. İhtiyacımı karşılıyor mu, bana uygun mu, bunu ister miyim diye düşünür, kaçaymış diye sormadan önce. Benimki de o hesap, madem hesabı evren baba ödüyor bari ben içinde yaşayacağım ev, gün boyu yapacağım iş, ayağıma giyeceğim ayakkabı ya da öğlen yiyeceğim yemek olsun, beni en mutlu edecek, en çok seveceğim şeyler neler, ona karar vereyim diyorum…

Nihayetinde çoğunluğu boşluktan oluşan atomlardan oluşan moleküllerden oluşan materyallerden yapılmış bir çift çizmenin bir yerinde prada yazması ile yazmaması arasındaki fark benim yüzümde oluşan bir gülücükse, tabii ki gülücük oluşturanı tercih etmek daha mantıklı. Amaç o gülücüğü yaşamaksa bunu bir şeye bağlamadan yaşamak da mantıklı tabi. (buda modeli) Ayakları sıcak tutacak başka bir çözüm bulmak ve içinde “ama” geçmeyen cümleler kurmak da mümkün. (bir lokma bir hırka modeli) Bana sorarsanız, hepsinin boşluktan oluştuğunun bilincinde olarak naylon balıkçı çizmesi yerine prada çizmelerle mutlu olmak, sıcak tutulması gereken ve yürümeye, koşmaya, dans etmeye yarayan ayaklara sahip olduğu için mutlu olmaktan sonra gelen en naif, en saf, en güzel ikinci sevinme nedenidir ve bunu akıl edenlerin sağlıklı ayaklara ek olarak en klasından bir çift prada çizme artı çantayla ödüllendirilmesi gerekir!  Çünkü evren o kadar cömerttir ki her zaman istediğimizden fazlasını verir. Sevgili yaratan, evren, bilinçaltım, bütün olanların kaynağı, her neredeysen sana sesleniyorum!!! Şu benim evle birlikte hallediverirsin artık…

Uçağımın direksiyonunu biraz daha kaldırıyorum, beni adam yerine koyar mısınız demeyip daha yüksek irtifada seyre dalıyorum. Sizin sözlüğünüzde yeri var mıdır bilemiyorum. Benim ailemde, yetiştiğim çevrede ‘varlığı yetmek’ diye bir kavram vardır. Cümle içinde kullanmak gerekirse, birisi diyelim ki spontane olarak –eskiden cep telefonları yokken böyle şeyler daha çok olurdu tabi- bir başkasına uğruyor ve orada şans eseri başka misafirler var ve onlar haberli geldikleri için mükellef bir sofra kurulmuş, güzel güzel yemek yiyecekler. Spontan misafirimiz kültürümüzde kabul görmüş bir adet olarak eli boş geldiği için mahcup olup bunu ifade ettiğinde evsahibi onu sofraya buyur ederek ‘varlığın yeter!’ der. Birine iyilik yaptığında, iyilik bile değil görevini yaptığında buna bir bedel ödemesi gerektiği hissine kapılan herkese de kullanıldığını duymuşumdur: varlığın yeter güzelim!

Yani bu sofraya oturmak için bir şey yapman, bir bedel ödemen, katkıda bulunman gerekmez. Daha önce haber vermen bile gerekmez. Senin var olman yeter. Hatta bütün bu eğlenceye anlam katan biricik şeylerden birisin sen de. Lütfen mahcup olma, evren en güzel en bereketli sofraları hazır tutmakta. Ya sen olmasaydın, bu sofradan karnını doyuracak kimse olmasaydı, asıl o zaman ne anlamı kalırdı onca bolluğun? O nedenle, evrenin sana sunduğu tüm güzelliklerin tadını çıkarman için varlığın gerekli ve yeterli. Evrenin hiçbir zorluk ya da darlık yaşamadan sunduğu o sofraya otur, karnını doyur, tadını çıkar! Bunu fark ettiğimden beri ben öyle yapıyorum. Hedonistliğimin ardında sağlam nedenler var yani. Şu an abartıp bir de hayalimdeki evde mayıs 2007 de oturuyor olma siparişi veriyorum. Bakalım, hazırım bekliyorum…

