20 Mart 2010 Cumartesi Havana
Uzun bir uçak yolculuğunun ardından Havana’ya indiğimizde hava kararmıştı. İlk şaşkınlığımı havaalanında görevlilerin kapalı alanda sigara içtiklerini gördüğümde yaşadım. Küba dumansever bir ülke, dönüşte uçağa binmek üzere beklerken yolcular da sigara içiyordu, yerdeki izmaritlere bakılırsa bu konuda ilk değillerdi. Bavulları aldıktan sonra ilk iş olarak paramızı Küba’da da turist olarak harcayacağımız cuc’a çevirdik ve bana 100 yıllıkmış gibi gelen bir lada marka taksi ile güya pazarlık yaparak ama yine de pahalıya anlaşarak kalacağımız yere geldik. Otelde değil evinde fazla odası olan Kübalıların devlet izniyle işlettikleri casa particularelerde kalmayı tercih ettik. Rezervasyonu gelmeden önce internetten yaptığımızdan içimiz rahattı. Prado caddesinin başında, hem Malecon’a hem de Eski Havana bölgesine yakın bir noktada bulunan casamıza ulaştığımızda bizi minik bir sürpriz bekliyordu; odamızda kalanlar gitmemişti. Ama sonradan bizim her işimize koşacak olan tatlı ev sahibemiz aynı apartmanda aynı fiyata başka bir casa particularede yer ayarladığını söyledi, biz de sorun etmeyip iki kat aşağıdaki eve geçtik. Duş aldıktan sonra yemek yemek üzere çıktık. Madrid’deki Prado caddesinin tıpatıpı olan geniş, ortasında yürüyüş yolu, kenarlarında da aslan heykelleri olan caddedeki sokak lambaları öyle solgundu ki aydınlatıyor bile denemezdi. O haliyle Küba ilk ve son kez gözüme karanlık ve korkutucu göründü. Yorgun olduğumuz için haritada yol bulacak mecalimiz yoktu o nedenle kaybolmamak için caddenin diğer ucuna yürüdük, açık gördüğümüz tek yer olan Habanaguex’in işlettiği bir restoranda hafif bir şeyler yedik ve aynı yoldan geri döndük.
21 Mart 2010 Pazar
Hem saat farkına henüz alışmadığımızdan hem de erkence yattığımız için sabah erken kalktık. 08:30 gibi kahvaltı için odadan çıktık. Başka bir odada kalan çiftin kahvaltısını bitirmesini bekledik, çünkü salona açılan diğer iki odada kalan başka turistler vardı ve Luis herkesi evin en iyi yerinde, denize bakan balkonda ağırlamak istiyordu. Elleriyle hazırladığı kahvaltıda meyve salatası, guava suyu, tortilla, marmelat, ekmek ve kahve vardı. Saat 10 olduğunda hazırlanıp çıkmıştık. Önce tembihleri dinleyip ucuz ve iyi su içmek için Prado’da bir marketten suyumuzu aldık ve Lonely Planet’deki Habana Vieja (eski Havana) turunu yapmak üzere yürüdük. Yolda müzik aletleri satan bir yer bulduk. Bol bol fotoğraf çekerek ilerledik. İlk durağımız Plaza de la Catedral idi. Oraya ulaştığımızda tam Pazar ayini yapılmakta olduğundan hayli kalabalıktı. Masalarını meydana atmış olan ve denenmesi tavsiye edilen Restaurante el Patio’ya henüz tok olduğumuz için uğramadık. Katedralin içine girdik ve meydandaki sanat galerisini gezdik.
Oradan Plaza de Armas’a yürüdük. Castillo de la Real Fuerza kalesini gezdik. Palacio del Segundo Cabo’nun (vali yardımcısının evi) altındaki kitapçıyı gezerken, gözümüze bir dolu müzik cdsi kestirdik. Museo de la Ciudad’ı gezdik, Aslı Pelit’in kitabında yazdığı, herkese sergilenmeyen yekpare mermerden küveti gördük. Bir görevli kadın bizden bahşiş koparmak için asker gibi önüne katıp şurada dur, buraya bak, ay lav yu (öpüşün demeyi kastediyor) diyerek fotolarımızı çekti.
Plaza de Armas’dan Plaza de San Francisco de Asis’e doğru yola çıktık. Yolumuzun üzerindeki Maqueta de la Habana Vieja’yı (eski Havana maketi) gezdik. Yine yolumuzun üzerindeki Museo del Chocolade’ye (Çikolata Müzesi) girmek için biraz bekledik. Ancak sıcak çikolatalar beklediğimize değdi. Plaza de San Francisco Asis’de aslanlı çeşmeyi gördük fakat kiliseye girmedik.
Sonra eski Havana bölgesindeki son meydan olan Plaza Vieja’ya (Eski meydan) gittik. Burası en eski meydan olup bir dönem otopark olma tehlikesi yaşamış, neyse ki bu karardan vazgeçilip meydana bakan binalar restore edilerek yine meydan görüntüsü korunmuş. Tam köşedeki binanın üzerinde kitaplardan okuduğumuz Camera Obscura’ya çıktık. Karanlık odanın ortasındaki konkav platformda tepeden gelen kameranın yansımasında görevli bayan İspanyolca olarak nerelerin göründüğünü anlattı, iki aylık ispanyolcam bunu anlamaya yetmedi yazık ki… Terasta biraz vakit geçirip o ana kadarki yorgunluğumuzu atmak için meydana bakan Taberna de la Muralla’da bir mola verdik, kendi damıttıkları biralarını tadarken canlı bir grup müzik yapıyordu. Yaşı ancak 5-6 olan bir erkek çocuk ve onun 1 yaş büyüğü ablası -idi sanırım- hiç ritim kaçırmadan, sadece ayaklarıyla değil, kollarını tüm bedenlerini kullanarak dans ediyorlardı. Kübalıların müzik ve dans konusunda nasıl bu kadar yetenekli olduklarını onları izlerken anladım. O çocuk 25 yaşına geldiğinde yirmi yıldır dans ediyor olacak!
Ayaklarımızın yorgunluğu geçtikten sonra sahil tarafına dönüp Museo del Ron (Rom Müzesi) ve Barre Dos Hermanos’un önünden geçtik, ikisine de girmedik. Plaza de Armas’a gelince gayet hareketli görünen Obispo sokağına girdik. Sanat galerilerinin ve hediyelik eşya dükkanlarının ve bir dolu insanın arasından bakınarak yürüdük, açık pazarı gezdik, yine müzik aletlerine baktık. Eğer turla gelmiş olsaydık kalacağımız otel olan Hotel Florida’nın önünden geçtik ve Obispo’nun sonundaki Parque Central’e geldik. Tam o sırada Gran Teatro’da dans gösterisi vardı ancak turist fiyatları çok pahalıydı. Biz de hemen yanındaki Amerikadaki başkanlık sarayının küçük ölçekte bir kopyası olan Capitolio Nacional binasını gezdik. Dünyanın iç mekanda sergilenen en büyük 3. heykeli olan heykel hayli heybetliydi. Binanın içi de dışı gibi etkileyici detaylarla doluydu.
Sonra Prado’dan dümdüz yürüyüp casamıza ulaştık. Bir banyo ve siestanın ardından akşam yemeği için hazırlanıp çıktık. Prado’da casaya çok yakın olan ve tavsiye edilen Dona Blanquita Paladar’ında yemek yedik. Paladarlar da devlet izniyle evinde yemek yapıp minik bir restoran gibi servis veren yerlerin adı. Bizim bildiğimiz anlamdaki restoranların hepsi de devlete ait ve daha çok standart yiyecekler var. Kril mutfağı denen aslında bana göre pek bir numarası olmayan Küba mutfağına dair yerel yemekleri paladarlarda üstelik restoranlara göre daha uygun fiyatlara tatmak mümkün. Gittiğimiz paladar da evin salonuna ve balkonuna küçük kare masalar yerleştirmiş, çocukları koltukta oturup televizyon izlerken kendisi mutfaktan yemekleri taşıyan bir bayana aitti ve yemekler gerçekten güzeldi.
Karnımız doyunca yürüyerek Küba’da asıl görmek istediğimiz yer olan Casa de la Musica’ya (Müzik ve tabii ki dans evi) geldik. Yemeğe giderken yağmakta olan yağmur durmuştu. Sokaklar bir önceki akşam gibi cılız bir şekilde aydınlatılıyordu. Sokaklar gündüze göre hayli boştu ancak Kübalıların turistlerle hiçbir alıp veremediğinin olmadığını anlamış olduğumdan karanlık sokaklar hiç de ürkütücü gelmedi. Ulaştığımızda Casa de la Musica’nın saat 11’de açılacağını okuduk, biz de hemen yanında Americana adında cayır cayır floresanla aydınlatılmış, alçak tavanlı, televizyonda eski pop parçalarının çalındığı ve herkesin yüksek sesle konuştuğu bir kafeteryada daiquiri ve cubanito içerek açılış saatini bekledik. Bizim dışımızdakiler Kübalı gençlerdi ve giyimlerinden, hareketlerinden bazı şeylere kitchlik derecesinde özendikleri belli oluyordu. 11de sıraya girip içeri alındıktan sonra dansın başlamasını epey bekledik. Önce dansçı kızlardan oluşan bir grubun gösterisini izledik ardından şişman bir amca 1-2 solo şarkı söyledikten sonra turistleri ortama ısındırmak için her gruba nereli olduğunu sordu ve İspanyollar, İngilizler için o ülkelerden bir şarkı çaldı. Sıra bize geldiğinde ne çalacak acaba diye merak ederken, bizden önceki grup Çek çıkınca sunucu amca kilitlendi ve şarkı çalmayı bırakıp canlı Latin grubunu davet etti. Ses düzeyi klima gibi çok yükseğe ayarlanmıştı, grup latine daha çok benzeyen Kübalılara göre popüler ancak bizim daha önce duymadığımız şeyler çalmaya başladılar. Hınca hınç bir kalabalık yoktu, biz de dans ettik ancak İstanbul’daki Latin gecelerinin tadı yoktu… Gözlerimi alamadığım kişi bizim beden ölçülerimize sığmayacak denli geniş olmasına rağmen beyaz bir kapri pantolon ve turuncu bir büstiyer giymiş, kalçalarını kıvıra kıvıra dans ederken nasıl olup da dünyanın ekseninden çıkmadığına hayret ettiğim bir Kübalı ablaydı. Kendiyle barışık ve özgüvenli olmak ve hayatın tadını çıkarmak… Kübalı kadınlardan öğreneceğimiz ne çok şey var.
22 Mart 2010 Pazartesi
Geldiğimizde odamızı boşaltmamış olan turistler ayrılmış olduğu için sabah odamızı değiştirip dışarı çıktık ve ilk olarak Museo del Revolucion’a yani Devrim Müzesi’ne gittik. Devrime dair her şeyin yer aldığı, öncesini, kendisini ve sonrasını anlatan 4 katlı müzede 1.5- 2 saat geçirdik. Sonra Prado’nun bir paraleli olan Barcelona’da yürüyerek Barrio de Chino’ya (çin mahallesine) gittik, El Gran Dragon’da yemek yedik ve yürüyerek sahile gittik. Bir lada taksi ile Vedado’daki La Rampa’ya gittik. Yara Sineması’nı görüp, köşeden dönerek Universidad’a yani üniversiteye gittik. Festivalde izlediğim Soy Cuba filminde öğrenci hareketlerinin yapıldığı yerin, geniş basamaklarının ve heykelin yakından daha etkileyici olduğunu gördüm. Aynı yerden dönüp ünlü dondurmacı Copella’da bir dondurma molası verdik. Bizim Yaşar Usta ile boy ölçüşemeyecek olsa da dondurmalar serinletti. Daha sonra hemen köşede yükselen Habana Libre binasının tepesine çıktık. Terasta fotoğraf çekip bir şeyler içebileceğimizi düşünüyorduk ancak bizi kapalı halde bekleyen Turquino’nun kapısından döndük. Turquino aynı zamanda Küba’daki en yüksek dağın adı ve Türkün, Türke ait anlamına geliyor. Bu ismin nereden geldiğini sonraki durağımız olan Santiago de Cuba’da tanışıp arkadaş olduğumuz Silvio’ya sorduk, bir nedeni olmadığını söyledi. Habana Libre de Havana’nın en yüksek binası olup, eskiden Hilton iken devrimle ismi değişmiş ve Fidel’in 11. katını bir süre ofis olarak kullanmış.
Vedado’da yürüyerek ilginç mimarisiyle yükselen başka önemli bina olan Edificio Fosca’nın önünden geçip sahile, Malecon’a ulaştık. Denizin dalgalı olduğu bir gündü, dalgalar metrelerce yükseliyor ve sahil yolunun kenarındaki seti aşıyordu. Plaza Tribuna Antiimperyalista’ya kadar yürüdük. Devamı için Malecon’a araç trafiği kapatıldığı noktada, mor üniformalı bir trafik polisi ve bizden başka kimse yoktu. Antiemperyalizm için dikilmiş olan ve ayın belli günlerinde göndere 101 siyah bayrak çekilen bayrak direklerini ve hemen karşısındaki Amerikan Göçmen Bürosu’nu (US İnterest Section) gördük. Bizim ziyaret ettiğimiz gün ayın o belli günlerinden değildi ve polisler tarafından korunan direkler gökyüzüne keskin iğneler gibi yükseliyordu.
Dönüşte, bir coco-taksi bulduk. Coco-taksiler bir Hindistan cevizi gibi yuvarlak bir kabinin içine iki yolcu koltuğunu çeken motorsikletler, Havana’da bol miktarda olan arıya benzer halleriyle her yere girip çıkan ve sıcak havada efil efil bir yolculuk sundukları için turistler tarafından tercih edilen bir taksi. Onunla trafiğe takılmamak için Habana Centro’nun bakımsız ara sokaklarında ilerleyerek Prado No:20ye ulaştık. Siestadan sonra hazırlanıp akşam yemeği için kitaplarda övülen ve ilk uğradığımızda tok olduğumuz için girmediğimiz eski Havana’da Katedral Meydanındaki El Patio’ya gittik. Meydana bakan balkonunda güzel bir Şili şarabı eşliğinde Küba’da yediğimiz en güzel yemeği yedik. Müzik grubunun canlı çaldığı melodiler bizim içindi. Yemekten sonra gündüz gezdiğimiz eski Havana’nın gece halini görmek için diğer meydanlara yürüdük sırayla. Plaza de Armas boştu, San Francisco de Asis de boştu. Rom Müzesinin barında canlı müzik olduğunu görünce bir içki alıp içeri avluya geçtik. Biraz dans ettikten sonra çıkıp eski meydana çıktık. Oradaki biracı biraz hareketliydi ancak biz Eski Havana’nın ara sokaklarında yürüyerek Devrim Müzesine, oradan da Prado’nun başına çıkıp eve gittik. Artık kitaptaki haritaya bakmadan da yönümüzü bulabilmeye başlamıştık. Üstelik sokaklar ıssız ve yer yer az aydınlatılmasına rağmen insan hep kendini güvende hissediyor.
23 Mart 2010 Salı
Sabah erken kalktık, Havana’da görülecek yerlerin çoğunu gördüğümüz için günün bir kısmını plajda geçirmeye karar verdik. Kahvaltı yapıp ona göre hazırlandık. Ev sahibemiz tatlı Perla bizim için Santiago de Cuba ve Trinidad’daki casa particularları aradı ve rezervasyonlarımızı konfirme etti. Bize bir sonraki sabah 5de havaalanına götürecek taksiyi ayarladı.
Plaja gitmek için Central Park’dan Havana Bus Tour’un 3 nolu rotasına binip Playa del Este’deki Santa Maria del Mar’a gittik. İndiğimiz son duraktaki Club Atlantico Oteli’nin plajında gölge ve şezlongları kişi başı 2 cuc ödeyerek kullandık. Palmiye ağaçları, incecik kumlar, turkuaz rengi deniz, bembeyaz dalgalarla kartpostal olabilecek denli güzel bir yerdi. Dalgaların sesi otelden gelen Latin tınılarını bile bastırıyordu. Sahilde yürüdük ve denize girmeyi denedik. Denedik diyorum çünkü insan boyunu aşan dalgalar ardı ardına geliyor, onların arasından girmeye çalışsak bile kaldırdığı kumla birlikte dertop edip kıyıya vuruyordu. Saç diplerime kadar kum olup, sürüklenirken taşlar tarafından çizilince vazgeçip çıktım. Otelin duşunu kullandıktan sonra güneşlenirken kurudum. Acıkınca Lonely Planet’te övülen ve aslında bulunduğumuz noktaya en yakın restoran olan Don Pepe’ye gittik, balık ve karides yedik. Yerli biralardan tadını daha çok beğendiğim Bucanero içtim. Mönülerde nacional cerveza olarak geçiyor ve özellikle belirtmezseniz bizdeki efes lighta benzer bir bira olan cristal getiriyorlar. Ben öğrendiğimden itibaren favorim olan Bucaneroyu özellikle istiyorum. Çok iptidai bir tuvaletleri vardı. Dört duvarın içinde bir delik ve bir musluktan oluşuyordu diyebilirim. Niyeyse kapısı kilitliydi ve kilidi açmaya gelen delikanlının arkadaş canlısı mı yoksa başka bir şey mi olduğunu anlayamadım. Bana nereli olduğumu sordu, söyledim, o da Havanalı olduğunu kendi söyledi. Restoranda yemekle birlikte ekmek gelmedi, biz isteyince, üstünde sadece baharat ve yağ olan pizaya benzer bir şey önerdiler, onu istedik.
Yemekten sonra Havana Bus Tour’un dönüş seferi ile döndük, odaya gidip banyo yapıp çıktık. Tekrar havana Bus Tour ile, bu sefer iki katlı, üstü açık olanla(T1) Devrim Meydanı’na (Plaza de Revolucion) gittik. Malecon’da daha önce hazırlıklarını dinlediğimiz konser o günmüş. Havana’daki bütün gençler akın akın her yönden oraya doğru gidiyordu. Devrim Meydanında Che ve Fidel’in duvarındaki resimlerinin ve Jose Marti heykelinin fotolarını çektik, bir sonraki ile geri döndük. Aslında T2 ile birlikte alıp meydandan Miramar’a (Marina Hemingway) gidene binecektik ancak son seferi kaçırdığımız için gitsek bile dönemeyeceğimizden vazgeçtik. T1in turu Havana Vieja’ya doğru giderken bir tabelada Mustafa Kemal Atatürk yazdığını okudum. İlk durakta inip oraya doğru yürüdük ve varlığını kitaptan okuduğumuz Atatürk büstünü gördük, fotoğrafladık. Sonra Viejaya gidip El Bodeguita del Medio’yu bulduk. Bu yazar Hemingway’in mojitomu burada içerim diyerek Küba’da yaşarken meşhur ettiği yerlerden biri. Biz de hepi topu dörde dört metre alanda barı çıkardıktan sonra kalan ikiye ikilik alanı diğer müşteriler ve süper müzik yapan bir septet (yedili) grupla paylaşarak ikişer mojito içtik. Ben güzel müziğe dayanamadığım için ayakta durduğum yerde dans edebildim. Mezzo sesli solist hasta olmasına rağmen harika söylüyordu, ayrılırken cdlerini aldık. Bu sırada acıktık. Kitapta odun fırınında pişirdiği pizzaları övülen la Dominica’ya pizza yemeye gittik. Masaları dışarı atmışlardı ve orada da canlı müzik vardı. Zaten bir önceki barda havaya girmiş olduğumuzdan yemeklerimiz gelene kadar restoranın önündeki eğri büğrü kaldırımların üzerinde dans ettik, bu en çok müzisyenlerin hoşuna gitti. Nasıl gitmesin? Gündüzden itibaren her restoran ve cafede en az 5 kişiden oluşan gruplar o sıcakta gayet yüksek performans göstererek uzun saatler boyunca canlı müzik yapıyorlar. İnsanı kıpır kıpır eden iyi müzik yazık ki turistlere işlemiyor, çoğunlukla çalınan banttan bir müzikmiş gibi dikkatlerini vermeden yemeklerini yiyorlar, en fazla el çırparak, müzik bittikten sonra grubun yanına gidip ellerinde marakaslarla fotoğraf çektirerek iştirak ediyorlar. Biz ise, daha çok benim zorumla da olsa, Küba stili dans bilmememize rağmen bildiğimiz dansı düzgün pist, uygun ayakkabı aramadan, nerede yer bulursak yapıyorduk. O akşam da öyle oldu, hızımızı alamadık, yemekten sonra bir de cha cha yaptık, o grubun da cdsini alıp hazırlanmak için erkence odaya gittik. Ev sahiplerimizle vedalaştık, paramızı ödedik, bavulları toplayıp yattık.
24 Mart 2010 Çarşamba Santiago De Cuba
Sabah 4:40da saatin alarmı ile uyandık. Ev sahibimiz de bizi uyandırmak için saat kurmuş. Taksi aşağıda bekliyordu. Bir önceki sabah gürültüsüyle uyandıran tanker yoktu. Sokaklar sessizdi ancak bir sürü insan vardı ve otobüsler işlemeye başlamıştı. Kapalı olan yollara rağmen havaalanına geldik. Santiago de Cuba’ya giden uçağa bineceğimiz bu terminal, geldiğimiz uluslar arası terminale göre çok çok eski küçük ve inanamadığım ölçüde iptidai bir şekilde çalışıyordu. Önümüzde sadece birkaç kişi olmasına rağmen check-in yapmamız epey sürdü. Sıramız geldiğinde görevli ya sistemleri bozuk olduğundan ya da böyle olduğundan uçuş kartını matbu bir kartona elle yazarak doldurdu. Yerimizi de uçak şeklindeki şablondan üzerinde koltuk numarasını yazan çıkartmaları yapıştırarak verdi. Güvenlik kontrolünden geçip bekleme salonuna geldik. İki televizyonda uçuş bilgileri veriliyor, iki televizyonda da müziklerin ardından bir film başladı. TV dediğim eski, arkası konik bir şekilde uzayan tvler… Uçağa binene kadar ki maceramız böyle olunca uçuştan da sağ sağlim yere inmek dışında bir beklentim yoktu. Uçak havaalanı gibi aşırı bir şekilde soğutulmuştu, ikram olarak bir tepside ambalajlarının yaldızı dökülmüş tekli sakızlardan tuttular bir tepsinin içinde. Sakız dedim ama emin değilim, açmadım….