Fraktal Geometri

Fraktal geometriyle ilk tanışmam bundan 5 yıl kadar önce bir arkadaşımın bilgisayarla yaptığını iddia ettiği bir resmi başka bir arkadaşıma doğum günü hediyesi olarak vermesiyle oldu. Klasik anlamda resim diyemeyeceğim bu görüntü, başı ve sonu –belli- olmayan ve birbiri içinde tekrarlanan geometrik diyebileceğimiz, demeyedebileceğimiz bir motifin birbiri içinde tekrarlanan canlı renklerle süslenmiş haliydi. Daha sonra başka eserlerini de gördüğüm arkadaşım ilk kez duymama daha birkaç yıl olan fraktal ya da mandelbrot kelimelerini tek bir kez bile cümle içinde kullanmadan, ‘bilgisayar programı var, yapıyorum işte’ diyerek hayretimi izledi.



Hala hayatta olan ve resimde görülen, zamanında ne matematikçilere ne fizikçilere yaranabilmiş Benoit Mandelbrot amcanın ikibin yıllık koca Öklid geometrisini tahtından ettiği buluşunu tanımlamak için oğlunun Latince sözlüğünü karıştırırken rastladığı fractus sıfatından ilham alarak uydurduğu fractal kelimesi ve bu isimle tanımladığı geometriyle tanışmama daha birkaç yıl vardı. Mandelbrot bunu yaptığında takvimler 1975’i gösteriyordu, kendisinin fraktal geometriye dair yayımladığı “İngiltere sahillerinin uzunluğu nedir?” başlıklı ünlü makalesinin yayımlanmasının üzerinden 8 yıl geçmişti.

Cevabı başlığı kadar ilginç olan bu makale, daha sonra fraktal geometrinin doğadaki başka tezahürlerine yoğunlaşacak başka matematikçiler için bir öncü niteliği taşıyordu. Özetle, Mandelbrot; ‘Bulacağınız uzunluk pergelinizin uzunluğuna göre değişir. Eğer bir metre açıklığında bir pergelle ölçüyorsanız bir metrenin altındaki kıvrımlar ölçülmemiş olacaktır, eğer bir karışlık bir pergelle ölçüyorsanız bir karışın altındaki kıvrımlar yuvarlanmış olacaktır. Ölçümünüzü ne kadar hassaslaştırırsanız bulduğunuz sonuç o kadar büyük olacaktır ve bunun sonu her bir kum tanesini ard arda ölçmeye kadar gidecektir.’ diyordu.



İngiltere ya da Türkiye sahilinin ne kadar uzun olduğu gibi bir merakım olmadı. En meraklı zamanlarımda bile evdeki televizyonun içinde gerçek adamlar olmadığının farkındaydım. Ancak bu her kıvrımında kendi minik örneklerini sakladığını gördüğümüz ünlü Mandelbrot serisinin z kare + c gibi gayet basit bir fonksiyondan oluştuğunu öğrendiğimde şaşırdım. Gördüğüm kadarıyla tek püf noktası z’nin sıfırdan başlayan herhangi bir sayı, c’nin de test edilen noktaya tekabül eden karmaşık bir sayı olması. Hepimizin anlayabileceği bir dille ifade etmek gerekirse sıfırdan itibaren bir sayı alıyoruz, kendisiyle çarpıp sonucu aldığımız ilk sayıya ekliyoruz. Sonra bu sayının karesini alıp ilk sayıya ekliyoruz ve istediğimiz kere tekrarladığımız bu fonksiyonun dinamik karşılığı yukarıdaki resimlerin ilki oluyor.