Santiago de Cuba’ya vardığımızda sabah 9’du. Taksiye atlayıp casa particularımıza gittik. Bir gün önce konfirme etmemize rağmen bir misafirlerinin gitmediğini, bizi tanıdık başka bir yere yerleştireceklerini söylediler. Hemen yakındaki diğer casaya gidip yerleştik. Bir saat kadar uzanıp dışarı çıktık. La Maqueta de Ciudad’ın önünden geçtik. El Balcon de Velasques diye bir tabela gördük. Burada ne varmış diye bakarken iki gençle tanıştık. Çok iyi İngilizce bilen Silvio ile arkadaş olduk ve orada geçirdiğimiz sürenin büyük çoğunluğunda bize eşlik etti. Önce birlikte maketi gezdik. Aç olduğumuzu söyleyince bizi kitapta ya da başka biryerde olmayan bir paladara götürdü. Orada yediğimiz en iyi yemek ve salataydı. Uzun bir rom reklamı yaptı. Nedeni bize satmak istemesiymiş. 15 yıllık normalde 85 cuc a satılan romu fabrikada çalışan tanıdıkları sayesinde 20 cuca alarak bu konuyu kapattık. Aldıktan sonra şişenin açık olduğunu anladık, meğer alıp arkadaşlarımıza ikram edecekmişiz. Bizim arkadaşlarımız İstanbulda deyince kapalı bir şişe getirdi. Orada olay sokakta, parkta otururken bir şişe açıp mıknatıs gibi yeni arkadaşları çekmesi ve hep birlikte sohbet edip sosyalleşme şeklinde oluyormuş. Saat henüz öğlen ve güneş tam tepede parlıyordu, biz bu sıcakta ve bu saatte içersek akşamı göremeyiz, o nedenle bu şişeyi İstanbula götürelim dedik. Velhasıl getirdiği kapalı şişe de sanırım aynı şişenin kapağı sıkılmış haliydi ve sonraki duraklara geçerken her ne kadar naylon torbalara sarıp ağzını bantlamış olsam da ara yolculuklarda lonely planet kitabımızı batırdığı yetmezmiş gibi en son bavuldaki gücünün yettiği tüm beyaz pantolonlarda kahverengi hareler bırakarak başıma tam bir bela oldu. Evde hala içinde 15 yıllık romun dörtte üçü dışında kat kat naylon torbalara sarılmış o bantlı haliyle duruyor.
Neyse, Silvio şehrin tadının ancak eski bir amerikan arabasıyla gezerek çıkaracağımızı söyleyip o sıcakta gezebileceğimiz tek yer olan Morro kalesine gitmek için 55 model bir buick i olan bir arkadaşını ayarladı, hatta kaleyi bizimle birlikte gezdi anlata anlata. O zamana kadar iletişimimiz benim çat pat İspanyolcamla olduğu, bu derece İngilizce bilen kimseye rastlamadığımız için ne iş yaptığını tam bilmesek de Silvio ile muhabbetimizden memnunduk. O da bunu anlamış olacak ki eşime kot pantolonu karşılığında ne istediğini sordu. Biz yine dumur olduk. Ama bağış değil alışveriş isteyen anlayışını takdir ettiğimizden bizim bulamayacağımız müziklerden oluşan bir cd karşılığında kot pantolonu peşinen verdik. O da bize ne tür müziklerden hoşlandığımızı sordu. Baktı bizimle alışveriş iyi gidiyor, 6 aylık kızından bahsedip hasta olduğunu, onun için süttozu alırsak müteşekkir olacağını söyledi. Biz, bizim için çok küçük sayılacak rakamların, ya da önemsiz bulduğumuz şeylerin, üzerine olup olmayacağı belli bile olmayan kullanılmış bir kot pantolon gibi- ne kadar değerli olduğunu yeni yeni anlamaya başladığımızdan bu teklifini de kabul ettik. Birlikte gittiğimiz ilk markette süttozu yoktu, biz de market market gezmektense parasını verdik. O sırada verdiğimiz parayla ne kadar süttozu alabilecekti, gerçekten bir kızı var mıydı, hasta mıydı gibi sorular sormaktansa paran olduğunda bile ihtiyaç duyduğun şeyin mevcut olmamasının bir nevi insanlık dramı olduğunu anlamaktaydım. Silvio ile akşam 8de bizim evde dansa gitmek için buluşmak üzere ayrıldık.
Lonely planet deki haritaya bakarak eski şehrin meydanlarını gezdik. İlk durağımız kaldığımız eve de en yakın olan Parque Cespedes’di. Katedral’i, Küba’nın en eski evi olduğu yazılı evi, Fidel’in balkonundan tüm Küba halkına devrimi ilk kez ilan ettiği konuşmayı yaptığı Casa Granda Otel’i fotoğrafladık. Sonra Jose a Saco’da bir şeyler içmek için bakınarak yürüdük. Sanki bütün Santiago de Cuba o sokakta gibiydi. Oturacak bir yer bulamadan Plaza de Dolores’e ulaştık. Orada eskiden kilise olan, kimdi konser salonu olan Iglesia de Nuestra Senora de los Dolores binasını gördük. Ağaçların gölgeleri sayesinde parkta oturmak o sıcakta yapılacak en iyi şeylerdendi. Meydana bakan iki restoran masaları dışarı atmıştı ve canlı müzik yapan birden fazla grup ve insan vardı. Biraz soluklanmak için hemen köşedeki Taberna de Dolores’de soğuk ve alkollü bir şeyler içtik. Farklı yoldan geldiğimiz için kitaptaki yürüyüş turun yapmak için Heredia sokağından Parque Cespedes’e geri döndük. Yol boyunca sıralanmış galerilere, müzik evlerine (Casa de la Trova, Casa del Estudiante) ve hediyelik eşyacılara baktık. Sipariş verilen delikli klave, yola dayanabilecek kadar sağlam görünen bir guyro ve ilk kez gördüğümüz, dev bir keçiboynuzuna benzeyen, renkli renkli boyanmış başka bir müzik aleti aldık. Eski şarkılar söyleyen yaşlı bir kadın ve gitarıyla ona eşlik eden bir o kadar yaşlı bir adamın dinletisine rastladık. Dans yoktu, turistler oturmuş dinliyor ve tabii ki filme alıyorlardı.
Sonra acıkmaya başladığımızı fark edip yemek yemeye karar verdik. Kitapta övülen El Barracon’a gitmeye karar verdik. Farklı bir sokaktan gitmek için Aguilera’yı kullandık. Emilio Bacardi Moreau müzesi vardı, Hükümet konağı ile karşılıklı. Onların fotoğrafını çektik. Daha önce görmediğimiz Plaza de Marte’ye vardık. Heykelleri fotoğrafladık. Müzik ve dans için övülen El Patio de los dos Abuelos’u görünce bir içki içmek için girdik. Müzik ve dans henüz yoktu. Oradan da El Barracon’a yürüdük. Bu bölgede merkezden uzaklaşmış ve şehir dokusunun değiştiğini gözlemledik. Yollar genişleyip binalar yükseldi. Yüksek apartmanların artan nüfusu yerleştirmek için Sovyetler tarafından yapılmış estetik olmamakla birlikte halkın ihtiyacını karşılayacak şekilde yapıldığını gördük. El Barracon köleliğin olduğu zamanındaki konsepte göre yapılmış. Taştan yapılmış, hiçbir detay olmayan karanlık yapının iç duvarında çok büyük boyutlu köleleri gösteren tablolar vardı. Garsonlar da resimlerdeki köleler gibi baştan ayağa beyaz giymişlerdi. Bu konseptin geçmişte böyle kötü şeyler vardı mı demek istediğini, yoksa geçmişteki prangalı köleliği şimdi prangasız olarak yaşatmak mı istediğini anlamadık. Menüde sadece bir tavuk ve bir koyun eti dışında hep domuz etinden yemekler vardı. Tavuk kalmadığı için kuzu yedik ve yürüyerek odamıza döndük. Duş alıp hazırlandık.
Akşamki buluşmamıza Silvio kızarkadaşı ile geldi. Birlikte dans mekanlarına baktık, gündüz uğradığımız los Abuelos’da karar kıldık. Bizim dışımızda sugar daddyleri ile gelmiş iki Kübalı kız ve müzisyenlerden iki kişinin kızarkadaşı olduğunu anladığımız teyzeler vardı. Bu tanımı bize Silvio anlattı. Kendilerinden hayli büyük olduğu belli olan turist adamlarla birlikte kendilerinin gidemeyeceği yerlere giderek, yiyip içerek gezdiklerini, kendilerine hediyeler aldırdıklarını ve hatta onlarla evlenip bu ülkeden çıkabilmek için can attıklarını söyledi. Müzik başladığında kırmızı elbiseli bir kızla kırmızı gömlekli bir delikanlı piste bizden önce fırladı ve küba stilinin içine yerleştirdikleri gösteri amaçlı figürlerle bolca dans ettiler. Biz saf saf ne güzel başka dansçılar da varmış derken kırmızılı dansçı abla müzisyenlerin tuttuğu gibi minik bir sepet tutarak dans için bahşiş toplamaya başlamasaydı öyle düşünmeye de devam edecektik. Aralarda biz de salsa ve cha cha yapık, para değilse bile alkış topladık. Silvio ve kızarkadaşıyla merengue yaptık. Canlı müzik 12yi biraz geçe bitti, biz de Silviolardan ayrılıp odaya döndük.
25 Mart 2010 Perşembe
Bir önceki gün sabahın köründe kalktığımız ve gün boyu ayakta olduğumuz için kahvaltıyı kaçta alacağımızı soran tatlı ev sahibemize 10 dedik. Böylece sabah uzunca bir uyku keyfi yapıp kahvaltıya indik. Menü benzerdi, meyve salatası (mango ve muz) guavachino suyu, peynirli omlet, ekmek ve kahve. Trinidad biletimizi henüz almadığımız için ev sahibemize sorduk. Viazul’ü aradık. Ya yanlış anlaştık ya da başka bir şey nedeniyle otobüsün kalktığı yerden almamız gerektiğini söylediler. Ev sahibemizin çağırdığı yine 50 yıllık bir buickle (bu sefer mavi) terminale gidip dönmek üzere anlaştık. Orada sorunsuz bir şekilde biletimizi aldık. Odaya dönüp bavullarımızı topladık ve akşama kadar takılmak üzere çıktık. İlk durağımız Cafe de la Cathedral oldu. Öğlenin alnında klimalı ortam ve likörlü kahveleri çok iyi geldi. Kahveciden sonra Santiago de Cuba’nın kitapta yer alan ancak henüz görmediğimiz Tivoli semtine gittik. Burası Haiti’de köleler ayaklandığında canlarını kurtarmak için kaçan Fransızların yaklaşık 100 yıl önce gelip yerleştikleri Fransız mahallesi imiş. Sokakta Kübalılara ek olarak beyaz tenli, renkli gözlü Fransızlara benzeyen bol sayıda insan gördük. Oradan denize ulaştık, saat kulesini gördük, bolca bisikletli taksici ile karşılaştık, neredeyse hepsine binmeyeceğimiz için dil döktük ve tekrar katedralin olduğu merkeze yöneldik.