Araştırınca gördüm ki fraktal geometri, ortaya çıkışı, daha doğrusu bu açıklıkla tanımlanışı ve bir türlü kabul göremeyişi matematiğin bilgisayarların gelişmesini beklediği yüz yıllık uzun ve sıkıcı dönemin bitmesini beklemiş. İlk örnekleri birinci dünya savaşı sırasında Gaston Julia ve Pierre Fatou’nun inceledikleri ve literatüre Julia seti olarak geçen denklemlerle genç Mandelbrot karşılaşmıştı ve kendi başarısının sırrı olan sezgileriyle bunların Öklityen kavramlarla açıklanamayacağını anlamıştı. Kendisi şanslıydı, hem dünyaya daha uygun bir zamanda gelmiş hem de IBM gibi bir firmada, zamanın en ileri –ileri dediysek günümüzdekilerin atalarından bahsediyoruz- bilgisayarları elinin altında çalışmaktaydı, üstelik hafif çatlak ve bolca megaloman bir bilim adamı olarak sonradan pek ünlü olacaktı.



Burada özetlemekte zorlandığım bilgilerin ışığında söyleyebilirim ki Mandelbrot’un bu hep gözümüzün önünde olan fakat bilinen tarih boyunca kimsenin formüle edemediği fraktal geometrinin başarısı bakış açısında yatmaktadır. Kendisi de sorup cevapladığı sorularda bakış açısını yani ölçeği baş değişken olarak kullanmış. Yine meşhur sorularından biri; bir yumağın boyutu nedir? Eğer uzaktan bakıyorsak bir nokta kadardır. Biraz yaklaşınca birbirinin üzerine sarılmış iplikler kadardır. Daha da yaklaşınca iplikleri oluşturan daha ince lifler kadardır. Daha da yaklaşırsak o lifleri oluşturan sıfır boyutlu noktalar kadardır. İnsanın avucunda tuttuğu bir yumağın nihayetinde sıfır boyutlu noktalar toplamı olduğuna inanası gelmiyor ancak matematiksel olarak durum bu.



Koch’un birbirini daha küçük ölçeklerde tekrarlayan üçgenlerden oluşan kartanelerinin merkezinden çizilmiş bir daireye sığmakla birlikte kenarının sonsuz uzunlukta olduğuna da ilk bakışta inanmak zor. Ancak matematiğin böyle de bir boyutu varmış işte! Her kenarı 30 santimetrelik gayet ele gelir bir boyutta bir eşkenar üçgenle başlayıp, her kenardan ortadaki on santimden yeni bir eşkenar üçgencik çıkarmak ve bunu tekrarlayarak, her seferinde bir öncekinin üçtebir boyutunda yeni üçgencikler yapmaya devam edersek bizim de Helge von Koch’un ta 1904’de tanımladığı, kenar uzunluğu sonsuz, alanı maksimum eşmerkezli bir daire kadar olan bir kar tanemiz olur. Tamamen ölçek meselesi.



Cantor tozu, Sierpinski halısı ya da Menger süngeri de aynı mantıkla oluşturulmuş daha eski örnekler. Matematiksel bakımdan incelenmeye değer olduğu gibi pratik yaşamda da benim aklımın ucundan geçmeyecek dertlere deva olmuşlukları varmış. Bir doğrudan başlayıp, üçe bölüp ortadaki üçte biri kaldırıp, sonra kalan her üçte bire aynı işlemi uygulamayı tekrar ederek ortaya çıkan noktacıklardan ibaret olan Cantor tozunu Mandelbrot, kablolardaki veri transferinde ortaya çıkan hatanın dağılımı ile ilişkilendirmişti. Aynı işlemin üç boyutlu hali olan Menger süngeri bir küpün merkezindeki küpün kesilip çıkartılması ve kalan dokuzda bir boyuttaki diğer sekiz küpe de aynı işlemin uygulanmasından oluşmaktadır. Sonsuz yüzey ve sıfır hacme sahip bu yapı Eiffel Kulesi ile inşaat teknolojisine girmiş ve bu alandaki belki de en kullanışlı çözüm olmuştur.



Yirminci yüzyılın son çeyreğinde ismine kavuşan bu matematik dalının doğada sayısız örneklerine işaret eden başka bilim adamları da oldu. Bir eğrelti otunun yapraklarının diziliminden bir şimşeğin izlediği yola, bir camdaki çatlağın çıkardığı desenden akciğerlerimizin içindeki bronşların ve damar sistemimizin yapısına kadar fraktal geometri içinden evrenin doğduğu, o ilk gaz ve toz bulutlarından beri kendi minik örneklerini içinde barındıran bir düzen olarak mevcut. Bunu idrak ettikten sonra benim için anlaması asıl zor olan şey bunu keşfetmek için neden bu zamana kadar beklediğimiz!


Kaynakça;
Kaos, Yeni Bir Bilim Teorisi, James Gleick, Tübitak Yayınları, 1995
Raslantı ve Kaos, David Ruelle, Tübitak Yayınları, 1994
Ve tabii ki Wikipedia

Yeni Bir Hobi: Hologramcılık

Bu yazımın başlığı derkinin bir önceki sayısı için yazılmış fakat çeşitli sebeplerden (a-bir aylık gecikmenin hiçbir kayba yol açmadığı b-doğru zaman şimdi olduğu c-ikisi de) dolayı devamını kaleme almak bugünün işiymiş.

Derkinin bir güncel magazin olduğu düşünülürse dünyadaki üyelerinin bir avuç, ülkemizdeki bilinen meraklısının ise bir kişi olduğunu da göz önüne alırsak bu satırları yayımlayarak derkinin güncelliğin ötesinde gayet proaktif bir harekette bulunduğu anlaşılır.


Hologramcılık nedir? Hologram nedir? Nasıl yapılır? Muhtemelen başlığı okuyunca aklınıza ilk takılan sorular bunlar. Merak etmeyin, elimden geldiğince cevaplayacağım. Bir soru daha var ki yer vermesem olmaz: neden hologram? Olur da bu yazıdakiler ilginizi çeker ve siz de bir hologram hobicisi olmaya karar verirseniz bu sonuncusu karşınıza en sık çıkacak sorudur.

Hologram Derken…
Öncelikle belirtmeliyim ki hologram felsefeden bilime, güvenlikten bilgi teknolojisine pek çok farklı alanda farklı şeyleri tanımlamakta kullanılmakta. Kavram karmaşasına neden olmamak için hemen şu anda bahsettiğim hologramın nasıl bir şey olduğunu anlatayım.

Hologram, ışığa feci şekilde duyarlı bir film ya da plaka üzerinde yer alan üç boyutlu görüntüdür. Üç boyutlu derken bilgisayarda yapılmış hafif bir hareket ve gölge efektinden ya da perspektife uygun bir imajdan bahsetmiyorum. Herkesin anlayacağı bir dilde ifade etmek gerekirse bir yüzeye baktığınızı bildiğiniz halde gördüğünüz objeyi camın önünde ya da ardında, tutabilirmişsiniz gibi algılamaktan bahsediyorum. Hatta yaklaşıp başka açılardan baktığınızda sanki orada gerçekten obje varmış ve onu değişen açılardan izliyormuş hissine kapılmaktan ve onu tutmak üzere elinizi uzattığınızda elinizin boşluktaki görüntünün içinden geçmesinden ve gördüğünüzün çok gerçekçi bir hayal olduğunu fark etmenizden…
Nasıl? Heyecan verici, değil mi? Paralaksa sahip olması hologramı fotoğraf ya da başka bir materyalden ayıran başlıca nedenlerden biri.

Bir diğeri hologramı parçalara ayırdığımızda elimize görüntünün iki yarısının değil, belki biraz deforme olmakla birlikte görüntünün tamamının yer aldığı daha küçük parçalar elde etmemiz. Tamamen ışığın özellikleriyle ilgili olan bu sonucu açıklamak için bilim adamlarının yeni bir bilim dalı oluşturduğunu söylersem ne düşünürsünüz peki? Sizi bilmem ancak pratik yaşamda gayet basit algıladığımız şeylerin bilim adamlarını birbirine düşüren ve hala tam olarak formüle edilmemiş olduğunu öğrendiğimde ben çok şaşırmıştım. Tabii dalga parçacık ikilemini, ışığın bazen dalga bazen parçacık gibi davrandığını yeterli bir formül olarak kabul etmekte zorlanmıyorsanız.