Mağaza ve marketler erken kapandığı ve 12 saatlik bir otobüs yolculuğu yapacağımız için yolda ihtiyacımız olacağını düşündüğümüz su, meyve suyu, kraker gibi şeyler satan bir yer bulduk. Yaptığımız her alışverişte hayrete düşmeye devam ediyordum. Bizim alıştığımız anlamda market değil oradakiler. Bizdeki raflar yerine bele kadar içinde bir raf olan camekanlı dolaplar var, bisküvilerden her çeşitten birer taneyi o rafları dolu gösterecek şekilde iki yana ve bir ortaya koymuşlar. Meyve suları aynı şekilde. Küba’daki yokluğun para yokluğu değil ürün yokluğu olduğunu en iyi market ve manavlarda anladım. Manavlar da sokaklarda bel hizasındaki tek bir tezgahtan oluşuyor ve üzerinde yamru yumru ne olduğunu anlamadığım biraz kök sebze, birkaç hevenk yeşil muzdan ibaret. Tezgahtakiler bitince dükkan kapanıyor, çünkü devamı yok. Bizdeki tavana kadar silme dolu raflar, semt pazarları paran yetmese bile insanın gözünü doyuran bir zenginlikmiş. Alış veriş yapıp kendimizi Hotel Casa Granda’nın altında meydana bakan gölge balkonuna atıp soğuk bir şeyler içtik. Vakit öldürmek için meydandaki telekomünikasyon merkezinde internete bağlandık. Acıkınca daha önce gördüğümüz Restaurante Espana’ya gittik ancak akşam için henüz açılmamıştı. Biz de geri dönüp Dolores’deki İtalyan restoranına gidip makarna ve pizza yedik. Casaya döndüğümüzde gündüz ayarladığımız buick gelmişti, bizi terminale bıraktı.
Yaptığıma bin pişman olduğum ve indiğimde şifayı kaptığım 12 saatlik otobüs yolculuğunda bütün yolcular bizim gibi turistti. Otobüs yarı yarıya doluydu, böylece herkes ikili bir koltuğa yerleşti. İşin garibi Amerikalı bir adam kendisine 40 numaralı koltuğun satıldığını ancak son koltuk numarasının 38 olduğunu söyleyerek bir sürü boş koltuk olmasına rağmen bir saat falan koridorda ayakta dikilerek gitti. Üstelik şoföre de bu neden böyle, ben ne yapacağım gibi bir şey de sormuyor. Ne tepemizde dikiliyorsun diye biz sorunca durum ortaya çıktı ve o zamana kadar gördüklerimiz yanında bunu çok garipsemeden ‘olmuştur, boş bir koltuğa geç otur’ diyerek çözdük. Bu şekilde başlayan yolculuk şoförün tüm uyarılarımıza rağmen 17-18 dereceye ayarladığı klima (gecenin bir yarısında sıcaklık göstergesini 14 derece olduğunu bile gördüm) ve taş yolların yarattığı titreşim ve her kasaba ve şehirde durup ışıkları yakıp yolcu alması ile birleşince 12 saatlik bir ızdırap oldu. Sabah 7’de Trinidad’a geldiğimizde yolculuk boyunca önlem olarak aldığım uzun kollu boğazlı hırkayı giyip boğazıma kadar çekmiş olmama rağmen hapşırmaya başlamıştım.
26 Mart 2010 Cuma Trinidad
Trinidad’a indiğimiz gibi yaptığımız ilk şey bir sonraki gün Havana’ya gidecek en erken otobüs için bilet almak oldu. Ev sahibemiz Tereza bizi terminalde karşıladı, hemen bir blok ötedeki casaya bavullarla yürümek hiç sorun olmadı. İçinde kendi avlusu ve avluya çıkan odaları ve inanılmaz yüksek tavanı olan 1850lerde yapılmış tipik koloniyal tarzda tek katlı bir ev. Yatak rahat olunca ve Havana’daki gibi trafik gürültüsü olmayınca Küba’daki en güzel uykuyu çektik. 10 gibi kalkıp kahvaltı yaptık ve evin önünden geçen otobüs ile Ancon Plajı’na gittik. Deniz sakin, palmiyeler, altın rengi kumlarla cennet gibiydi. Sahilde yürüdük, denize girdik. Deniz serin, sakin fakat biraz yosunluydu.
Oraya giderkenki otobüste hint asıllı alman bir turistle tanıştık:Sanjay. Plajda onunla sohbet ettik, onun Havana deneyimlerini dinledik. O da üç hafta sonra İstanbul’a gelecekmiş, onunla dansa gitmek için anlaştık. Gerçekten geldi ve bizim dans ettiğimiz yerde buluşup İstanbul dans gecelerini gördü. 15:15 otobüsüyle casaya geri döndük, duş alıp dinlendikten sonra pek küçük bir yer olan Trinidad’ın tarihi meydanını (Plaza de la Mayor) ve etrafını gezdik. Akşam için müzikli yerlere, galerilere baktık, bolca fotoğraf çektik. Yemeğimizi casada yemek üzere anlaşmıştık. Bizi balkabağı çorbası, salata, beyaz pilav, patates, balık ve karidesten oluşan harika ötesi bir yemek bekliyordu, afiyetle yedik.
Yemekten sonra la Chanchancara’ya gidip oraya özgü içecek olan kançançara içtik. Canlı müzik vardı ama kimse dans etmiyordu, zaten dans edecek yer de yoktu. Ballı romlu bir içki olan kançançaramızı içtikten sonra dans edebileceğimiz yerlere bakmak üzere çıktık.
Katedralin hemen yanındaki merdivenli terasa kurulan Casa de la Musica’da müzik henüz başlamamıştı. Önünden geçtiğimiz bir yerde hipnotik perküsyon performansı ile birlikte afro cuban dans gösterisi yapılıyordu. En sondaki Casa de la Trova’ya giriş için birer cuc ödedikten sonra septet orkestrayı dinlemek üzere yerleştik. Yaşlı Kübalı amcalar gündüz dans dersi verdikleri belli olan yaşlı turist teyzelerle dans ediyorlardı. Çok zaman geçmeden pist iyice doldu. Biz de onlardan aşağı kalmadık, salsa ve cha chadaki hünerlerimizi gösterdik ve izleyicilerin beğenisini aldık. Grup kısa aralar vererek gece yarısına kadar çaldı.
Odaya döndüğümüzde yatmadan önce neden Trinidad’a daha fazla gün ayırmadığımıza esef ederek bavulları hazırladık, sabah 07:40daki otobüsümüze yetişmek için saati kurup yattık.
27 Mart 2010 Cumartesi Tekrar Havana
Sabah bindiğimiz ikinci viazul otobüsü öğlen Havana’ya vardı. Hemen Prado No:20 deki casamıza gittik. Perla kendisinin yeri olmamasına rağmen bize yer bulacağını söylemişti. Bir iki yere bakarak öyle de yaptı. Pradoya çıkan sokaklardan ilkinde koloniyal bir binada kaldık. Evin içinde mutfakta tadilat yapılıyordu. Ancak öyle yorgunduk ki hiçbir şey kısa bir siesta yapmamızı engellemedi.
Siestayı çok uzatmayıp Perla ve eşi Rubin’le buluşmak üzere çıktık. Casayı ayarlarken üçbuçukta şarkı söylenen dans edilen bir yere gideceklerini söyleyip bizi de davet etmişti. Ruben’in arabasına doluşmadan Malecon’un başındaki bir paladarda öğle yemeğimizi yedik.
Perlalarla Vedado’da bir evin geniş verandasına gittik. Burası hiçbir rehber kitapta yer almayan Kübalıların müzik dinleyip dans etmeye gittiği bir yermiş, doğal olarak bizden başka hiç turist yoktu. Tam bizim istediğimiz öğleden sonra matinesinde yaş ortalaması hayli yüksekti. Oradaki büfeden bir şişe rom, kola, buz, plastik bardak ve muz cipsinden alıp masamızı donattık. Aldık diyorum ancak Rubin sadece aldıklarımızı taşımamıza izin verdi, ne dediysek hesaba katılmamıza izin vermedi. Sonra hepsi birbirinden iyi solistler görüntüsüz kareokeye benzer bir düzenekle bazen de tamamen çıplak sesleriyle birbirinden güzel şarkılar söylediler. Orada kural, birisi canlı şarkı söylerken dans edilmiyor, dans etmek için şarkılara ara veriliyor, banttan müzik çalınırken dans ediliyor. Bunları öğrendik ve dans zamanı geldiğinde biz de dans ettik. Onlardan farklı olmasına rağmen hemen hemen herkes beğendi. Sanırım en çok yabancı olmamıza rağmen dans edebilmemize hayret ettiler. Bir dans hocasıyla tanıştık, bir dahaki sefer geldiğimizde para ödemeden evinde kalmamız için davet etti ve bize Küba stili dans öğreteceğini söyledi. Orada kırk elli yıldır dans eden insanların ne kadar minimal hareketlerle dansı ne kadar güzel taşıdıklarını görünce Küba stili dans öğrenmek için tekrar Küba’ya gitmeyi beklemedik, döndüğümüz gibi yeni açılan bir sınıfa başladık. Solistlerden yaşlı olanlar çektiğimiz fotoğrafları göndermemizi rica ettiler, geçmişte gittikleri ülkeleri anlattılar, bizi yine gelmemiz için davet ettiler. Bu sıcak ilgiye onları İstanbul’a davet ederek karşılık verememek yüreğimi burktu.
Saat 4de başlayan gösteri akşam 8 olduğunda hala devam ediyordu. Hava karardığı için kalktık. Evde bir siesta daha yaptıktan sonra yemek yemek üzere dışarı çıktık. Habana Vieja’da değişik bir yer denemek adına kitapta da adı geçen Luvia del Oro’da yemek yedik. Canlı müzik dinledik fazla geç kalmadan döndük.
28 Mart 2010 Pazar Dönüş Yolculuğu
Yolculuk günü gelip çatmıştı. Hem Viazuldeki klimanın etkilerini taşıdığımdan hem de günlerdir yorulmanın üzerine ilk kez sessiz bir casa bulduğumuzdan saat 10 a kadar uyumuşuz. 10:30da Perlalara kahvaltıya gittik. O günkü tek işimiz iç yolculuklarda yük olmasın diye sona bıraktığımız alışveriş işlerini halletmekti. Kahvaltıdan sonra Viejaya doğru yola çıktık, sevdiklerimize küçük hediyelik eşyalar aldık. Kübalılar her konuda olduğu gibi bu konuda da fazlasıyla naif ürünler üretmişler, mango çekirdeklerini boyayıp ipe dizerek yaptıkları kolye ve bileziklerden sonra kurtlanacağını okumuş olmama rağmen aldım. Onlar dışında tahtadan mıknatıslar, biraz paraya kıyarsanız, sedef boncuklardan kolyeler, yeriniz varsa canlı renklerle boyanmış pastel boya tablolar, pamuklu kumaşa dikilmiş dantel robalı bluzlar vardı… Bunlar dışında, bavulunuza yerleştirmek şartıyla kişi başı belli bir litreye kadar rom, ve yine kişi başı belli bir sayıya kadar puro alınabilir. Biz gezmedik ancak puro fabrikaları turistlere gezdiriliyor ve hepsinde puro alabileceğiniz mağazalar oluyor. Dönüşte Paris’te aktarma uçağını beklerken tanıştığımız bir amca hiç puro almamış olmamıza hayret etti. İşi bilenler tütün ürünleri satan dükkanlara 30 euroya aldıkları paketleri 300 euroya satıp neredeyse uçak bileti parasını çıkardıklarını anlattı. Biz o işleri hiç bilemeyeceğimiz için yaa demekle yetindik.
Son günümüzde hava fazlasıyla sıcak ve güneşli idi, bizim de akşama kadar vaktimiz vardı. Sıcaktan bunalmamak için Cafe Paris’te dinleyebileceğimiz son canlı müzikleri dinlemek ve soğuk bir şeyler içmek için oturduk. İstediğim limonatadan mı, kahvaltıdaki soğanlı omlet ve bir sürü meyvenin karışımından mı bilmiyorum birden kendimi kötü hissettim ve karşılaştığım en temiz tuvalete son anda yetişerek ben kirletmiş oldum. Normalde tuvaletler çok temiz olmuyor, çoğunluğunda kullanacağın kadar tuvalet kağıdını, o da saman kağıdına benzer koyu renkli sert bir şey, girmeden önce görevliden alıyorsun, şanslıysan içeride el sabunu oluyor. Bu nedenle yanımızda paket paket selpak mendil, ıslak mendil taşıyoruz. Bu tatsız durum üzerine alışverişi eşime devrederek hemen casaya gidip yattım. Birkaç saat yatınca mideme giren kramplar geçti ve gitmemiz gereken zaman geldiğinde ancak bavulları toplayıp çıktık. Taksiyi Perla ayarlamıştı. Ruben de aşağıda taksi gelene kadar bizimle bekledi. Aksi gibi taksinin gecikeceği tuttu. Ne kadar ısrar ettiysek de Ruben bizi bindirene kadar bekledi. Nasılsa maç bitti, maç devam ediyor olsa gelmezdim diyerek bizi rahatlattı. Sadece Ruben değil tüm Kübalılar beyzbola çok düşkün, önemli maçlar olduğunda herkes televizyonun başına çakılmış, dışarıdakiler kulaklarına bir radyo yapıştırmış bir şekilde yaşıyorlar. On günün ardından çok sevdiğim Havana’dan üzgün ve hasta bir şekilde ayrıldım.
Havana Paris uçağımıza binmeden önce ıslandığı için (bu da o 15 yıllık romun başka bir marifetiydi) damgası silinen vize kağıdı dışında bir sorun yaşamadık. Ancak gecikmeli kalkması bizim bir sonraki aktarma uçağına yetişememize neden oldu. Paris’te indiğimiz ve bineceğimiz terminaller farklı binalarda olduğu için kalabalığı yararak koşmamıza rağmen İstanbul uçağına yetişemedik. Bizi bir sonraki uçağa aldılar ancak onun kalkmasına 7 saat vardı ve Shengen vizemiz olmadığı için bu süreyi Charles De Gaulle Havaalanının küçükçe bir terminali olan F terminalinde, saat farkından ötürü çarpılmış, gözümüzden uyku akar bir şekilde bekleyerek geçirdik.
Sonuç
Bu deneyim üzerine Küba’yı ziyaret etmek isteyenler için, bir daha gidersem nelere dikkat ederim sorusuna cevap olacak birkaç şeyden bahsetmek istiyorum.
Oraya gitmeye karar verdiğimde okuduklarımdan ve dinlediklerimden dillerini bilmenin çok faydası olacağını düşünüp İspanyolca öğrenmeye başlamıştım. İki ayda öğrenilen İspanyolcanın ne faydası olur diyeceksiniz, o kadarı bile yeri geldiğinde hayat kurtardı diyebilirim. Gerçi bizim gibi değil de otelde kalmayı tercih edenler, restoranlarda sipariş verirken İngilizce ile hayatta kalmayı başarır ancak o da yoksa yanınızda İspanyolca bilen birilerinin olması şart.
Gitmeden önce Lonely Planet’in Küba kitabını (400 küsur sayfa) neredeyse satır satır okumanın yanı sıra Aslı Pelit’in Siempre Habana adlı kitabını da okuyup gidilecek yerlere renkli ayraçlar koydum. İlk kitap haritaları ile birleşince her yeri avucunuzun içi gibi bilmenizi, ikincisi de Küba kültürüne dair çok güzel detayları fark etmenizi ve gezdiğiniz yerlerden daha çok keyif almanızı sağlıyor.
Seçtiğiniz rotaya göre Küba’da birbirinden çok farklı tatiller yapılabilir. İlgi alanınıza göre deniz kenarındaki güzel bir otele gidip plajda güneşlenerek, kokteyller içerek, akşam da sizin için hazırlanmış kabare benzeri gösterileri izleyerek güzel bir deniz tatili yapabilirsiniz. Adanın kuzey sahillerinde Cayo Coco’nun sahillerinin ve tesislerinin çok güzel olduğunu, hatta uluslar arası havaalanı bulunduğu için Kanada’dan direkt uçuşların olduğunu söylediler. Ancak Küba’nın gördüğüm plajlarını bizdeki Ege, Akdeniz kıyıları ile karşılaştırdığımda, buradan sadece deniz tatili için gitmeye değmeyeceğini düşünüyorum. İç deniz olması bakımından bizim kıyılarımız hem daha güzel, daha temiz ve daha serinletici! Ancak bu düşüncem turizm gelirine ihtiyaç duyan Küba’nın tropik tatil pastasından daha kalın bir dilime talip olmasını engellemiyor tabii ki.
Başka bir rota da Küba’nın dünyadaki tek sosyalist ülke olması, bu rejime geçişlerinin yakın geçmişte olması nedeniyle buna ilgi duyanların izlemek isteyebileceği devrimle ilgili her şey olabilir. Küba devleti kurdukları bu rejimin sürekliliğini sağlamak için kendi çocuklarına yaptığı propagandayı vatandaşlarına ve turistlere de yapıyor. Zaten her yerde devrimle ilgili duvar yazıları, bayraklar var. Buna ek olarak devrim zamanında kullanılmış her şey devrim müzesinde yer alıyor. Devrim tarihindeki önemli noktalar da turistik noktalara dönüştürülmüş durumda, merak eden turistlere giriş ücreti karşılığında gezdiriliyor, yakın şehirlere turlar düzenleniyor. Rejim öncesinde Fidel ve arkadaşlarının saklandığı dağlara bile bu amaçla gezi düzenlendiğini okuduğum için meraklısının hiçbir eksik bırakmadan devrim tarihini gözlemleyebileceği garanti.
Zamanlama olarak mevsimi gözetmekte fayda var, çünkü Nisandan Kasıma kadar yağışlı mevsim. Biz oradayken sadece bir kez yağmur yağdı, hava soğumadığı için bizi çok etkilemedi ancak on gün boyunca yağsaydı o kadar keyifli olmazdı diye düşünüyorum. Ziyaret için Kübalıların ortak tavsiyesi ise noel ile yılbaşı arasındaki aralık ayının son iki haftası. Aralık ayı olmasına bakmayın, hava sıcaklığı 20-25 derece arası oluyor. Yağışlı mevsimde olmasına rağmen ağustosta Santiago de Cuba’daki festival de çok renkli geçiyormuş, Silvio’nun kız arkadaşı, her yerde müzik ve dans oluyor bir hafta boyunca kesintisiz diyerek övmüştü. Benim orada geçirdiğim on gün boyunca zaten her yerden ayrı müzik geldiğine bakarak festivalin nasıl olabileceğini canlandıramıyorum kafamda. Bunun dışında 1 mayıslar da çok coşkulu kutlanıyormuş…
Küba, öncesinde ne kadar araştırma yapılıp incelense de ilk kez giden herkesi şaşırtacak denli farklı ve kendine özgü bir ülke. 20. yüzyılın başındayken Amerika kıtasındaki en gelişmiş üç şehirden biri olan Havana’nın çok az değişerek kalmış olması insanda bir film setinde yürüyormuş hissi yaratıyor. Sanat tarihi, mimarlık konusunda eğitim almış olanların daha çok farkına varacağı lezzet benim de damağımda kaldı. Bizim seçtiğimiz ve tekrar gitsem ufak değişikliklerle birlikte yine tercih edeceğim rota Küba kültürünü yaşamak amacıyla sahilleri ve sadece turistik olan noktaları atlayarak şehirlerini gezmek, her müziğe kulak verip ritim tutmak, dans etmek, rom içmek ama sarhoş olmamak şeklindeydi Ekonomik şartları gördükten sonra fiyatları birkaç katı olmasına rağmen otellerin sunduğu hizmetin casa particulardakilerden sadece biraz fazla olacağını tahmin ederek yine casa particularda kalmayı tercih ederdim. Özetle, daha iyi İspanyolca, Küba stili dans bilerek gitmek ve daha uzun süre kalmak kesinlikle daha güzel olurdu.
Cuba, vamos a verle otra vez! (Küba, yine görüşeceğiz!)
20 Temmuz 2010
Derki Sayı 39: Küba Günlüğü
Solist Pınar Y. Kayıt anı 14:45 10 sesli koro
Kategorisi: derkideki yazılar
11 Haziran 2010
Hiç İşte…
Dün bir arkadaşımın gönderdiği bağlantıyı tıkladım, bir yazı, okudum, güzelmiş dedim. Sitenin görünümü hoşuma gitmişti zaten, reklam yok, sade bir tasarım var, sararmış bir kitabın sayfalarını okur gibi, huzur veriyor. Bu huzuru biraz daha yaşamak için kalmak istedim, biraz daha okumak… Sayfanın sağ üst köşesinde editörün önerisini gördüm, neymiş bakalım deyip tıkladım. Ali Türkan’la tanışmam böyle oldu işte, o zamandan beri de şurada alt alta yer alan yazılarını okuyorum kendisiyle konuşur gibi. Eğitime dair, edebiyata dair neden kimse bunları yazmıyor dediğim yazıları su gibi akıyor, okudukça susuzluğum artıyor mu azalıyor mu bilmiyorum, niyeyse okumayı da bırakamıyorum… İki yıl önce öldüğünde 43 yaşındaymış, bana sorsalar sadece yazdıklarına bakarak daha büyük bir sayı söylerdim yaşı için. Bunları bugün şu yazıdan öğrendim.
Öğrendim de ne oldu? Hiç işte… Hayıflanıyorum, iyi bir yazar, bir insan varmış, yaşarken bile haberim olmamış, bir hayırsever yazılarını internette derlemiş de, o sayede… Düşünüyorum, göçüp gittiğimde geride ne bırakacağım? Hiç işte… Bana bu son cümleyi yazdıran haleti ruhiyeden hiç bahsetmeyeyim ki geride iz/ yazı/ kitap/ herhangi yararlı bir şey bırakmaksızın gitmek bir işe yarasın!
Solist Pınar Y. Kayıt anı 16:34 3 sesli koro
Kategorisi: diğer herşey, konuk yazarlar
10 Haziran 2010
2006dan 2010a...
Bugün bir şey dürttü beni uzun zamandır el atmadığım bloguma bir el attım. Bir yazımın yayımlandığını fark etmiştim dün, onu eklemekle başladım. Böyle hangi yazısı ne zaman nerede yayımlanıyor bilmeyen bir yazarmışım gibi konuşuyorum işte. Hepi topu iki dergiye yazıyorum, şimdilik.