Bu noktada nasıl devam etmem gerektiği konusunda kararsız kalıyorum. Hologramın bilimsel olarak gözlemlenen fakat test edilemeyen mucizevi özelliklerini felsefeyle karıştırıp mı anlatsam?? Şimdiye kadar daha çok ağırlık verdiğim kuantum fiziğinin uğraştığı yüksek fizik dersleriyle kafanızı mı ütülesem? Yoksa potansiyel hologram hobicilerini ürkütmeden hologram yapımının da takı tasarımı, pasta yapımı ya da fotoğrafçılık gibi bir hobiymişcesine adım adım püf noktalarını mı anlatmaya başlasam? Beni cezbedenin birinci, şimdiye kadar yaptığımın ikinci olmasına rağmen üçüncüyü tercih ediyorum.

Biraz Pratik
Hologram yapmak için nelere ihtiyacımız var?
-öncelikle motivasyona ve onun peşinden gitmemizi sağlayacak güçlü bir bünyeye!
Eğer kendinizi neden hologram sorusuna hazırladığınızı ve karanlık, sessiz bir odada sıkılmadan uzun süreleri geçirebilecek enerjiye sahip olduğunuzu düşünüyorsanız geriye birkaç minik detay kalıyor.
-lazer
-holografik film veya plaka
-banyo solüsyonları
-ayna ve mercek düzeni ve
-ışık ve titreşimin olmadığı bir oda

Bütün bunların toplamını bir laboratuar içinde emrinize sunulduğunu ve bunları holograma dönüştürecek bilgiye sahip olduğunuzu da düşünürsek kendi ellerinizle yaptığınız hologramlarınızın duvarlarınızı süslemesi an meselesi demektir.



Biraz Tarih
Eğer liste biraz uzun ya da pratiklikten uzak göründüyse size hologramı bulanlardan bahsedeyim biraz. Hologramı bularak Nobel fizik ödülünü alan Macar asıllı Amerikalı fizikçi Dennis Gabor’un elinde bunların hiçbiri yoktu. Yapmak istediği şey bir hologram değil elektronları daha yakından görmesine yarayacak bir aletti. Üstelik henüz hologramın başlıca gereksinimi olan lazerler icat edilmemişti. Yine de onun mikroskobik boyuttaki çabaları on yıl sonra lazer bulunduğunda işe yaradı. Tamamen içgüdüsel bir motivasyonla Emmeth Leith ve Juris Upatnieks yine hologram dışında bir konuda kullanmak üzere Gabor’un tekniğini lazer ışını ile kullandılar ve lazer ışını ile görüntülenebilen ilk hologramı yapmış oldular. (Bkz. Resim 1) Yola hologram yapmak için çıkan ilk insan Yuri N. Denisyuk oldu. O zamanın SSCB’sinde bu çalışmaları Lipmann Fotoğrafçılığı ile birleştirerek başka bir ilke imza attı ve gün ışığı ya da herhangi bir lamba ile görüntülenebilen ilk hologramları yaptı. Ve bundan sonra hologram teknolojisi alıp başını gitti. Başlangıçta amaçsız, sonuçsuz hatta başarısız görünen bu denemeler daha güçlü lazerlerin yapılması, daha gelişmiş tekniklerin çıkmasıyla portre hologramları, hologram etiketleri, güvenlik ve ölçüm uygulamalarında kullanımı ve sanattaki yansımaları ile hologram teknolojisini dünyaya tanıttı.