Sonra eski sayılarda çıkan ancak nedense bloga yerleştirmeyi şu ana kadar ertelediğim diğer yazılara el attım. Gezmişim, düşünmüşüm, hissetmişim, yazmışım. Yazdıktan sonra benim olmaktan çıkmış, niye kendi bloguma yerleştiriyorum, zaten beğenmiyorum, bu kadar tevazu akşama yeter mi, eve giderken tazesini alsam mı diye düşünürken şöyle bir fikir geliştirdim: O yazılar uçurduğum uçurtmalar olsun, rüzgar öyle yükseklere taşımış olsun ki o onları, ipim yetmesin, ben de ipin yetmeyeceğini anladığım anda elimde kalan kısmına asılmak yerine avucumdan gökyüzüne kayışını izlemiş olayım. Sadece, artık göremeyeceğim bir yerde olsa da o uçurtmanın var olmuş olduğunu hatırlatmak için yeryüzüne temsili gölgesini çizeyim. Blogda sayı numarası ve başlığı ve kaybolmayacağını umarak url adresi yazdığım kayıt da o gölge olsun. Nasıl?
Neyse, şimdi asıl önemli noktaya gelelim… Bütün bu işleri yapar kayıtları düzenlerken aniden fark ettim ki bugün taa 2006 yılında ilk kez buradan merhaba deyişimin üzerinden tam tamına dört yıl geçmiş! Vay be! Aynı anda çocuk doğsa şimdi kreşe başlamıştı! Bense, önce hologramcı oldum, dilekler tuttum, gerçekleştirdim, sonra yazar oldum, aşık oldum, gezdim tozdum, dans ettim, İspanyolca öğrenmeye başladım, okur-yaşar oldum… Eh, ben de az şey yapmamışım, durduk yerde hayat muhasebesi bile yaptım, daha ne olsun?!
Ne diyordum, kesin unutulduğunu düşünen blogumun ruhu dürttü beni! Ne yani, olamaz mı?! Hayatta her şey olabilir, bunu bilir bunu söylerim…
Solist Pınar Y. Kayıt anı 14:01 0 sesli koro
Kategorisi: diğer herşey
Avangart Kadın Sayı 7: Küba'nın Avangart Kadınları
Geçtiğimiz mart ayında Kübaya gitmeden önce oraya dair okunacak her şeyi okuyarak, birçok fotoğrafını görerek, daha önce gidenleri dinleyerek detaylı bir hazırlık yapmama rağmen, kendi gözlerimle gördüğümde yine de beni şaşırtan ülke; Küba. 50 yıl öncesinde zamanın donduğu başkent Havana, 100 yıl öncesindeki dekorla aynı kalan eski başkent Santiago de Cuba ve 200 yıl öncesindeki hali korunmakta olan Trinidad’da, müziğin, dansın, romlu envai çeşit kokteylin, puronun, beyzbolun keyfi yazıyla anlatılamaz, yaşanır. Benimse on gün geçirdiğim Küba’da en çok anlatmak istediğim şey kadınlar.
Orada doğmuş büyümüş kadınların ilkin güzelliği çarpıyor göze. Ancak bu bizim bildiğimiz anlamda güzellik değil, fotoğrafa bakarak anlaşılmaz. Anlayabilmek için Kübalı kadınları Küba’da gözlemlemek gerekir. Onlar ten rengi, boy, kilo olarak çok çeşitliler ve güzelliğin her birinin kendine özgülüğünde olduğunu biliyorlar. Tahminim o ki, hiçbir Kübalı kadının fiziken bir başkasına benzemek, olduğundan başka bir şekilde olmak gibi bir amacı yoktur ve olmamıştır. Bu nedenle güzellikleri geçen zamanla solmuyor, aksine artıyor. Hayatı seviyorlar, onu koyu tenleriyle kontrast oluşturan canlı renkler giyerek renklendiriyorlar. İklim, kanları gibi sıcak olduğundan çok da fazla giyinmiyorlar. Yaşamayı seviyorlar, kulaklarına çalınan her melodide, yürür gibi rahat, su içer gibi kolayca dans ederek yaşıyorlar…
İlginçtir, Kübalı kadınların tamamı okuma yazma biliyor, gazete okuyor ve okuduklarını anlıyor… Çok büyük bir yüzdesi lise düzeyinde eğitim görmüş, isteyenlerin hepsi üniversite eğitimi almış ve ona göre işlerde çalışıyor. Şu anda çocuk olanlar da ailesinin ekonomik durumu ne olursa olsun temel eğimlerini alacaklar. Küba’da liseli bir genç kız önce üniversiteye gidip gitmemeye, sonra da hangi alanda eğitim alacağına karar verir, ona yönelik çalışır. Bu sırada kafasında ‘acaba üniversiteyi kazanabilir miyim, kazansam bitirsem bile iş bulabilir miyim?’ gibi sorular olmaz. Bu konudaki geleceğini bir sınav belirlemediği gibi daha iyi bir üniversiteye gitmek için yüklü paralar ödemesi de gerekmez. Bütün üniversiteler en iyisidir ve hepsinde eğitimin gerektirdiği her şey ücretsiz olarak kendisine sağlanır.
Kübalı bir kadın, ne zaman anne olmak isterse o zaman olur. Anne olmaya karar verirken bilir ki çocuğu profesyonel bir sağlık kurumunda doğacak, yüzde yüze yakın olasılıkla yaşayacak ve sağlıkla büyüyecek, karnı hep tok olacak, okula gitme zamanı geldiğinde gidecek… Bebeğin babası bundan fazlasını elinden geliyorsa sağlamak ama en çok onu sevmek için yanında olacak. Kendisi de benzer koşullar altında uzun yıllar boyunca, sağlıklı olarak yaşayacak. Hayatında zorluklar olsa da intihar etmek aklına hiç gelmeyecek…
Küba’da bir genç kız ya da kadın geceyi dışarıda geçirebilir ancak bunun nedeni hiçbir zaman evsiz olması değildir. Başını sokacağı bir ev, olması amaçlanacak, satın almak için para biriktirilecek ya da ömür boyu borcu ödenecek bir şey değil Kübalılar için. O bir olarak mevcutsa, eski de olsa küçük de olsa, kalabalık ailesiyle paylaşmak zorunda da olsa bir ev ona sunulur ve bunun için para bile ödemesi gerekmez. Geceyi dışarıda geçiriyorsa bu dans etmek, sosyalleşmek veya deniz kenarında serinlemek istediği içindir. Bunu ne zaman istese yapabilir, en karanlık ve ıssız sokaklarda tek başına dolaşabilir ve bu sırada başına hiç kötü bir şey gelmez.
Kübalı kadınların zorlandığı konular var elbette. Temel maddeler devlet tarafından karneyle, herkese eşit ve ücretsiz olarak sağlansa da bu evin ihtiyaçlarını tamamen karşılamaya yetmiyor. Ambargo altında bir ülkede yaşadığı için dünyanın başka bir yerinde olsa ulaşabileceği ürün çeşitliliğine hiçbir konuda ulaşamadıkları gibi, rejim nedeniyle bunlara ulaşabilecekleri başka bir ülkeye de gidemiyorlar. Alınabilecek ürünler ve onu alabilecek para çoğunlukla aynı anda mevcut olmuyor ve dünyanın geri kalanındaki insanları ve onların sahip olduklarını, yıllarca kapalı tutulan sınırların turizme açıldığı doksanlı yıllardan beri görüyorlar ve doğal olarak değişim halindeler.
Küba bu süreçte neye dönüşür, daha keyifli bir ülke mi olur bilemiyorum. Eğitimli, sağlıklı, tok olmanın ve hayatın tadını çıkarmanın para gerektirmediği belki de tek ülkenin vatandaşları olarak onlar da küreselleşmeden nasiplerini alacaklar mı, yoksa başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair biricik kanıt olmaya devam mı edeceklerini zaman gösterecek.
Solist Pınar Y. Kayıt anı 12:02 0 sesli koro
Kategorisi: avangart kadın'daki yazılar
Avangart Kadın
Yeni bir dergiden bahsetmek istiyorum bugün: Avangart Kadın. 7. sayısına ulaşmış durumda, neresi yeni diyeceksiniz. Yeni olan kısmı, bir yazımın bu ayki sayısında yer alması diyebilirim:)
Şaka bir yana, mevcut medya ürünleri ile karşılaştırıldığında çok yüksek bilinçli ve büyük vizyon sahibi insanlar tarafından hazırlanıyor. Yaptıkları işi ciddiye aldıklarını seçtikleri konulardan ve her ayın başında yayında oluşundan anlayabilirsiniz.
Solist Pınar Y. Kayıt anı 09:48 0 sesli koro
Kategorisi: avangart kadın'daki yazılar
10 Mayıs 2010
Karasevda
Karasevda
“Sevgili Zeki,
Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum.
Seni seviyorum, sevmesine. Ama O’nu daha çok seviyorum.
Seni üzdüğüm için bağışla. Ama emin ol, böylesi daha iyi.
Sakın peşimden gelme. Elveda!
Süheyla
Not: Kendine iyi bak. Terli terli soğuklara çıkıp üşütmeyesin.”
Mektubu okuyunca beynimden vurulmuşa döndüm. Bunca yılın ateşli sevdası ve derin dostluğu o mıymıntı herif yüzünden nasıl yıkılabilirdi.
Süheyla!
Şimdi dünyam karanlık, yaşam anlamsız. Yaşamak, tabancamın tek mermisine değmeyecek kadar değersiz. Nefes almak acı ve işkence.
Süheyla, alacağın olsun. Peşinden gelmezsem ben ne olayım. Orhan denen o mıymıntıya pabuç bırakacak adam mıyım ben? Hadi pabuç bıraktım, Süheyla’yı bırakır mıyım hiç?
Hemen sokağa fırladım. Bizim yerimiz Bakırköy’de, Orhan’ın evi Beykoz’da. Felek felek taksi arıyorum, yok. Trafik polisine sordum.
‘Binek otomobillerinin ve taksilerin sefere çıkması menedildi,’ dedi polis. ‘Rafineri yüzünden, biliyorsunuz. Benzin darlığı var. Haberleri dinlemediniz mi?’
‘Biliyorum,’ dedim. ‘Yeşiller sabotaj yaptılar. Ataş rafinerisini havaya uçurdular.’
‘Bu sabah İpraş rafinerisi de havaya uçtu.’
‘Ona da mı sabotaj yaptılar?’
‘Hayır,’ dedi polis. ‘İpraş’ın üstüne uzaydan meteor düştü.’
Otobüsler hala çalışıyordu. Kuyruğa girdim. Biraz sonra Bakırköy-Beykoz otobüsü geldi. Bindim, yola çıktık.
Süheyla, bunu bana nasıl yaparsın!
Yolda üç kere kimlik kontrolünden geçtik, bir keresinde de tepeden tırnağa aradılar. Japon işgal kuvvetleri karargahına yapılan dünkü bombalı saldırıdan sonra kentte güvenlik önlemleri artırılmıştı.
Varsın artırılsın. Süheyla, seni mutlaka bulacağım. Son durakta otobüsten inip, kararlı adımlarla Orhan’ın evine doğru yola koyuldum.
Orhan benim çocukluk arkadaşımdır. Arkadaşı sevsinler.
Zili çaldım, kapıyı annesi açtı. Orhan evde yokmuş. Az önce Beykoz açıklarında patlayan süpertankeri seyretmeye gitmiş. Süheyla’yı sordum. Gelmiş, Orhan’ı bulamayınca gitmiş.
Süheyla’yı sokak kapısında beklemeye karar verdim. Merdivenlere çöktüm. Gök kan kırmızıydı. Boğazın iki yakası cayır cayır yanıyordu. Yeni yapılan dördüncü boğaz köprüsünü alevler içinde görebiliyordum. Biraz sonra köprü gümbür gümbür çöktü.
Süheyla herhalde Orhan’ı aramaya gitmişti. Eninde sonunda dönüp gelecekti.
Tam o sırada arkamdaki dairenin kapısı açıldı. Döndüm baktım, Süheyla. Beni görünce şaşırdı. Bakkala gidiyormuş. Yanıma oturdu, konuştuk. Başına gelenleri anlattı.
Orhan’ı bulamayınca o da benim gibi sokak kapısında beklemeye karar vermiş. Ama aşağı indiğinde Burhan’la burun buruna gelmiş ve ona deli gibi aşık olmuş. Burhan, biraz önce Süheyla’nın bakkala gitmek için çıktığı dairede oturuyormuş.
‘Seni O’nunla tanıştıracağım,’ dedi Süheyla.
Gittik kapıyı çaldık. Kapıyı bir adam açtı.
‘Bu Zeki,’ dedi Süheyla. ‘Sana ondan bahsetmiştim. Bu da Burhan.’
‘Hoşgeldiniz Zeki bey, sizinle tanıştığıma memnun oldum,’ dedi Burhan ve sağ ellerini uzattı. Üç tane sağ eli vardı. Üçünü de sıktım.
Burhan’ın üç tane de sol eli, üç tane kafası, altı da bacağı vardı.
‘Zeki’yi görünce yoğurt almayı unuttum,’ dedi Süheyla.
‘Ziyanı yok tatlım, ben gidip alıveririm.’
Adam bakkala gidince sordum:
‘Burhan Merihli mi?’
‘Hayır, annesi Burhan’a hamileyken radyoaktif hamsi yemiş.’
Süheyla’nın gözlerinde tuhaf bir heyecan vardı.
‘Bütün organları üçer tane,’ diye ekledi.
Artık umut yoktu. Oracıkta karar verdim. Hemen geri dönecek ve tabancamla canıma kıyacaktım.
Beykoz’dan Bakırköy’e nasıl döndüğümü, alevler içindeki Boğaz’ı nasıl geçtiğimi anımsayamıyorum. İçimde fırtınalar patlıyor, cehennemsel bir ritmin eşliğinde ayaklarım beni adım adım silahıma ve namlusundaki kurşuna yaklaştırıyordu.
Kapıda kendime geldim. Artık yuvamdaydım. Ama Süheyla olmadıktan sonra, neye yarar?
İçeri girdiğimde, Cumhurbaşkanı bulaşıkları yıkıyordu.
‘Hayrola, ne oldu? Sen Ankara’da değil miydin?’ diye sordum.
‘Cumhuriyet lağvedildi,’ diye yanıtladı hazin bir sesle.
Saltanat ilan edilmiş. Başhekim de padişah olmuş.
Süheyla’nın beni terk ettiğini anlattım. Cumhurbaşkanı çok üzüldü.
‘Elimden gelse, hala cumhurbaşkanı olsam, ben o heriflerin ikisini de tutuklattırırdım,’ dedi.
‘Dördünü de,’ diye düzelttim. Burhan için üç tutuklama emri gerekirdi çünkü.
Çok yorgundum. İyi bir uyku çekip, sabaha intihar etmeye karar verdim.
Sabahın köründe Süheyla çıkageldi. Burhan koro halinde horluyormuş. Dayanamamış.
Sevinçten çılgına döndüm.
‘Yaşamın hiçbir anlamı kalmamıştı. Birkaç dakika geç gelseydin, canıma kıymış olacaktım,’ dedim.
Süheyla çok şaşırdı.
‘Orhan’la Burhan’a tutuldum diye, sana olan engin aşkımın söneceğini nasıl düşünebildin? Bana hiç mi inancın yok? Sana olan duygularımı nasıl bu denli hafife alabilirsin,’ diye çıkıştı.
O gece, yeniden kavuşmanın coşkusuyla çılgınlar gibi sevişmeye başladık. Ne var ki, Süheyla bir türlü kıvama gelemiyordu. Sonunda ıkıla sıkıla sorunu anlattı.
‘Sevgilim, Burhan’dan sonra tek kişi biraz yavan oluyor. Acaba Cumhurbaşkanını da aramıza alamaz mıyız?’
Çağırmak için odasına gittiğimde Cumhurbaşkanı’nın da karısının da vebadan öldüğünü gördüm. Ortaçağın müthiş felaketi bula bula feleğin sillesini yemiş bu ihtiyar çifti bulmuştu. Çıban dolu, kararmış ve kokmaya başlamış cesetlerin başına oturdum ve düşünmeye başladım.
‘Süheyla’nın varlığı başka işkence, yokluğu başka işkence,’ dedim kendi kendime.
‘Bre enayi Zeki,’ dedim, ‘hiç insan yastığından kendi yaptığı kadın için böyle azap çeker mi? Son ver bu acıya gitsin.’
Kendimi damdan aşağı atmaya karar verdim. Cumhurbaşkanı ile yastığının cesetlerini öylece bırakıp dama çıktım. Tam o sırada yeni bir dünya savaşı çıkmış. İstanbul’un sağında solunda atom ve hidrojen bombaları patlamaya başlamıştı.
Kendimi damın kenarından aşağı salıverdim.
Elveda yaşam, elveda yastığım!.
Solist Pınar Y. Kayıt anı 12:06 0 sesli koro
Kategorisi: nasıl hologram yapılmaz, öyküler
01 Nisan 2010
Derki Sayı 37: Doğru, Yanlış, İyi
Bugün meşhur sosyalleşme sitelerinden birinde bir video izledim. Fotoğraflarında su gibi duru, onyedi onsekiz yaşlarının güzelliğini gördüğümüz bir gençkızı çekmisler onlarca erkeğin ortasında yerde, başinı ellerinin arasına almış, kendini tekmelerden korumaya çalisirken. Kalabalığı oluşturan erkekler bağırıyor, kıza tekmeler atıyor, bir yandan da bu görüntüyü cep telefonlarıyla kaydediyorlar. Tekmeleyerek hınçlarını alamayınca üstünde tepinerek en son da kocaman bir kaldırım taşi ile kızın kafasına defalarca vurarak devam ediyorlar. Kızın başindan yere yayılan kanı ve artık kendini korumaya çalismadigini farkedene kadar durmuyorlar. Sonra arapça yazılar ve tekrar bir fotoğrafı... Açıklamasında Kudüs'te bir erkekle dans ettiği için linç edilen kız yazıyor, ismi yazmıyor, ne başlıkta ne videonun içeriğinde...
Kızın ismi neden yok? Bunu bilmemize gerek olmadığını mı düşünmüşler? Yoksa onun isim sahibi olacak bir varlık olmadığını mı? Canını sokak ortasında kim daha çok tekme atacak diye yarışır gibi almayı ve bunu kaydetmeyi normal karşilamalarından böyle anlıyorum. Düşünüyorum da, o videoda aslında sadece kadınlar vardı. Evlatlarına, bir kızın bir erkekle dans etmesinin suç/günah/yasak olduğunu, bu ortaya çiktiginda bunu yapan kızı -erkeği değil- anında şiddetle cezalandırmanın, bunu olabilecek en aşağılayıcı/iğrenç şekilde yapmanın, -ibret olsun diye herhalde- kaydedip yayınlamanın doğru olduğunu ögreten, kendisi ögretmediyse bile ögretenlere izin veren kadınlar vardı.
Dans etmeyi seven bir kadın olarak bu video beni derinden etkiledi. Dans ettiğim için, kimseden değil bir fiske, bir kötü söz bile duymadığımdan, bunun için linç edilerek öldürülebilecegim bir coğrafyada yaşamadığımdan ötürü kendimi şanslı mı saymalıyım? Eğer bu bir şans ise ben şanslıyım. Peki ya şanslı olmayanlar?
Çok uzakta değil, kendi coğrafyamızda herşeyi siyah ve beyaz olarak ayırmış ve her adımını buna göre atan insanlar var. Bir kere ne yapılacak ne yapılmayacak belli, ama bunlar kadın ve erkek olmana göre değişiyor. İstatistikler niyeyse o yapılmacak şeylerin en çok bu insanlar tarafından yapıldığını gösteriyor. Bir de yapılacak şeyleri göstere göstere yapmayı tercih etmeleri var, öyle olunca daha çok mu puan kazanılıyor anlayabilmiş değilim. Ve nedense bu kurallar genellikle kadının hayatını kısıtlayan kurallar olmasına rağmen kadınlar tarafından benimseriyor, oğullarını prensim diye seven, kızlarına daha bebekken alışsın diye başörtüsü takan, kendilerini de hava almayacak şekilde paketleyip sokağa öyle çikan kadınlar tarafından... Kendilerine sorsak kuvvetle muhtemel, dans ve birçok başka konuda farklı düşündüğümüz ortaya çikar. Aramızdaki fark sadece düşüncelerimiz olsa, olsun derim, olsun, herkes her konuda anlaşmak zorunda değil...
Ancak aramızda doğru bildiklerimiz dışında bir fark daha var. Ben, benim doğrularımı değil, kendi başka doğrularına göre yaşayan insanların varolduğunu görüyor, hep varolacağını biliyorum ve bana dokunmadıkları sürece istedikleri gibi yaşamalarından rahatsız olmuyorum. Ama aynı ülkeyi, şehri, dili, kültürü paylaştığımız bazı kadınlar, hadi onlar değilse bile videodakiler, kendi doğruları dışındaki bir doğrunun varolabileceğine bile inanmıyorlar, böyle bir ihtimal gördükleri anda yok etmek için sınır tanımayan bir şiddet uygulamanın da doğru hatta gerekli olduğunu düşünüyorlar. Kızlarına da oğullarına da bunu ögretiyorlar, hak, hukuk, adaletleri buna göre, o tekme atanlara aferin, o kıza haketti diyorlar.
Ki çok normal! Çünkü böyle yapmasalar, yani dans etmenin doğru olduğunu düşünen bir kız bir erkekle dansetse ve bunun yanlış olduğuna inananlar tarafından linç edilerek öldürülmese dans etmeye devam eder, mutlu mutlu yaşar. Karşisına bu yanlış diyen biri çikarsa, bence değil, çok da iyi oluyor der. Bu sefer o yanlış diyen birazcık kafasını çalistirirsa şüpheye kapılır, bize bunun doğru olmadığı ögretildigi için hiç dans etmedim, ama bu kız dans etmiş ve iyi birşey diyor, acaba bana ögretilen mi yanlıştı diye sorgulamaya başlar. Ve kendisine yanlış olduğu ögretilen ve yasaklanan her şeyin keyifli, güzel, insanı mutlu eden şeyler olduğunu anlar, neden bütün güzel şeylerin kendisine yanlış olduğu ögretildigini araştırır, en sonunda da bunu yapanların aslında doğruyu yanlışı umursamadığını, sadece insanları kontrol etmek istediklerini anlar.
Yapmanı istedikleri şeylerin doğru, istemedikleri şeylerin yanlış olduğunu ögretirler. Tersini yapanı katlederler ki sen bunun aksinin mümkün olmadığını, yapmaya kalkanın başina neler geldiğini ögren. Tüm güzel şeyleri yasaklarlar ki sen mutlu ve gücünü mevcudiyetinden alan bir birey olup kontol etmek istedikleri diğer insanlara örnek olma. Düşünmeyi ögretmezler ki herşeyin seni kontol etmek için kurulmuş bir tezgah olduğunu ortaya çikarma.