Neden Hologram?
Benim hologramla tanışmam ve şimdiye kadarki serüvenim sadece bir merak ve merakımı gidermeden rahat edemeyen bünyem eşliğinde şekillendi. Gördüğümüz, dokunduğumuz, gayet somut olarak algıladığımız şeylerin atomik düzeyde boşluktan oluştuğunu, boşluğun da lazer ışık oyunlarıyla dolu gibi görünebileceğini öğrenince hayatımdaki keskin sınırlara veda edip tanık olduğum ironiyi muzipçe ifade etmek için hayalimdeki hayal olarak hologramcılığı seçtim. İşte bu nedenle hologram.

Tavşan Deliğinden Aşağıya (Down The Rabbit Hole) (2006)

2004 de spritüel film piyasasını sallayan ‘Ne Biliyoruz ki?’nin devam filmi olduğunu umarak izlediğim Tavşan Deliğinden Aşağıya hakkında yazarak başlıyorum derki’deki yazılarıma. Dvdsi bir aya kadar raflarda yerini alacağı ilan edilen film elime mucizevî bir şekilde geldi desem yalan olmaz. Ben de bu önceliği değerlendirerek izleyicisi bol olacağını tahmin ettiğim film hakkında ilk ahkâm kesenlerden olma ayrıcalığını kullanmayı tercih ettim. –filmde öğrendiğimiz gibi, bu tercihimi yapana kadar izlemek, izlememek, izleyip yazmak, yazmamak ve daha bir dolu başka olasılık söz konusuyken gözlemimi bu eylem üzerinde yoğunlaştırarak bu olasılıklardan birini gerçekleştirmiş oldum-

Hakkında yazmaya karar verdiğim için olaya ciddiyetle yaklaştım ve film başlamadan yanımda kalem ve defterimi hazır ettim. İlk filmi izlemeyen kalmadığını düşünerek bakalım notlara girecek denli dikkatimi çeken bilgileri paylaşayım... Yok, izlemedik, filmde görmek istiyoruz diyenler italiklerin altından okumaya devam edebilir.



Beynimizin saniyede 400 milyar bitlik bilgi aldığı ancak bunun 2000’inin farkında olduğumuzu. Buradan da mevcut bütün olasılıkların beynimizde yer aldığı, realitemizi oluşturan kısmının düşüncelerimizle şekillendiği

Kuantum mekaniğinin dört özelliği
-aynı anda birden çok yerde olabilme olarak açıklanan süper pozisyon
-dalga gibi davranan parçacık olarak açıklanan dalga/ parçacık ikiliği
-uzak mesafelerden iletişim kurma becerisi olarak açıklanan bağlılık
-bir dalga fonksiyonu ile çevrelenmiş kuantum durumları olarak açıklanan- bose-einstein yoğunluğu

Kuantum mekaniğinin dünyayı, elektronlar dünyası olarak değil, potansiyel elektronlar dünyası olarak tanımlaması

Somut dünya olarak algıladığımız maddelerin moleküllerden, moleküllerin atomlardan, atomların ise çoğunlukla boşluktan oluştuğu

Çok küçük alanların çok kısa zamanlarda inanılmaz büyük enerjiler çıkardığı, bir big bang yaratmanın problem olmadığı

Hiçbir şeyin hiçbir şeye gerçekte dokunmadığı, yaklaştığında elektronların birbirini ittiği

Beynin gördüğü şeyle hatırladığı şey arasında ayrım yapmadığı

Beynin arkasındaki hipotalamusun görevinin peptitler üretip yaymak olduğu. Peptitlerin ise her duyguya karşılık gelen proteinler olduğu ve kan dolaşımıyla vücuda yayılıp kendisini kabul eden hücrelere ulaştığı, hücrelerin algılayıcılarıyla buluştuğunda hücreyi aktive ettiği ve aktive olan hücrelerin de ihtiyaçlarını karşılamak için beyine seslendiği ve beynin de bu çağrıya kulak verip ihtiyaç duyulan kimyasalları salgılayacak durumlar/ deneyimler yarattığı… Belli duyguları günlük olarak ne kadar sık hissediyorsak o duyguların kalıplaştığı, ne kadar uzun süre hissetmiyorsak da o kalıpların yok olduğu…