Bir videodan nerelere geldim. Halbuki bir gününü dünya emekçi kadınlara adadığımız Mart ayında tüm kadınları kutlamak için oturmuştum yazmaya. Kutlu olsun! En çok da o kendini paketlemiş diyerek takıldığım kadınları kutluyorum. Sen hiçbir şeyin örtemeyecegi denli güzel ve özelsin, sen de bunu bil. Ve dikkat et, sana ögretilenlere ve ögrettiklerine...
Çünkü dikkat etmezsen, düşünmezsen ya da yanlış olduğunu bildiğin halde ögretilmeye devam etmesine izin verirsen bir sonraki kadınlar gününde birşey yaptığın için bile değil, 'yanlış' birşey düşündüğün için erkeklerin ortasında yerde debelenen, en güçlü tekmeyi kendi oğlundan, kardeşinden yiyen kadının sen olmandan korkuyorum. Sen böyle ölme, birlikte nice kadınlar gününü, tüm renklerimizle, içimizden taşan sevinçle kutlayalım...
Solist Pınar Y. Kayıt anı 10:55 0 sesli koro
Kategorisi: derkideki yazılar
01 Mart 2010
Derki Sayı 36: Çizibiyat
Size bu yazımda bahsedeceğim cinste kitaplara olan ilgim bir gün kitapçıda eşelenirken başladı. April yayıncılıktan çıkmış ünlü yazarların hikayelerini derlediği çizgi klasik serisinin birini görüp elime aldığımda, sayfalarını karıştırırken büyülenmiştim. Tamamını hemen oracıkta okuyup bitirme isteğimi, sadece birini alarak körelttim.
Eve döner dönmez internet kitapçılarındaki benzer ürünleri araştırdım. Birçok sonuçla karşılaşınca kendimi bir miktar cahil hissetsem de edebiyat klasiklerinin çizgiye döküldüğü bu ürünlerin Türkiye’deki yeniden canlanmasının geçen yılın ikinci yarısına denk geldiğini anladım. Son bir yıllık periyotta April yayıncılığın büyük öykü yazarlarının öykülerini farklı çizerlerin hazırladığı çizgi romanlarına ek olarak, Everest yayınlarının Shakespeare’in eserlerinin mangalarını Türkçeleştirdiğini, Yordam yayınlarının Marks’ın ünlü Kapital'inin mangasını japoncadan türkçeye çevirip bölümler halinde yayımladığını, NTV yayınlarının kalıcılık sınavını çoktan vermiş büyük romanları çizgi romanlaştırmaya Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı ile başladığını öğrendim. İnternet fiyatlarının daha uygun olduğunu görünce bu sefer kendimi tutmadım ve hepsini sipariş ettim.
Siparişimi dört gözle bekledim ve geldiği gibi birbirinden güzel kitapları resmen yuttum. Karikatüre özel bir ilgim olmasa da mizah dergilerinde beğenerek izlerim. Manganın ne olduğunu bilirdim ama takip edecek kadar değil. Edebiyata daha meraklı olduğum için çizgi romanların beni başka dünyalara götüren romanlar, öykülerle boy ölçüşeceğini hiç düşünmemiştim. Yanılmışım diyemeyeceğim. Çünkü bu sabırsızlıkla yenilerinin çıkmasını beklediğim kitaplar, düzenlemesinden içeriğine, ne birçoğumuzun okumaya cesaretimizin yetmediği tuğla kıvamında bir kitap, ne de eğlencelik olarak görülecek çizgi roman; ikisinin tüm güzelliklerini bir arada barındıran bambaşka bir tür. Bu yeni türü adlandırmak için önerim de, çizibiyat!
Çizime meraklı arkadaşlarımdan bunun ne kadar emek ve sabır isteyen bir uğraş olduğunu biliyorum. Yazın sanatına olan ilgimi derinleştirdikçe yazının, bir eser çıkarmanın da bir o kadar zor ve zahmetli olduğunu öğreniyorum. Dolayısıyla Türkçede henüz sınırlı sayıda olan bu çizibiyat örneklerinin benim için değeri çok büyük. Bu iki zor sanatı birleştirip bambaşka bir tür yaratmayı akıl edenleri ve bunları Türkçeleştirip –bence- değerinin çok altında fiyatlarla çizibiyatseverlere sunan yayınevlerini tebrik ediyorum. Daha önce eline almamış olanlara minik bir uyarı, bir kitaptan daha çabuk okunduğu için hemencecik bitiyor ve ne olduğunuzu anlamadan bağımlısı oluyorsunuz…
Solist Pınar Y. Kayıt anı 10:58 0 sesli koro
Kategorisi: derkideki yazılar
18 Aralık 2009
Yazı Alıştırması
Yazı atölyesinde son derste bir alıştırma yaptık. Bir a4 kağıdı dörde bölüp her bölüme çeşitli öğeler yazdık. Öğelerin ne olacağını düşünerek ya da aklınıza ilk gelen şeklinde yapabiliyoruz. Bizim alıştırmamızdaki öğeler ve benim ilk karakter için yazdıklarım şöyleydi:
1- ses (pitipitipiti düşen yaprak sesi)
2- tat (tarçınlı tatlı)
3- yer (koh samui)
4- kişi (adam)
5- his (mutlu)
6- doku (pütür pütür)
7- meslek (doktor)
8- tip (ince uzun)
9- cepte bulunan birşey (anahtar)
10- hayvan (tembel hayvan)
11- oda (yatakodası)
12- koku (kanalizasyon kokusu)
13- sır (aklı başından gidiyor ve bunu biliyor)
Öğelerin hepsini kullanmak zorunda olmadığımız gibi bundan başkalarını da ekleyebiliriz. Bu çalışmanın sonucunda elimizde çeşitli özellikleri belli dört karakterimiz oluyor ve bunların tamamını ya da tekini öyküde kullanabiliriz.
Bu alıştırmayı yaparken yazmaya sondan başlamış oldum, ne yazacağım belli olduğu için bu karakterleri nasıl birleştireceğimi düşündüm. Benim için değişik bir deneyimdi. Diğer arkadaşların yazdıklarında da dillerinde belirgin bir değişiklik etkisi olduğunu farkettik. Yazdıklarımıza sürpriz öğeler ya da biraz renk getirmek için veya yazarken tıkandığınızda uygulayabileceğimiz bir yöntem olarak hiç mecbur kalmamayı dileyerek sepetimize koyduk.
Daha fazla konuşmadan bu alıştırma ile yazdığım öyküyü paylaşıyorum, afiyet olsun...
Senaryo Yazarı
Film, adamın, sonradan kendi çocuğu olduğunu fark edeceği çocukla satranç oynarken başlıyor. Çocuğun onun çocuğu olup olmadığına henüz karar vermedim aslında, kendi çocuğu olduğuna dair bir kuşku duyması da yeterli olabilir. Adam başarılı bir doktor olarak geçirdiği maceralı yaşamın ardından kendini dünyadan soyutlamak için egzotik bir cennete yerleşmiş, mesela Tayland körfezinde Koh Samui’ye, artık emekli. Çocuk ailesiyle başka bir ülkeden oraya tatile gelmiş olmalı, mesela Rusya’dan. İlk bakışta hiçbir ortak noktası olmayan bu ikili karşılıklı satranç oynarken başlıyor; kanalizasyon kokuları yemek kokularına karışmış, çocuk nasıl olduysa kedisiyle gelmiş, otelin rahat koltuklar, satranç, dama gibi oyunlar, dergiler, broşürler olan verandasındalar. Tropik cennet Koh Samui dedik, çocuk tam olarak Moskovalı… Zıtlık adına çocuğu kız yapalım, 13-14 yaşında, adamın ince uzun vücudunun tersine kısa boylu ve şişman. Adam yapacak bir şeyi olmadığı için neredeyse bütün gün yatak odasının bambu zemininde tembel hayvan gibi yatmakta, ancak akşam olduğunda dışarı çıkmakta. Çocuk tatilde olduğu için günü plajda ve havuzda geçirmekte. Adam gündüzleri uyuyup akşamları çıktığına göre ikisini akşam vakti verandada buluşturacak bir neden yaratmalıyım. Sonra adamda kuşku doğuracak bir yakınlığın oluşumunu işlemeliyim, sonra…
“Sonrasına bakarız” dedi ve eklemlerine şifa vereceğini umduğu bitki çayından bir yudum aldı. Ağzındaki ekşimi acı mı olduğuna karar veremediği ve bir çaya hiç yakıştıramadığı tadı yutkunarak güçlükle geçirdi damağından. Santa Monika’daki evinin terasında sıcak bir meltem eserken bakışlarını okyanusa çevirdi, o ana kadar elinde tepsi kendisini dinleyen yerli kadına “hadi sen de işine bak, yoruldum” diyerek gönderdi. Burada, Hollywood’un neredeyse bitişiğinde film senaryoları yazarak seksen yaşına kadar gelmişti. Nasıl da çabuk geçmişti zaman… Yıllar geçip de cildi kırıştıkça bir tatlılık geliyordu üzerine, sanki hala cebindeki sakızları çifter çifter çiğneyen bir kız çocuğuydu. İskeleti de bu çocuksulaşmaya paralel bir şekilde küçülüyor, minyonluğu minyatürlüğe dönüşüyordu. Esmerce, balıketli ve fazlasıyla kendini beğenmiş bakıcısı dışında kimseyi gördüğü, kimseyle konuştuğu yoktu. Kimseye anlatmak istemediği pişmanlığı yerine böyle hikayeler uydurup yazıyordu. Ancak o zaman, bir fil olma yolunda mutfaktan çıkmayan, ülkesinde bankacı olduğunu iddia eden bu cebi delik küstah küba yerlisi kadın gür kahkahalarını atmaya ara verip sükunetle kendisini dinliyordu.
Ah pişmanlık… Burada geçirdiği tam tamına 57 yılda bir nebze olsun azalmamıştı. Burası rüyalarının memleketiydi, Hollywood olduğu için, umutlarla ve vaatlerle dolu olduğu için, burada hiç kış olmadığı için... Ne var ki, bu rüya için başka bir rüyadan vazgeçmişti. Gençti, onu unutacağını, oyunculuk yaparken daha uygun birini bulacağını sanmıştı. “İyi bir karar verdim, cesur ve iyi bir karar, her şey çok güzel olacak” diye tekrarlayıp durmuştu o uzun yolculuk boyunca. Geldiğinde bunlara inanmıştı ve işler tam karar verdiği şekilde gitmemiş olsa da bunun iyi bir karar olduğunu düşündürtüyordu. Oyuncu değil, başarılı bir senaryo yazarı olmuştu, onsuz… Santa Monika’da güzel, müstakil bir evde yaşıyordu, onsuz… Bir kocası, çocuğu olmuştu, evliliği yürümemişti ama çocuk sevgisini tatmıştı, onsuz… Birden aklına geldi, onunla kalsa çocuğu olmayacaktı ki! Yani iki kadının kucağına gökten bir bebek falan düşmedikten sonra… “Hmm” dedi, “bu gökten düşme konusunu düşüneyim, son senaryoma biraz renk getirebilir…”
Solist Pınar Y. Kayıt anı 14:10 1 sesli koro
Kategorisi: öyküler, yazmak üzerine