Olumsuz duyguların hücrelerdeki algılayıcıları kapattığı, hücreleri bölünmeye zorladığı ve oluşan yeni hücrelerin çok daha az algılayıcıya sahip olduğu, dolayısıyla yemeklerden alınan kimyasalları algılayamayacak hücreleri besinlerle tedavi etmenin imkânsızlığı

Bağımlılığın kimyasallara ya da duygusal durumlara karşı olabileceği ve en basit tanımının duygusal durumu kontrol edemediğimiz şeylere bağımlı olduğumuz olduğu ve biz o durumlara bağımlı olduğumuz sürece beynimizin bunu tatmin edecek deneyimler hazırladığı

Zihnimizi değiştirirsek seçimlerimizi, seçimlerimizi değiştirirsek de hayatımızın değişeceği

Dr Kuantumun dalga parçacık ikiliği ve gözlemcinin farkını çift yarık deneyi ile anlatması. Maddenin gözlemlendiği zaman parçacık, gözlemlenmediği zaman dalga özelliği göstermesi…

Dr Kuantum’un iki boyutlu ve üç boyutlu yaşayanların farkını göstermesi ve bilinç sıçramasını deneyimleyenlerin geriye dönemediğini anlatması


Kısa cümleler halinde bir a4 ü geçmeyen bu notlar ve filmin kendisi sizce de çok tanıdık değil mi? Görev bilincim bastıran uykuma galip geldi ve farkı neymiş diyerek bir de 2004’de çıkan ilk filmi izledim. Yine defterim kalemim elimde… O da nesi? Aynı konular aynı sırayla aynı şekilde yer alıyor. Ve anlıyoruz ki iki film arasındaki yaklaşık yarım saatlik fark sadece iki ayrı yerde görünen Dr. Kuantum animasyonları!



Şimdi benim bu satırları yazıyor ve derki okurlarına ulaştırıyor olmam bile filmde karşılık bulan gerçeklik yaratma konusu ile açıklanabilir. Ya da düşüncelerimizin geleceği yarattığı mekanizma ki filmdeki favorim bu olmuştur. Bundan sonra laf çok icraat yok saldırısına karşı kullanabileceğim en sağlam savunma. Düşünüyoruz ya kardeşim, geçiniz sen yanmazsan, ben yanmazsamları, düşüncelerimizle değiştiriyoruz dünyayı… Şimdi moda bu! Derken yine duraksıyoruz, düşünüp düşünüp vazgeçerek düşüncelerimizle dünyayı/ hayatımızı değiştiremeyeceğimize inandığımızı ve böylece de bunu deneyimlediğimizi açıkladığı bölüm aklımıza geliyor… Bir an filmin her soruya cevap, her derde deva olacak her şeyi içinde barındırdığı hissine kapılıyorum.

Velhasıl, kuantum mekaniği karışık bir şey. Toplumun medyadan, popüler kültürden ve bunların dayattığı şartlanmalardan yeteri kadar nasibini almış herhangi bir üyesi olarak ben de materyalist, keskin sınırlara sahip bir hayat kurmuştum. Kuantum fiziği ile tanışıp, algıladıklarımızın sandığımız gibi olmayabileceğine, her şeyin mümkün olabileceğine bir şekilde ikna olduktan sonra biraz daha hafif moda geçiş yapabildim ve hayatım daha az stresli ve daha çok keyifli anlardan oluşmaya başladı. Ve evet, filmde dediği gibi hiç eskisi gibi olmadı. Yine de bunlar bir öneri değil, özetle hazır bünyelerde bazı devreleri ateşleme etkisi gösterebilecek bu filmi ya da öncekini isteyen istediği dozda alsın. Ben üzerime düşen görevi –tabi eğer varsa öyle bir şey- düşüncelerimi ve hayatımı gözlemleyerek yapıyorum.